Mehmet OKUYAN
1-6. ÂYETLER:
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْۙۖ ﴿1﴾ وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْۙۖ ﴿2﴾ وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْۙۖ ﴿3﴾ وَاِذَا الْعِشَارُ عُطِّلَتْۙۖ ﴿4﴾ وَاِذَا الْوُحُوشُ حُشِرَتْۙۖ ﴿5﴾ وَاِذَا الْبِحَارُ سُجِّرَتْۙۖ ﴿6﴾
“1-6. Güneş katlanıp dürüldüğü, yıldızlar (kararıp) döküldüğü, dağlar (savrulup) yürütüldüğü, gebe develer salıverildiği, (kendilerinden korkulan) vahşî hayvanlar bir araya toplandığı ve denizler kaynatılıp kabartıldığı zaman (kıyâmet kopmuş olacaktır).”
Yüce Allah, Tekvîr sûresinin bu ilk altı âyetlik bölümünde bu âlemin sona erdirilmesi anlamında çeşitli sahneleri hatırlatmaktadır.
a) Kıyâmet Sahneleri
Abdullah b. Ömer’den gelen bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Kıyâmet günü bana bakmak (benimle beraber olmak) isteyenler ize’ş-şemsü küvvirat’i okusunlar.”[1] Bu rivayetten de anlaşılacağı üzere, sûre kıyâmet ve mahşer sahnelerini anlatmaktadır. Kıyamet konusunda detaylı bilgiyi Kıyâmet 75/1’de vereceğiz.
Tekvîr sûresinin ilk 13 âyetlik bölümünde de olduğu gibi, Kıyâmet ve Mahşer ile ilgili konular anlatılırken Kur’ân’da genellikle edilgen kalıpların kullanıldığı görülmektedir. Bunun şekilleri ve gerekçelerini İnfitâr 82/1’de geniş bir şekilde ele alacağız. Kıyâmet sahnelerinden altı tanesinin yer aldığı bu ilk bölümde sayılacaklar Sûr’a ilk üfürüşle, 7-14. âyetlerde ele alınan hususlar ise mahşerle ilgilidir ve ikinci üfürüşle gerçekleştirilecektir.
Yüce Allah, insanların içerisinde yaşadığı bu sistemin yıkılmasına -yani kıyâmet konusuna- öncelik vererek kıyâmet sahnelerine güneşin durumuyla başlamaktadır.
ı. Güneş Dürülecek
اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْۙ “Güneş katlanıp dürüldüğü zaman.” Âyetteki الشَّمْسُ eş-şems kelimesi “güneş”, كُوِّرَتْ küvvirat fiili ise “dürülmek, dürülüp sarılmak” anlamlarına gelmektedir.[2] Bu durumda âyetteki maksat, güneşin ışığını kaybedeceğini beyandır.
a) Taberî ve Râzî’nin de belirttiği üzere, gözü görmeyen kişi için söylenen “kör” kelimesi Farsçadır ve âyette bu kelimeyle kastedilen anlam da güneşin kör edilmesidir.[3] Güneşin dürülmesi, ya etrafının çepeçevre kuşatılması ve dolayısıyla ışığını kaybetmesi şeklinde ya da güneşin bizatihi kaybolmasıyla olur. Kıyâmet sahnesi olarak ilkinin daha anlaşılabilir olduğunu söylemek durumundayız. Murselât 77/8’de geçen “yıldızların sönmesi” ifadesi, elbette bir yıldız olarak güneşi de içermektedir. Dolayısıyla güneşin dürülmesini, ışığının sönmesi olarak anlamak gerekmektedir.
b) Güneşin dürülmesi, aslına dönmesi, ayrıldığı ilk fıtratına doğru yol alması ve yeniden yapılanma için bir taraftan yolun sonuna gelip diğer taraftan yeni bir oluşumun ilk adımını atması şeklinde de anlaşılabilir. Nitekim Enbiyâ 21/104’e göre, Yüce Allah kıyâmet günü gökleri “sayfaları dürer” gibi dürecek ve âlemi ilk kez nasıl yarattıysa yaratılışı iade edecek, yani onu yeniden yaratacaktır. Sayfaların yazı tomarı gibi dürülmesi, bir gün onların yeniden açılmasını hatırlattığı gibi, göğün dürülmesi de bir süre sonra yeniden açılmasını çağrıştırmaktadır.
Bu genel yapı içerisinde “güneş dürülecek” demek, bir süre sonra onun da yeniden yapılanmaya tâbi tutulacağı anlamına gelebilir. Söz konusu dürülme sonucunda güneş ve diğer kozmik varlıklar, bir çekirdek gibi aslına dönecek, yeniden yaratılış bu çekirdeğin yeniden çatlatılması ile meydana gelecektir.[4]
c) كُوِّرَتْ küvvirat fiili, tıpkı sarığın sarılması gibi, yuvarlak bir biçimde dürülme veya bükülme anlamına gelmektedir.[5] Bu kelime “bir taraftan eksilirken diğer taraftan artma”yı da içerir.[6] Bu durum, sadece yuvarlak nesnelerde gerçekleşebilir. Güneşin dürülme işleminde olduğu gibi, yuvarlak cisimler için kullanılan bu fiilin, Zümer 39/5’te “gece ve gündüz” için de kullanılması, dünyanın yuvarlak veya elips şeklinde olduğunu hatırlatan mucizevî bir işaret olarak görülebilir.
ıı. Yıldızlar Dökülecek
وَاِذَا النُّجُومُ انْكَدَرَتْۙ “Yıldızlar (kararıp) döküldüğü zaman.” Âyetteki النُّجُومُ en-nücûm kelimesi “yıldızlar”, انْكَدَرَتْ inkederat fiili ise “dökülmek” demektir.
a) Yıldızların sönüp dökülmesi kıyâmet sahnelerindendir. Yıldızların kararıp dökülmesi elbette Murselât 77/8’de geçen “yıldızların sönmesi” anlamını da içermektedir. Yıldızların veya gezegenlerin bu hali işlevlerini tamamlamaları anlamındadır. İnfitâr 82/2’de yeniden yapılanma, burada ise sistemin yıkılması dile getirilmektedir.
b) Yıkılmak hiçbir şekilde bir yok oluş değil, şekil ve misyon açısından yeni bir oluşum öncesinde yaşanan değişimdir. Zaten İbn Abbâs’tan gelen bir görüşe göre انْكَدَرَ inkedera fiilinin anlamlarından biri de “değişmek”tir.[7] Yıldızların yeri değişmiş olacağı için, mevcut ışıkları da kalmayacaktır.[8] Bu durumda yıldızların dökülmesi, bir taraftan sönüp ışığını kaybetmesi anlamına geldiği gibi, diğer taraftan yaşayacakları değişim anlamına da gelmektedir. انْكَدَرَ inkedera fiilinin “hızlı hareket etmek” anlamı vardır.[9] Buradan hareketle, yaşanacak değişim ve dönüşümün hızlı bir şekilde gerçekleşeceğini söylemek durumundayız.
c) Bazı âlimlerimiz, Enbiyâ 21/98’i delil getirerek güneş ve yıldızların kıyâmet günü cehenneme atılacağını, böylece onlara tapanlara gösterileceklerini ifade etmektedirler.[10] Söz konu âyette “Siz ve tapındığınız varlıklar cehennemin yakıtı olacaksınız” buyurulmaktadır. Buradan hareketle, kendilerine tapınılan varlıkların insanları saptıran “insanlar ve şeytanlar” olduğunu söyleyebiliriz. Cansız ve sorumsuz varlıkların cehenneme atılması Kur’ân’da sadece “taşlar” için kullanılmaktadır.[11] “Taş”ların seçilmesinin nedeniise ateşin şiddetini belirtmek ve tapınılan varlıkların acziyetini ortaya koymaktır.
ııı. Dağlar Yürütülecek
وَاِذَا الْجِبَالُ سُيِّرَتْۙ “Dağlar (savrulup) yürütüldüğü zaman.” Âyetteki الْجِبَالُ el-cibâl kelimesi “dağlar”, سُيِّرَتْ süyyirat fiili ise “yürütülmek” demektir.
Bu ifadenin bir benzeri Kaari‘a 101/5’te şu şekilde geçmektedir: “Dağlar atılmış yün gibi olacak.” Kur’ân’da kıyâmet sahneleri ve dağlarla ilgili çeşitli bilgiler vardır: “Dağların yürütülmesi”,[12] “un ufak edilip savrulması”,[13] “tıpkı bulutlar gibi hareket etmesi”,[14] “serpilmesi”,[15] “yeryüzü ve dağların birbirine şiddetli bir şekilde çarpması”,[16] “dağların yüne dönüşmesi”,[17] “etrafa saçılması”[18] ve “yürütülüp yerlerinin serap olması”[19] gibi olaylar, kıyâmetin dehşetini ortaya koymaktadır.
Bütün azamet ve kudretine rağmen, sarsılmaz gibi duran bu büyük kütlelerin yaşanacak dehşet nedeniyle yün gibi savrulacakları, etrafa saçılacakları, varlıklarını koruyamayacakları ve un ufak olup toz-toprak haline gelecekleri ifade edilmektedir. En büyük nesnelerin bu hale geldiği bir olayda insanları nasıl bir sonun beklediği hakkında derin derin düşünülmelidir.
Tekvîr 1-6’da yer alan kıyâmet sahnelerinden üçüncüsünü oluşturan “dağların savrulması” da elbette yok olmalarını değil, şekil değiştirmelerini ifade etse gerektir. Çünkü değişim geçirecek olsa da yeryüzü, mahşer için yaşanacak yeniden yapılanmada, yer alacaktır.[20]
ıv. Doğumu Yakın Develer Salıverilecek
وَاِذَا الْعِشَارُ عُطِّلَتْۙ “Gebe develer salıverildiği zaman.” Âyetteki الْعِشَارُ el-‘ışâr kelimesi “on aylık gebe deve” anlamına gelen el-‘uşera kelimesinin çoğuludur.[21] عُطِّلَتْ ‘uttılet fiili ise, “tatil edilmek, dağılmak, saçılmak” demektir.
a) Araplarda “on aylık gebe deve” çok kıymetli kabul edilirdi. Kıyâmet esnasında insanlar bu develeri bile salıvermek durumunda kalacak ve onlarla ilgilenemeyeceklerdir. Hacc 22/1-2’de dile getirilen hususlar, yaşanacak felaketin boyutları hakkında fikir vermektedir:
“Kıyâmet gününün sarsıntısının çok şiddetli olacağı, o gün her emziklinin yavrusunu unutacağı, her gebenin düşük yapacağı ve sarhoş olmamalarına rağmen insanların sarhoş olarak görüleceği korkunç bir olay”dan söz edilmektedir. Kucağında ve kendisine muhtaç olan yavrusunu annesine unutturan şiddetin, gebe develeri de salıverdirmeye neden oluşunda anlaşılmaz bir durum yoktur.
b) Bugün el-‘ışâr kelimesini “en değerli mallar” şeklinde anlamak durumundayız. Çünkü her çağın, her yörenin ve her insanın en değerli malı “on aylık gebe deve” değildir. İnsanlar, kıyâmet vaktinde her neye sahipseler, yaşanacak dehşet onların terk edilmesine neden olacak kadar büyük olacaktır.
c) Âyetteki el-‘ışâr kelimesi, “yağmur yüklü bulutlar” anlamına da gelebilir.[22] Bu durumda âyetten maksat “bulutların, suyunu tamamen çekmesi veya kesmesi” olur. Kıyâmet esnasında yaşanacak büyük değişim, bulutların yapısını da elbette etkileyecektir. “Yerkürenin suyunu kaybetmesi”, suyun buharlaşıp artık çekilmesini ve su özelliğini yitirmesini de haliyle beraberinde getirecektir.
“Nice ülkelerin halkını zulmederlerken yok ettik. Artık duvarları çatıları üzerine çökmüş, kuyuları kullanılmaz olmuş, yüce sarayları terk edilmiştir.”[23] İşte bu âyette “kuyu suyunun kuruması veya çekilmesi”, ‘uttıle fiiliyle aynı kökten gelen mu‘attala kalıbında getirilmektedir. Dolayısıyla Tekvîr 4’teki ifade de “yağmur yüklü bulutların kıyâmet esnasında suyunu tamamen çekmesi” anlamına gelebilir. Zaten, devam eden 6. âyette “denizlerin kaynaması”ndan söz edildiği için, bulutların neden yağmur içermediği böylece kolayca anlaşılmaktadır.
d) Bir sonraki âyeti de hesaba katarak, âyete farklı bir yorum daha getirilmektedir: Kıyâmete yakın dönemde “insanlar, özellikle gençler alabildiğine serbest bırakılacak, özgürlükler vahşete, yani vahşiliğe ve insanlığa yabancılaşmaya dönüşecek, iyiler salıverilecek, dağılacak ve vahşiler toplanacaktır. İyilerde dağılma, kötülerde birleşme olacaktır. İşte bu, sosyal hayatın kıyâmetinin kopması demektir.”[24] Bu yorumla birlikte, âyetlerin mesaj derinlikleri fiziksel dönüşümden manevî bir alana çekilmiş olmaktadır ki bu çöküş de bir başka kıyâmettir.
v. Vahşiler Ortalıkta Toplanacak
وَاِذَا الْوُحُوشُ حُشِرَتْۙ “(Kendilerinden korkulan) vahşî hayvanlar bir araya toplandığı zaman.” Kur’ân’da sadece bu âyette kullanılan الْوُحُوشُ el-vuhûş kelimesi “ünsiyetin zıddı, ürkütücü, yabani, ehil olmayan”,[25] حُشِرَتْ huşirat fiili ise “toplanmak” demektir.
a) Kıyâmet sahnelerinden biri de, vahşi hayatın normal hayatla bir araya gelmesidir. Burada maksat, kendi inlerinde yaşayan ve insanlardan kaçan vahşi hayvanların bile kıyâmetten etkilenmeleri ve yerlerini terk ederek ortalıkta dolaşmaları veya insanlardan kaçmamalarıdır.
b) Vahşi hayvanların bu halleri, on aylık hamile develeri onlardan koruma ihtiyacının hissedilmemesi demektir. Bu durum, kıyâmet esnasında insanların en çok kıymet verdikleri varlıkları her ne ise, onları korumayı göze alamayaklarını ve bir anlamda onlarla ilgilenmeyeceklerini göstermektedir.
c) Önceki âyeti “bulutların yağmur yağdırmaması” anlamına aldığımızda ise, maksat vahşi hayvanların da sudan yoksunluk nedeniyle hayat endişesiyle insanların yaşadığı yerlere kadar gelmesi olur. Çünkü su onlar için de vazgeçilmezdir.
d) Vahşilerin toplanması, onların adeta avcılarına sığınması anlamına da gelebilir. Bu durumda, kimin kimden kaçtığı veya kaçmadığı görülecek ve böylece bütün varlıklar, alışılmadık tepkiler ortaya koymak zorunda kalacaklardır.[26]
Bu âyete getirdiğimiz bütün bu yorumların kıyâmetle ilgili olduğu, ilk altı âyette henüz mahşer konusuna girilmediği anlaşılmaktadır.
* Hayvanlar Mahşerde Diriltilecek mi?
ı. Bazı âlimlerimiz, bu âyette sözü edilen “vahşilerin toplanması”nı, sivrisineğe varıncaya kadar tüm vahşi hayvanların insanlardan haklarını almaları (kısas) anlamında mahşerle ilişkilendirmekte,[27] görüşlerini desteklemek için En‘âm 6/38’i gündeme getirmektedirler. İlgili âyet şöyledir: “Yeryüzünde yürüyen ve iki kanadıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer mahlûktur, topluluktur. Biz ilâhî yasada hiçbir şeyi eksik bırakmadık. En sonunda Rablerinin huzurunda toplanacaklar.”
Burada, insanların dışında, dünyada yaşayan diğer canlıların da birer topluluk olduğu, onların da bu hayatı insanlarla paylaşma hakkının bulunduğu inkârcılara hatırlatılmakta ve hayatın müşterekliğine vurgu yapılmaktadır. Hz. Sâlih’in kavmine yönelik uygulamada sözü edilen “Allah’ın devesi” sembolü, insanların başka varlıklara karşı da sorumlu olduğunu öğretmeyi amaçlamaktadır.[28]
En‘âm 6/38’in sonundaki, “Rablerinin huzurunda toplanacaklar” ifadesi, inkârcılara yönelik bir uyarıdır; çünkü kullanılan hüm “onlar” zamiri öncelikle “insanlar”ı ifade etmektedir. Âyetin içerisindeki küm zamirinin hüm şekline gelmesi bir “iltifat sanatı”[29] örneğidir. Hüm zamirinin, âyetteki dâbbe, tâir ve ümem şeklindeki üç varlığın hepsini kapsaması da mümkündür; ancak, biz âyetin diğer âyetlerle bağlantısı kurularak anlaşılmasının daha doğru olduğunu düşünmekteyiz.
Bu âyetin öncesinde, yani En‘âm 6/36’da Yüce Allah, kalben ölü olanları dirilteceğini, sonunda Allah’a döndürüleceklerini beyan etmekte, 37’de ise inançsızların mucize istediklerini, ancak mucizeyi Yüce Allah’ın gönderebileceğini ve insanların çoğunun bu gerçeği bilmediklerini ifade etmektedir. İşte bütün bu âyetlerde, konu ve kullanılan zamirler aynıdır ve inkârcılarla ilgilidir. Dolayısıyla 38’deki “Rablerinin huzurunda toplanacaklar” cümlesinin de, nankörlere yönelik olduğunu ifade etmek durumundayız. Mahşer sorgulamasında insanların her şeyden hesaba çekileceği hatırlatılmakta ve diğer varlıklara yönelik davranışlarında daha duyarlı olmaları gerektiği kendilerine bildirilmektedir.
ıı. Hayvanların mahşerde diriltileceğini savunanlar Ebû Hureyre kaynaklı bir de rivayete yer vermektedirler. Buna göre, Rasûlüllah (as), “boynuzsuz koyunun boynuzludan hakkını alacağını” ifade buyurmuştur.[30] Başka rivayetlerde konu karıncaya veya sivrisineğe kadar götürülmektedir.[31] Bunlara karşılık olarak, insan ve cinlerin dışındaki varlıkların, mükellef olmadıkları için diriltilmeyeceği ve toplanmayacağına dair görüşler de vardır. Elmalılı Hamdi Yazır’ın bu rivayetin ilâhî adaleti beyan etmesi bakımından sahih olduğunu, ancak Tekvîr 5 ile bir ilişkisinin bulunmadığını ifade etmektedir.[32]
ııı. Vahşi hayvanların mahşerde Allah’ın huzurunda toplanmaları demek, mahşer için öncelikle diriltilmeleri demektir ki, bu konuda Kur’ân’da herhangi bir bilgi yoktur. İnsanlar mahşer yargılaması için önce diriltilecek, sonra toplanacak, ardından Allah’ın huzuruna sevk edileceklerdir. Hayvanlar için sözü edilen aşamalar hakkında Kur’ân’da açık bilgiler yoktur.
ıv. İnsanlarla ilişkisi bağlamında diriltileceğine inanılan hayvanları bu noktada tek görmek de doğru değildir. Dünya hayatında haklarına tecavüz edilenler, aslında daha çok evcil hayvanlardır; onların diriltilmesinden söz edilecek yerde, vahşi hayvanlardan söz edilmesi anlaşılabilir bir durum değildir. Kaldı ki, insanların zarar verdiği varlıkların sadece hayvanlar olduğunu kabul etmek de doğru değildir. Doğal çevremizde yaşayan bütün haşerelerin, bitkilerin ya da cansız varlıkların da insan üzerinde hakları vardır. Bu anlayışa göre bütün bunların da diriltilmesinden söz etmek gerekecektir ki, bu konuda elimizde delil bulunmamaktadır.
Sorumlu olmayanların diriltilmesi meselesinde, akla “çocukken ölenlerin durumu” gelmektedir. Onların âhirette diriltilmesi, genel olarak insanların diriltilmesi bağlamında kabul edilmelidir; ancak sorgulanmayacakları da bilinir. Kendilerine eziyet edilen hayvanların durumunu, hiçbir eziyete uğratılmayan, hatta kayıpları ana babaları için büyük bir imtihan ve acı nedeni olan çocuklara benzetmek bu açıdan doğru görülmemelidir. Ölen çocuğuna kavuşmak ebeveyn için büyük bir özlemdir; ancak bunu hayvanlar için, özellikle vahşi hayvanlar için dile getirmek çok doğru görünmemektedir.
vı. Cennetliklere cennette çeşitli nimetler sunulacak ve Vâkı‘a 56/21’de geçtiği üzere, bu nimetler arasında “kuş eti” de yer alacaktır. Cennette kuş etinin olması, onların orada diriltilmesini gerektirmez. Kuş eti nimet bolluğunu simgeler. Cennet nimetleri içerisinde yer alan sayısız nimetin buradan oraya gönderildiğini kabul etmektense, orada yaratılacaklarını söylemek daha doğrudur. Kuş eti de bu şekilde orada yaratılacak bir et olabilir; burada ölen kuşun orada yeniden diriltilip kesilmesi ve gıdaya dönüştürülmesi anlaşılabilir bir şey değildir. Kaldı ki cennette insanlara verilecek ödüllerin dünyadakilere benzemesine[33] ilave olarak, orada cennetlikler için gizlenmiş nice göz aydınlıklarının bulunacağı da Kur’ânî bir gerçektir.[34] Bu açıdan, cennetteki nimetlerin hepsini dünyevî bilgilerle izaha çalışmak her zaman doğru sonuçlar vermeyebilir. Gerçeği sadece Yüce Allah bilir.
Konuyu bu şekilde değerlendirdikten sonra, tekrar âyete dönecek olursak kısaca şunu söyleyebiliriz: Kıyâmet sahneleri arasında yer alan “vahşilerin toplanması”, dünyanın sonunda gerçekleşecek kıyâmetin şiddet ve dehşetini ortaya koyan bir olaydır; konuyu başka şekillerde ele almak metni ve bağlamı zorlamak demektir.
vı. Denizler Kaynatılacak
وَاِذَا الْبِحَارُ سُجِّرَتْۙ “Denizler kaynatılıp kabartıldığı zaman.” Âyetteki الْبِحَارُ el-bihaar kelimesi “denizler”, سُجِّرَتْ süccirat fiili ise, “ateşlenmek, fırın kızdırmak, fokur fokur kaynamak, fırın veya tandırı tutuşturmak” anlamlarına gelmektedir.
Âyetteki fiille aynı kökten Kur’ân’da iki âyette daha kullanılmaktadır. Buna göre, ilki Mümin 40/72’de “(cehennemde) yakılmak”, diğeri ise Tûr 52/6’da “fokur fokur kabartılmak” anlamındadır.
Burada sözü edilen kaynatılmak, kıyâmet esnasında (denizlerden muhtemelen volkanların çıkması veya) denizlerin suyunu ateşe çevirip tamamen çekmesi olabilir. Buhârî’de bunun, “Denizlerde bir damla bile su kalmaması” veya “Denizlerin birbirine karışıp tek deniz halini alması” olabileceğine yönelik rivayetler de vardır.[35] سُجِّرَتْ süccirat fiilinin “doldurulmak” anlamının olduğu da beyan edilmektedir ki bu takdirde âyet, “denizlerin taşıp dünyayı kaplaması” şeklinde yorumlanmış olur. Bu âyet, bu sûredeki kıyâmet sahnelerinin sonuncusudur.
b) Kıyâmet İçin Bu Sahnelerin Seçilme Nedeni
Yüce Allah, kıyâmet sahnelerini anlatırken hemen hemen bütün yaratıkları dile getirmektedir. Kozmik âlemden başlayan bu varlıklar âleminin yıkılmasına dair bilgilendirmeler, altı âyetlik grupta yer almaktadır. Şüphesiz tek tek bilgi vermek yerine burada “parçayı anarak bütünü kastetme” metodu uygulanmaktadır. Yıkılırken yaşanacak olanlar, yeni bir âlemin ilk aşamasını oluşturacaktır.
- Güneşin dürülmesi ve yıldızların dökülmesi uzaydaki değişim ve dönüşümü ifade etmektedir. Güneş ve yıldızlar uzayda bizim gördüğümüz veya göremediğimiz, keşfedilen veya henüz keşfedilmemiş olan bütün gök cisimlerini kapsamaktadır.
- Dağların yürütülmesi, yeryüzünün devasa kütlelerinin parçalanmasını, cüssesi büyük bu varlıkların kıyâmetin dehşeti karşısında eriyip yerlerinde yeller esecek hale getirileceğini ifade etmektedir. Bu âyet, kıyâmet esnasında yeryüzünde yaşanacak bütün şekil değişikliklerini içermektedir. Nehirler, vadiler, göller, çöller, ormanlar, bitkiler, kısaca yeryüzündeki bütün nesnel varlıklar 3. âyetteki ifadenin kapsamına dâhildir.
- Doğumu yakın develerin salıverilmesi, kıyâmet esnasında insanların sahip olduğu en değerli varlıklarından bile vazgeçmelerini ifade eder. Bu âyet, ayrıca ehil hayvanları sembolize etmektedir. On aylık gebe develerin ortalığa salıverilmesi tıpkı Hacc 22/1-2’de dile getirildiği gibi, anaların emzikli yavrularını bıraktıracak bir şiddeti nitelemektedir. Maksat, sadece en değerli varlıklardan vazgeçmekle sınırlı da değildir. En çok özen göstermesi gereken zamanda “her ananın yavrusunu bırakması” da, mesaj olarak âyette yer almaktadır.
- Yağmur yüklü bulutların artık yağmur yağdıramaması anlamı da 4. âyette vardır. Bu durumun sebebi ise, 6. âyette dile getirilen “denizlerin kaynatılması”dır. Bu anlam, hava şartlarının ve mevsim oluşumlarının artık söz konusu olamayacağını ve susuz bir dönemin nasıl bir ortam oluşturacağını da hissettirmektedir.
- Vahşilerin toplanması, yabani hayatın bütünüyle kıyâmetten etkileneceğini, her varlığın kıyâmet olayına karşı alışık olunandan çok farklı tepkiler vereceğini sembolize etmektedir. Bu âyet, aslında ehil olmayan bütün hayvan türlerini kapsamına almaktadır.
- Denizlerin kaynatılması ise artık kıyâmet sahnelerinin tamamlandığını göstermektedir. Çünkü su bitince dünyaya ait bedensel hayat da bitmektedir.
Esasında bütün bu hercümercin gerçekleşmesi için, yerçekiminin ve gravitenin, yani maddi varlıkları bir arada tutan atomlar-arası çekim gücünün Yüce Allah tarafından tek ve basit bir emirle iptal edilmesi, tüm bu sahnelerin yaşanması için yeterli olacaktır.
7-14. ÂYETLER:
وَاِذَا النُّفُوسُ زُوِّجَتْۙۖ ﴿7﴾ وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْۙ ﴿8﴾ بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ ﴿9﴾
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْۙۖ ﴿10﴾ وَاِذَا السَّمَآءُ كُشِطَتْۙۖ ﴿11﴾
وَاِذَا الْجَح۪يمُ سُعِّرَتْۙۖ ﴿12﴾ وَاِذَا الْجَنَّةُ اُزْلِفَتْۙۖ ﴿13﴾
عَلِمَتْ نَفْسٌ مَآ اَحْضَرَتْۜ ﴿14﴾
“7-14. İnsanlar eşleştirildiği, diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğünün sorulduğu, amel defterleri açıldığı, gökyüzü sıyrılıp alındığı, Cehennem tutuşturulduğu ve Cennet yaklaştırıldığı zaman, kişi (âhiret için dünyada) neler hazırladığını öğrenmiş olacaktır.”
Bu sekiz âyetlik grupta, ilk gruptakilerin devamı veya ikinci aşaması diyebileceğimiz “mahşer” ele alınmaktadır. Altyapı anlamındaki değişim ve dönüşüm âyetlerinin ardından, artık bu dönüşümün nedeni olarak insanların yargılanması ve o esnada yaşanacak bazı gerçeklikler gündeme getirilmektedir.
a) Mahşer Sahneleri
Yüce Allah, mahşeri temellendirirken burada konuya öncelikle insanların eşleştirilmesiyle başlamaktadır.
ı. İnsanlar Eşleştirilecek
وَاِذَا النُّفُوسُ زُوِّجَتْۙ “İnsanlar eşleştirildiği zaman.” Âyetteki النُّفُوسُ en-nüfûs kelimesi “nefisler”, زُوِّجَتْ züvvicet fiili ise “birleştirilmek, eşleştirilmek” demektir.
Bu âyetteki النُّفُوسُ en-nüfûs kelimesi İsrâ 17/25’te de geçmekte ve “bizzat insanın kendisi, özü, ruh, zat” anlamlarına gelmektedir.[36] Dilimizde “nüfus” kelimesi “insan” anlamında kullanılmaktadır. زُوِّجَ züvvice/tezvîc kelimesi ise, Râzî’nin dediği gibi, “bir araya getirmek, bir şeyi benzeriyle eşleştirip bir araya getirmek” anlamına gelmektedir. Kelimelerin anlamından hareketle, âyette maksadın nefislerin bir araya getirilmesi olduğu anlaşılmaktadır.
Bu âyet hakkında çeşitli fikirler ileri sürülmekte ve maksadın “ruhların bedenlerle, herkesin, dünyada iken kendisinden hiç ayrılmadığı yöneticilerle, müminlerin hurilerle, kâfirlerin şeytanlarla, Yahudi’nin Yahudi ve Hıristiyan’ın Hıristiyan’la veya canların amelleriyle birleştirilmesi, ruhların bedenlerle[37] ya da ödüllerle buluşturulması”[38] olduğu beyan edilmektedir.
Kıyâmet dehşetinden söz eden âyetlerden sonra, Vâkı‘a 56/7-10’da şu bilgiler yer almaktadır: “Sizler üç sınıfa ayrılacaksınız. Defterini sağdan alanlar ne mutlu insanlardır onlar! Defterini soldan alanlar, ne mutsuz insanlardır onlar! (Hayır ve fedakârlıkta) önde olup (ödülde de) önde olanlar.” İşte bu âyetlere göre, Tekvîr 7’de sözü edilen husus, İbn Abbâs ve Hasan el-Basrî’nin de belirttiği gibi, mahşerde insanların inanç bakımından gruplara ayrılmasıdır.[39] Aslında bu yorum öncekilerin hepsini doğrudan veya dolaylı olarak içermektedir. Dolayısıyla “Mahşerde bütün insanları önderleriyle çağıracağız”[40] âyetiyle bu izah birbirini desteklemektedir.
Bu bölümleme veya gruplara ayrılma, yargılamadan öncedir; buna, mahşerdeki “diriltilme”den sonra yaşanacak “toplanma” aşaması olarak bakmalıyız. Bunlardan sonra “Allah’a sunulma, bilgilendirilme, yargılanma, değerlendirilme ve ödül veya azap yerine gönderilme” aşamaları gerçekleştirilecektir. Zaten sûrenin devam eden âyetlerinde bu aşamaların bir kısmına değinilecektir.
وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْۙ بِاَيِّ ذَنْبٍ قُتِلَتْۚ “Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğu zaman.” “Kur’ân’da sadece bu âyette geçen الْمَوْءُ۫دَةُ el-mev’ûde kelimesi “ağırlık altına bırakılan kız çocuğu”, سُئِلَتْ süilet fiili “sorulmak”, ذَنْبٍ zenbkelimesi “günah”, قُتِلَتْ kutilet fiili ise “öldürülmek” demektir.
* Yaşanan Olay Neydi?
Câhiliye döneminde bazı Araplar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi. Hanımları doğum yapacağı zaman, onlara bir kuyunun kenarında doğum yaptırırlardı; eğer kız olursa çocuğu kuyuya atarlar, erkek olursa onu alırlardı. Bir başka uygulamaları ise, kız çocuğun boyu altı karışa ulaşınca, onu güzelce giydirtip, yakınlarını ziyaret bahanesiyle evden götürürlermiş. Daha önce kazdıkları çukura gelince, çocuğu başka bir tarafa baktırıp onu oraya atarlar ve üzerini toprakla kapatırlarmış.[41] Hatta bazı bilgilere göre, kız çocuklarını köpeklere yedirirlermiş. Kays b. Âsım et-Temîmî, Nebî (as)’a gelip “Câhiliye zamanında sekiz kız çocuğunu öldürmüştüm (ne yapmam gerekir?) diye sorunca, Hz. Peygamber, “Her biri için bir köle azat et” cevabını vermiştir.[42]
Kur’ân’da bu konuda çeşitli bilgiler vardır. Nahl 16/57-59 ve Zuhruf 43/15-20’de yer alan bilgilere göre, bu insanlar, kız çocuğu kendilerine müjdelendiğinde öfkeden çatlayacak bir psikolojiye bürünür ve nihayet karar verip çocuklarını öldürürlermiş. Kız çocuklarını öldürenler alaycı bir üslupla şöyle de derlermiş: “Melekler Allah’ın kızlarıdır. Kızları O’nunla buluşturun. O, onlara daha layıktır.”
Bu arada şunu da belirtmeliyiz: Bütün Araplar bu vahşeti yapmıyorlardı. Bu kıyımı engellemeye çalışan yiğitler de toplumda vardı. Meselâ Sa‘sa‘a b. Nâciye adlı kişi, kız çocuklarını bu tür ölümden kurtaran biriydi ve şair Ferezdak, dedesi olan bu şahısla haklı olarak övünürdü.[43]
* Soruyu Kim Kime Soracak?
a) Buradaki سُئِلَتْ süilet fiilini seelet, قُتِلَتْ kutilet fiilini ise kutiltü şeklinde okuyanlar da vardır.[44] Buna göre anlam, “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğu, ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldüm?’ diye sorduğunda” şeklini alır; bu tercih de doğrudur. Söz konusu kıraate göre kız çocuğu, kendisini öldüren ve katili olan babasına hesabını bizzat kendisi soracak ve böylece hakkını arayacaktır.
b) Tercümede tercih ettiğimiz okuyuşun daha doğru olduğunu düşünmekteyiz. Çünkü burada cümle edilgendir ve adeta olayı yapan değil de, olayın dehşeti gündeme getirilmiş olmaktadır. Bunu kim yapmış olursa olsun, bu bir vahşettir ve mutlaka gündeme getirilmelidir. İşte bu bakımdan, âyetin edilgen kalıpta anlaşılması, yaşanan vahşet ve dehşetin gözler önüne serilmesi ve yapanların hak ettikleri sonla buluşturulmaları bağlamında çok anlamlı bir mesaj içermektedir.
c) Sorunun mağdura yöneltilmesinin nedeni zalimin susturulup utandırılması ve cevap veremez hale getirilmesidir; yoksa çocuğun sorgulanması değildir. Benzer bir durum, mahşerde Hz. İsâ’nın, kavminin teslisi hakkında muhatap alınıp kendisine soru sorulmasında da yaşanacaktır.[45] Kendi çocuğunu öldürenler mücrimlerdir ve onlara mahşerde soru bile sorulmayacaktır.[46]
Bunlar normal olarak muhatap alınmayacak, hak ettikleri cezaya çarptırılacaklardır. Yaptıkları iş veya gerçekleştirdikleri cinayet öylesine ağırdır ki, onların bu günahını teraziler dahi çekemeyecektir; bu nedenle, kendileri için kıyâmet günü terazi kurulmayacaktır, bir anlamda terazi kurulmasına gerek bile kalmayacaktır.[47] Esasında yaşadıkları süreç bir anlamda hak ettikleri noktasında yeterli bilgi vermiş olacaktır.
* Olayın Tarihsel Arka Planı: Firavun Örneği
Bu vahşet, Câhiliye Araplarıyla başlamış değildi. İnsanlık benzer bir zorbalığı Firavun döneminde de yaşamıştı. İktidarı kaybetme korkusuyla İsrailoğullarının erkek çocuklarını öldürten Firavun, çocukların annelerini sağ bırakıyordu.[48]Annelerin sağ bırakılmasından, onların katliamdan istisna edildikleri zannedilmemelidir. Firavun, annelere çocuk yapmama talimatını vermiş olmalı ki, çocuk yapan annelere acının en büyüğünü tattırıyordu. Bir annenin elinden, öldürmek üzere çocuğunu alıp onu katletmek, anneye yapılabilecek en büyük eziyettir; ona verilebilecek en büyük cezadır veya anneye tattırılabilecek en ağır acıdır. İşte Firavun, bunu dönemindeki erkek çocuk sahibi annelere insafsızca uygulamıştı.
Kızların sağ bırakılması da, ileride sahipsizliğe terk edilmeleri, evlenememeleri ve sonuçta bütün bir neslin topluca yok edilmesinin nedeni olacağı için, ayrıca büyük bir felakettir, topluma yönelik şiddetli bir eziyettir.
Çocukların öldürülmesinde Firavun ile Cahiliye Arapları aynı ahlâksızlığı ve vahşeti yapmış durumdaydı. Annelere yaşatılan ıstırapta ikisi birbirinden geri kalmamaktaydı. Câhiliyedeki annenin ıstırabı, ölüme gittiğini bile bile kızını eliyle süslemesi ve onu ölüme göndermek zorunda bırakılmasıydı. İşte Firavun, işte cahiliye Arapları! “Al birini vur ötekine.” Biri iktidarı kaybetme korkusuyla erkek çocukları öldürtmüş, diğerleri ise ayıp saydıkları kızlarını. Ortak noktaları, “çocuk katili olmaları ve annelerin yüreklerini paramparça etmeleri”ydi. Kızlarını öldürenlerin Firavun’dan biraz daha gaddar olduğunu söylemek de yanlış olmasa gerektir; çünkü bunlar kendi çocuklarını öldürme canavarlığını yapıyorlardı.
* Bugün Durum Nasıl?
ı. Peki, bugün insanlık, çocukları, özellikle de kız çocukları noktasında nerelerdedir? Mirastan payına düşeni alamayan, toplumda hor görülen, çeşitli şekillerde şiddete ve cinsel istismara maruz bırakılan, törelere kurban edilen, layık olduğu şerefli konumdan uzaklarda tutulan kızlarımızın ve kadınlarımızın durumu nedir? Bu soruların cevabını şu satırlardan okuyalım:
“Günümüzde kız çocukları farklı şekillerde katledilmektedir. Yetişkin veya gençlik çağına daha yeni adım atan kızlar, erkeklere peşkeş çekilmekte, kirletilmekte, satılıp sırtlarından para kazanılmakta ve böylece âdeta cinsel ahlaksızlığın mezarlarına diri diri gömülmektedirler. Kur’ân bu âyetiyle kadınları bu durumdan kurtarma hareketini başlatmıştır. Nice kızlarımız yanlış ve ağır törelerin kurbanı olmuş, hak etmedikleri ölüme götürülmüşlerdir.
Kur’ân, kadın sorununu çözmesine rağmen, Müslümanlar bu sorunu çözecek atılımı yapamamakta ve çözümsüzlük devam edip gitmektedir. Bu uygulamaları ile insanlık, Allah’ın huzuruna çıkma cesaretini kendinde bulamayacaktır. Kendini doğuran, emziren, besleyen, büyüten kadın nesline erkeklerin zulmü, insanlığın geleceğini karartmaktadır. Günümüzün cahiliyeti, Arapların cahiliyetinden geri kalmamaktadır.”[49]
ıı. Bu ifadeler, doğan çocuklara yönelik şiddetin ve negatif ayrımcılığın görüntülerindendir. Günümüzde bir de henüz doğamadan öldürülen çocuklar var. Genellikle kız-erkek ayırımı yapılmadan, ancak kısmen de olsa kızlara yönelik işlenen çocuk cinayetleri var. Kur’ân’ın insanlığa sunduğu en önemli hediyelerden biri “hayat hakkı”dır. İşte evrensel duyuru: “Cinayet işleyen veya yeryüzünde bozgunculuk çıkaran hariç, kim bir cana kıyarsa, bütün insanlığı öldürmüş gibidir. Kim de bir hayat kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.”[50]
Hayat hakkı en kutsal değerlerdendir. Bunu garanti altına almadan, herhangi bir haktan veya saygıdan ya da duyarlılıktan söz edilemez. Şimdilerde yaşanan “kürtaj” olayları veya aşılanmış yumurta demek olan “zigot” halindeki ceninin ana rahmine ulaşmasını engelleyen uygulamalar da, çocukların hayat hakkına müdahaleden başka bir şey değildir. Aşılanmayı, yani döllenmeyi engellemekte bir sakınca yoksa da, aşılanmış bir yumurtanın ana rahmine ulaşmasını engelleyip ceninin ölümüne neden olmak, onun hayat hakkını elinden almak demektir.
Bunu yaptıranlar, bizzat çocukların kendi anneleri veya istekte bulunan babaları! Şimdi, bunu yapanların çocuk haklarından ya da hayat hakkına saygıdan söz etmesi mümkün mü? Bu fiili işleyenler hangi vicdanla, neyi savunacaklar? Kalkıp da Firavun’u veya Mekkeli müşrikleri nasıl kınayabilecekler? Hangi duruşlarıyla medenî olmaktan söz edebilecekler?
Bedensel engellilere karşı tutumumuz hakkında ‘Abese 80/1-2’de geniş bir şekilde ele aldığımız üzere, annenin ölümü ile çocuğun ölümü arasındaki bir tercih hali hariç, hiçbir nedenle çocukların doğması engellenemez, onların hayat hakkı ellerinden alınamaz; dinin bu uygulamaya bakışı, hayat hakkına saygıdan yanadır. Ceninler için ana rahmi en güvenilir yerdir; anneler de en güvenilir varlıklardır. Çocukları ana rahmine emanet eden varlık ise Yüce Allah’tır ve O, “ana rahmi” ile Rahmân ve Rahîm sıfatlarını aynı kelimeyle paylaşmıştır. Durum böyle olunca, hayat yolculuğuna başlayan bir çocuğun hayat hakkı en mukaddes hak olarak koruma altına alınmalı, her türlü saygısızlığa, müdahaleye ve tecavüze karşı muhafaza edilmelidir.
İktidarı kaybetmemek için erkek çocukları öldürten Firavun’un yaptığının elbette kabul edilebilir hiçbir tarafı yoktur. Ayıp saydıkları veya rızık endişesiyle kız çocuklarını öldüren Mekke müşriklerinin yaptığı ise vahşetin ta kendisidir; bunların akılla, vicdanla, insanlıkla ve insafla bağdaşır bir durumu tabii ki yoktur. Ancak, bir annenin kendi rahmindeki çocuğunu öldürmesinin, bu iki çirkinliğe göre ne kadar daha ağır olduğunu anlamak için çok zeki olmaya gerek yoktur. Bu işi yapan anneler, aslında ne yaptıklarını anlamak için, yıllarca çocuk hasreti çekenleri ibretle izlemeli ve ondan sonra, nasıl davranmaları gerektiğine karar vermelidir.
Sözün sonunda, ‘Abese sûresinin ilk âyetlerini yorumlarken de vurguladığımız gibi, şu asırda bir kez daha hatırlanmasında yarar gördüğümüz husus şudur: Rahminde kendisine emanet edilen yavrusunu katletmek üzere olanlar, acaba kendilerine emanet edilen çocuğu mu beğenmiyorlar; yoksa emaneti gönderen Yüce Allah’ı mı? Emanetin değeri, onu gönderenden kaynaklanmaktadır. Emanete hıyanetlik yapanlar bunun hesabının kendilerine sorulacağını iyi bilmelidirler. Bu tür âyetlerdeki mesajlar, muhatapları her yönüyle bilgilendirmeyi amaçlamaktadır. Bize düşen görev, ilgili mesajları doğru anlayıp görevimizi yerine getirmemizdir.
ııı. Amel Defterleri Açılacak
وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْۙ “Amel defterleri açıldığı zaman.” Âyetteki الصُّحُفُ es-suhuf kelimesi “sayfalar, amel defterleri, kayıtlar”, نُشِرَتْ nüşirat fiili ise “açılmak” demektir.
Mahşerde yaşanacakların bu âyet grubunda yer alan üçüncüsü, “amel defterlerinin açılması”dır. “Diriltilme, toplanma ve Allah’a sunulma” aşamalarından sonra gelen işlem “insanların bilgilendirilmesi”dir. Mahşerde insanlar şu beş şekilde bilgilendirileceklerdir: Amel defteri verilerek, haberdar edilerek, beyan şeklinde, kıssa yoluyla ve organlar konuşturularak.[51] İşte bu âyette, insanlara verilecek amel defterlerinin açılmasından söz edilmektedir.
Kur’ân’da verilen bilgilere göre, insanların dünya hayatında yaptığı ve sorumluluk alanına giren bütün davranışlar, Yüce Allah tarafından meleklere yazdırılmakta ve muhafaza edilmektedir. Bu husus, Kur’ân’da çeşitli âyetlerde açıkça ortaya konulmaktadır.[52]
Adına rasûl/rusül,[53] sâık, şehîd,[54] hâfız, kâtib,[55] mütelakkıyân,[56] rakîb[57] ve nihayet topluca kirâmen kâtibîndenilen meleklerin yazdığı amellerin yer aldığı kayıt defterine Kur’ân’da zübur[58] ve imâm-ı mübîn[59] dendiği gibi, suhufadı da verilmektedir. İşte, kayıt altına alınan bu davranış sicilleri mahşerde insanların önlerinde açık bulacakları birer “kitap” olarak meydana çıkartılacaktır.[60] Zilzâl 99/7-8’de yer aldığı üzere, herkes yaptığını orada görecektir.
ıv. Gök Soyulup Gerçekler Ortaya Serilecek
وَاِذَا السَّمَآءُ كُشِطَتْۙ “Gökyüzü sıyrılıp alındığı zaman.” Âyetteki السَّمَآءُ es-semâ’ kelimesi “gökyüzü, uzay”, كُشِطَتْ küşitat fiili ise açılmak” demektir.
a) Bu ifade, mahşerde yeni sistemin şekillenmesinin bittiğini ifade eder. Bu durumda anlam, “Göğün perdesi açıldığında”, yani yeniden yapılanma bittiğinde demektir. Mahşerde yaşanacak yeniden şekillenme konusunu İnfitâr 82/1’de geniş bir şekilde inceleyeceğimiz için bu kadarıyla yetinmek istiyoruz.
b) Âyete şekilsel düzenleme bakımından değil de, yargılama işleminin başlaması açısından bakıldığında, kayıtların tutulduğu o yüce makamdan emirlerin gelmesi ve yargılamanın başlaması anlamı söz konusu olur. Bu durumda es-semâ’kelimesine “yüce makam” anlamını vermek gerekir. Göğün sıyrılıp açılması, yüce mahkemenin kurulması demek olur. Fecr 89/22. âyet bu yorum için destek olabilir.
c) Eğer konuya bilgilenme açısından bakılacaksa bu durumda mesaj, “Her şey ortaya konulduğunda” şeklini alır. Göğün sıyrılıp açılması da, gizli saklı hiçbir şeyin kalmaması anlamına gelir. İbrâhim 14/48, Mümin 40/16, Kaaf 50/22 ve Hâkka 69/18 gibi âyetler, mahşerde gizli saklı hiçbir şeyin kalmayacağını, her şeyin bütün varlığı ve hakikatiyle ortaya çıkartılacağını ifade eder. İnsanların üç gruba ayrılması, kız çocuğunun hesabının sorulması ve amel defterlerinin açılması sonrasında bu âyetin gelmesi, bu son maddede söylediklerimizin bir başka delilidir. Kız çocuğuyla ilgili sorgulamanın öne alınma nedeni, konunun öneminden kaynaklanmış olabilir.
v. Cehennem Tutuşturulacak
وَاِذَا الْجَح۪يمُ سُعِّرَتْۙ “Cehennem tutuşturulduğu zaman.” Âyetteki الْجَح۪يمُ el-cahîm kelimesi “cehennem”, سُعِّرَتْ su‘‘ırat fiili ise “tutuşturulmak, kızıştırılmak” demektir.
Bu âyette Yüce Allah, cehennemin tutuşturulma zamanını açıkça kıyâmet sonrası mahşer olarak belirlemektedir. Kur’ân’da onlarca âyet, bu konuda çok net bilgiler içermekte ve “cehennem azabı”nın yerini ve zamanını açıkça âhiretle ilişkilendirmektedir.[63]
vı. Cennet Yakınlaştırılacak
وَاِذَا الْجَنَّةُ اُزْلِفَتْۙ “Cennet yaklaştırıldığı zaman.” Âyetteki الْجَنَّةُ el-cenneh kelimesi “cennet”, اُزْلِفَتْ üzlifet fiili ise “yaklaştırılmak, yakınlaştırılmak” anlamına gelmektedir.
Şu‘arâ’ 26/90 ve Kaaf 50/31’de de kullanılan bu kelime, cennetliklerin cennete gitmek için yorulmayacakları hissini vermekte ve adeta “cennete gitmek” yerine, “cennetin onların ayağına getirilmesi” mesajını içermektedir.
Tekvîr sûresinin ilk 13 âyetlik bölümünde Yüce Allah 12 hususa değinmektedir. Bunların 6 tanesi kıyâmet olayının çeşitli sahneleridir; diğerleri ise 6 başlık halinde kıyâmet sonrası mahşeri konu edinmektedir. İşte cennetin yakınlaştırılması da söz konusu konuların bu sûredeki sonuncusudur.
b) Mahşer – Bilgilenme İlişkisi
Mahşerde yaşanacak bu olaylar esnasında, insanın dünyada yapıp ettikleri ve yapmayıp terk ettiği ne varsa hepsinin bilineceği, bu âyette dile getirilmektedir.
عَلِمَتْ نَفْسٌ مَآ اَحْضَرَتْۜ “Kişi, (ahiret için dünyada) neler hazırladığını öğrenmiş olacaktır.” Âyetteki عَلِمَتْ ‘alimet fiili “bilmek, نَفْسٌ nefs kelimesi “kişi”, اَحْضَرَتْ ahdaret fiili ise “hazırlamak, sunmak” demektir.
Bu âyet, sûredeki izâ edatlarının cevabı durumundadır. Kıyâmet ve mahşerin yaşanma nedeni, işte burada özetlenmektedir. İnsanoğlu, yargılama için dünya hayatında neleri hazırladığını mahşerde öğrenecektir. İnfitâr 82/5’te de genişçe ele alacağımız üzere, pek çok âyette bu konu dile getirilmektedir.[66]
Mahşerdeki yargılamanın detaylandırılarak verilmesinin bir nedeni, Yüce Allah’ın insanlara dünyada nasıl yargılama yapmaları gerektiğini öğretmek de olabilir. Âyetlerden böyle bir mesaj çıkartılmasında herhangi bir sakınca görülmemelidir.
15-21. ÂYETLER:
فَلَآ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِۙ ﴿15﴾ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِۙ ﴿16﴾
وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ ﴿17﴾ وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ ﴿18﴾
اِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَر۪يمٍۙ ﴿19﴾ ذ۪ي قُوَّةٍ عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ مَك۪ينٍۙ ﴿20﴾ مُطَاعٍ ثَمَّ اَم۪ينٍۜ ﴿21﴾
“15-21. Devamlı dönen ve hareket edip gizlenenlere, kararmaya yüz tuttuğunda geceye ve ağarmaya başladığında sabaha yemin ediyorum ki, o (Kur’an), şüphesiz çok değerli, çok güçlü, Arş’ın sahibi (Allah’ın) katında çok itibarlı, saygın ve güvenilir bir elçinin (getirdiği) söz(ü)dür.”
Yüce Allah, bu âyetlerde önceki âyet grubuyla bağlantılı olarak, dönüşen ve oluşan sisteme yemin etmekte, Kur’ân’ın kaynağına dair bilgiler vermektedir. Kur’ân’da yemin ifadelerinin bulunma nedenini Kıyâmet 75/1’de verdiğimiz için burada aynı şeyleri tekrarlamak istemiyoruz.
a) Çeşitli Varlıklara Yemin
Kur’ân’da kendilerine yemin edilen varlıkların çeşitlilik arz ettiği bilinmektedir. Tekvîr 15-18’de de bu farklı varlıklardan birkaç tanesine yer verilmektedir.
ı. Etkileyici Vahiyler veya Bazı Gök Cisimleri
فَلَآ اُقْسِمُ بِالْخُنَّسِۙ اَلْجَوَارِ الْكُنَّسِۙ “Devamlı dönen ve hareket edip gizlenenlere yemin ediyorum.” Âyetlerdeki الْخُنَّسِ el-hunnes kelimesi “dönen, yumulan, gizlenen, sinsi şey”, اَلْجَوَارِ el-cevâr sözcüğü “seyahat eden, hareket eden, gezegen, akıp giden şey”, الْكُنَّسِ el-künnes kelimesi ise “kaybolan, yuvasına giren şey” demektir.[69]
Bu iki âyette hangi varlıklara yemin edildiği açıkça ifade edilmemekte, bir anlamda sıfatlar, yani niteleyenler olsa da, mevsuf, yani nitelenen şey yer almamaktadır. Bu nedenledir ki yorumlarda çeşitli kanaatler ileri sürülmekte, konuya farklı açılardan bakılabilmektedir. Bazılarına göre, maksat gündüz kaybolup gece görünen “yıldızlar”dır; bazılarına göre ise, gece ortalığa çıkan ve gündüz inlerine giren “vahşi hayvanlar”dır veya “ceylanlar”dır.[70]
a) Bu âyetlerdeki üç kelimenin “gizlenmek, hareket etmek ve kaybolmak” şeklindeki anlamları, maksadın yıldızlar veya gezegenler olduğunu gösterebilir. Meselenin hayvanlarla ilişkisi ise konu bütünlüğüne uymamaktadır.
b) Sûrenin ilk altı âyetiyle uyumlu bir yorum yapacak olursak, maksadın bu kâinat sisteminin, uzay ve içerisindeki bütün gezegenlerin yavaş yavaş aldığı şekil olduğunu söyleyebiliriz. Bu sistem hareket halindedir. Bilindiği kadarıyla, yıldızların ve gezegenlerin yapısında ışık kaynağı olma veya ışıkla buluşmalarına göre zaman zaman karanlığa gömülme, hareketlilik ve gizlenmeye benzer bir durum söz konusudur.
Her sistemin veya galaksinin kendine ait bir varlık kanunu elbette vardır ve bu iki âyette aslında o varlıkların bir değişim ve dönüşüme doğru yol almakta olduğu hatırlatılıyor olabilir. Oluşum yavaş yavaş fesada, yani bozulmaya doğru gitmektedir; ancak bu gidiş bir yok oluş değil, yeni bir oluşumun zemininin hazırlanmasıdır. Zaten bir sonraki âyette yer alan gecenin durumu da, bunu destekler mahiyettedir. Bu tür yeni oluşuma Kur’ân’da oldukça fazla işaret olduğunu belirtmekte yarar vardır. İnfitâr 82/1’de bu konuyu detaylı bir şekilde incelemeye çalışacağız.
c) Tekvîr 15 ve 16’da sözü edilen özelliklerin “vahiy” veya “vahyin inşa ettiği müminler” olma ihtimali de vardır. Bu takdirde âyetlerin anlamı şöyle olur: “Yemin ederim, gönüllere gizlenerek onları harekete geçiren vahye, o vahyin yörüngesinde kâh gizli, kâh aleni atağa kalkan müminlere.”[71]
Bu yorum, son derece ufuk açıcı ve meseleyi anlamada yol göstericidir. Zira âyetlerdeki maksadı, “vahşi hayvanlar” şeklinde anlayanlar konuyu bağlamından koparmakta, diğerleri ise meseleyi sadece önceki âyetlere bağlamaktadırlar. Bu ikincilerin tercihinde esasında bir sakınca yoktur; ancak konuyu vahiy ile ilişkilendirmek, mesajı yeminlerden sonraki cümlenin anlamıyla buluşturmak bakımından son derece önemlidir. Burada yemin edilmesinin nedeni, vahyin ilâhî kaynaklı oluşuna dikkat çekmektir; dolayısıyla 15 ve 16. âyetlerdeki niteliklerin vahiy ve müminlerle ilişkilendirilmesi oldukça isabetli ve yerinde bir yorumdur.
ıı. Yönelen Gece
وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ “Kararmaya yüz tuttuğunda geceye (yemin ediyorum).” Yemine konu edinilen ikinci varlık “gece”dir. Âyetteki الَّيْلِ el-leyl kelimesi “gece”, عَسْعَسَ ‘as‘ase fiili ise çift anlamlı kelimelerdendir; dolayısıyla gecenin hem gelmesi, hem de gitmesi anlamını vermektedir.
a) “Gecenin gelmesi” anlamına göre, maksat önceki âyetlerde dile getirilen sona doğru gidişin geceyle sonuçlanmasıdır; bir anlamda bozulmanın veya bu sistemin bitişinin tamamlanmasıdır. Tekvîr sûresinin ilk altı âyetinde ifade edilen sahnelerin artık sonuçlandığı bu şekilde ifade edilmiş olmaktadır.
b) “Gecenin gitmesi” anlamı tercih edilecekse, bu durumda maksat, yeniden yapılanmanın hemen öncesinde gecenin bitişini ifadedir. Buhârî’de yer alan bir rivayete göre, عَسْعَسَ ‘as‘ase kelimesi, أدبرedbera “gitti” anlamına gelmektedir.[72]Nitekim bu kelime Müddessir 74/33’te “gecenin bitmesi”ni ifade etmekte, 34’te ise “sabahın ağarması” dile getirilmektedir. Bu âyetlerde de durum benzerlik arz etmekte ve bir sonraki âyette sabahın gelişinden söz edilmektedir.
c) Yeminleri vahiy ile ilişkilendiren yaklaşıma göre, gecenin gidişi çok anlamlıdır. Çünkü gecenin gitmesi sabahın gelişinin habercisidir. Böylece önceki âyetleri vahiy ve müminlerle ilişkilendirince, vahyin, karanlıkları gideren yönüne işaret edilmekte olduğu ortaya çıkmış olur. Dahası, yeminlerin birbiriyle konu birlikteliği de sağlanmış olur.
ııı. Ağaran Sabah
وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ “Ağarmaya başladığında sabaha da (yemin ediyorum).” Âyetteki الصُّبْحِ es-subh kelimesi “sabah”, تَنَفَّسَ teneffesefiili ise “ağarmak” demektir.
Buradaki mesajın iki çeşit anlaşılma durumu vardır.
a) Sûrenin ilk bölümdeki âyetleri düşünürsek, maksat, eski sistemin değişip dönüşmesinden sonra yeni bir âlemin şekillendirilmesi olabilir. Buna göre, mahşer için her şey tamamdır; dünya karanlığı bitmiş, âhiret aydınlığı, nefeslenme, soluklanma ya da ağarma başlamış demektir. Müddessir 34’teki أسفر esfera kelimesi ile buradaki تَنَفَّسَ teneffese kelimesi “ağarmak” anlamını vermektedir.
b) Diğer bir yoruma göre, bu durum, cahiliye gecesinin zifiri karanlığında imanın neredeyse yok olup vahyin aydınlığı ile tekrar ortaya çıkışını çağrıştırmaktadır.[73] İlk iki yemini vahiy ile buluşturunca, sonuçta aydınlığın geleceği, vahyin aydınlık vaad ettiği ve karanlıkları ortadan kaldırıcı yönünün dikkatlere sunulduğu daha kolay bir şekilde anlaşılmış olur.
Eğer âyetleri böyle anlar ve yorumlarsak, âyetlerin yeminlerden sonraki mesajla da ortak yönlerini ve anlam ilişkilerini ortaya koymuş oluruz. Kur’ân’da yeminlerin, kendilerinden sonraki mesajla yakın ilgisinin bulunduğu bilinmelidir. Bu anlam ilişkilerini ortaya çıkartacak yaklaşımların tercih edilmesi, mesajın daha net anlaşılmasını da sağlayacaktır.
b) Kur’ân – Elçi İlişkisi
Önceki âyetlerin devamı olarak, bu üç âyette yeminin asıl konusu ve gerekçesi gündeme getirilmektedir. Burada öncelikle Kur’ân’ın gerçekliğine vurgu yapılıp onun Cebrâîl (as)’ın getirdiği söz olduğu hatırlatılmaktadır.
اِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَر۪يمٍۙ “O (Kur’an), şüphesiz değerli bir elçinin (getirdiği) söz(ü)dür.” Âyetteki قَوْلُ kavl kelimesi “söz”, رَسُولٍ كَر۪يمٍ rasûlin kerîm tamlaması ise “değerli elçi” demektir.
Kur’ân’da yeminlerden sonraki ilk cümle çok önemli olduğu için, bunların öncesinde yemin ifadeleri getirilmektedir. Bu cümlelere aynı zamanda “yeminin cevabı” denilmektedir. Sûrenin başından beri, bu âyetin mesajına dikkat çekilmekte ve adeta zihinler buraya hazırlanmaktadır.
- Kâinat kitabına yönelik göndermelerde asıl amaç, Ra‘d 13/1, Fussılet 41/53, Kaaf 50/5 ve Zâriyât 51/23 gibi âyetlerde belirtildiği üzere, Kur’ân’ın gerçek olduğunu, yani Yüce Allah tarafından gönderilmiş olduğunu ispatlamaktır. İşte burada da aynı mantık sürdürülmekte ve Kur’ân’ın kaynağı gündeme getirilerek, bu vahyin Hz. Peygamber’in sözü değil, Cebrâîl (as)’ın Yüce Allah’tan getirdiği söz olduğu vurgulanmaktadır.
- Bu âyetin başındaki hû zamirinin hangi kelimeye ait olduğu konusu çok önemlidir. Bunu tıpkı Târık 86/13’te olduğu gibi “şan zamiri”[74] olarak kabul etmek mümkündür. Bununla birlikte 15. âyetteki el-hunnes kelimesini “vahiy” veya “ilâhî mesaj” olarak kabul edersek, bu zamirin yeri de belli olur ve maksadın “Kur’ân” olduğu açıklığa kavuşur.
- Âyetteki قَوْلُ kavl kelimesi, “söz” demektir ve Kur’ân’ın, “Cebrâîl (as)’ın getirdiği söz” olduğu anlamını vermektedir. Kur’ân kelâmullâhtır, yani Yüce Allah’ın kelâmıdır ve bunun Kur’ân’da delilleri vardır.[75] Kur’ân’ı tanıtma anlamında onun kavlullâh, yani “Allah’ın sözü” olduğuna dair bir tamlama Kur’ân’da Yüce Allah’a nispet edilmez. Sadece En‘âm 6/73’te kavlühû ve Nahl 16/40’ta kavlüna ifadeleri yer almaktadır. Bunlar da Kur’ân vahyini veya başka herhangi bir ilâhî vahyi değil, yokluktan varlığa geçişi ifade eden emir ve karar anlamındadır.[76]
- Hâkka 69/38-40’ta aynı şekilde yeminlerden sonra Kur’ân’ın değerli bir elçinin sözü olduğu ifade edilmektedir. Kur’ân’ın Cebrâîl (as)’ın sözü oluşu, bu kelimeleri onun dizmesi veya şekillendirmesinden öte, Yüce Allah’tan alıp iletmesi veya getirmesi anlamındadır. Melekler iradesiz varlıklar olduğu için, onların herhangi bir tercihi söz konusu olamaz. Yüce Allah Hz. Cebrâîl’e anlamı bildirmiş, bu bildirim meleğin ağzından bu şekilde Hz. Peygamber’in kalbine indirilmiştir. Bakara 2/97, Nahl 16/102 ve Şu‘arâ’ 26/192-195’te bu husus açıkça yer almaktadır.
- Sözün Cebrâîl (as)’a nispeti, Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in sözü olduğu suçlamasını reddetmek içindir. Necm 53/1-7’de de aynı konu dile getirilmekte ve peyderpey indirilen Kur’ân’ın Hz. Peygamber’in sözü olmadığı, kendisine vahyedilen bir bilgi olduğu ve onu Cebrâîl’in öğrettiği ifade edilmektedir.
- c) Cebrâîl (as)’ın Özellikleri
Kur’ân’ın “elçinin getirdiği söz oluşu” beyan edildikten sonra, şimdi de elçinin, yani Hz. Cebrâîl’in bazı özellikleri sıralanmaktadır. Elçinin üstün özellikli oluşu, özelliklerinin kıymeti getirdiği mesaj için de önemli bir referanstır.
ı. Değerlidir
كَر۪يمٍۙ “(Elçi) çok değerlidir.” Âyetteki كَر۪يمٍۙ kerîm kelimesi “değerli, muazzam, türünün en kalitelisi”[77] gibi anlamlara gelmektedir.
Bu kelime Kur’ân’da şu varlıkları nitelendirmektedir: “Yüce Allah”,[78] “Cebrâîl (as)”,[79] “Kur’ân”,[80] “rızık”,[81] “melek”,[82] “arş”,[83] “bitki çifti”,[84] “makam”,[85] “kitap, mektup”,[86] “ödül”,[87] “cennet”,[88] “peygamber”,[89] “rahatlatıcı, huzur verici”[90] ve “söz”.[91] Bunların dışında olumsuz anlamda azaptakilere yönelik olarak da sadece bir âyette geçmektedir.[92]
Kullanımlarına bakıldığında kerîm kelimesinin olumlu anlam verdiği anlaşılmakta, bu arada Cebrâîl (as)’ın da değerli bir elçi olduğu ifade edilmektedir. Hem gönderen Yüce Allah, hem elçi Hz. Cebrâîl, hem gönderilen ilâhî mesaj Kur’ân, hem de peygamber Hz. Muhammed “değerli” olduğu için, dört unsur da Kur’ân’da kerîm sıfatıyla nitelendirilmekte ve ilâhî vahyin tabiatı değerlerle dolu olarak tanıtılmaktadır. İşte bu âyette geçen kerîm kelimesi Cebrâîl (as)’ın ilk özelliği olarak sunulmaktadır.
ıı. Güçlüdür
ذ۪ي قُوَّةٍ “Çok güçlüdür.” Âyetteki ذ۪ي قُوَّةٍ zî kuvveh ifadesi “kuvvetli“ demektir.
Cebrâîl (as)’ın güçlülüğü, üstlendiği elçilik görevini yerine getirmedeki başarısı, görevinde herhangi bir eksiklik yapmaması, başka varlıklardan ve özellikle şeytanın vahye müdahale teşebbüslerinden etkilenmemesi gibi anlamlara gelmektedir. Onunla ilgili benzer nitelendirmeler Necm 53/5-6’da da şöyle yer almaktadır: “Onu melekeleri son derece güçlü bir (melek) öğretti: Etkileyici ve tam donanımlı.”
Ayrıca eğer Cinn 72/27’deki rasûl kelimesini “melek” anlamına alırsak, vahiy indirilirken elçinin gözetim altında tutulduğu ve dış müdahalelerden korunduğu da söylenebilir. Bu ve benzer nedenlerle, vahiy meleğinin çok güçlü olduğu kolaylıkla anlaşılmış olmaktadır.
ııı. İtibarlıdır
عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ مَك۪ينٍۙ “Arş’ın sahibi (Allah’ın) katında çok itibarlıdır.” Âyetteki عِنْدَ ‘ınde edatı “katında, yanında”, ذِي الْعَرْشِ zi’l-‘arşifadesi “Arşın sahibi”, مَك۪ينٍ mekîn kelimesi ise “itibarlı” demektir.
عِنْدَ ذِي الْعَرْشِ “Arş’ın sahibi katında” ifadesi, Cebrâîl (as)’ın önceki sıfatı olan “kuvvetlilik ve güçlülük” ile de ilgili olabilir. Cebrâîl (as)’ın mekîn oluşu, Yüce Allah’ın katında “itibarlı, makam ve mekân sahibi”[93] veya “şerefli ve haysiyetli oluşu” demektir.[94] Makam ve itibar, ona Yüce Allah tarafından ihsan edilmiştir. Bu yönüyle de elçilik görevine daha büyük bir inandırıcılık kazandırılmak istenmektedir.
ıv. Kendisine İtaat Edilir
مُطَاعٍ ثَمَّ “Orada kendisine itaat edilir.” Âyetteki مُطَاعٍ mutaa‘ kelimesi “itaat edilen”, ثَمَّ semme sçzcüğü ise “orada” anlamına gelir.
Bu âyete göre, Arş’ın sahibi Yüce Allah’ın katında, Cebrâîl (as)’a muhtemelen diğer melekler tarafından itaat edildiği ve saygı gösterildiği anlaşılmaktadır.
İlgili edat sümme olarak da okunabilir. Bu durumda âyet “kendisine itaat edilendir, sonra da ayrıca güvenilir olandır” anlamına gelir.[95] Her iki okuyuşa göre de âyetin anlamında önemli bir farklılık oluşmamaktadır.
Güvenilirdir
اَم۪ينٍۜ “Güvenilirdir.” Bu sıfat, Cebrâîl (as)’ın bu âyet grubundaki son niteliğidir. Güvenilir olmak, emanet edene, emanet ettiği şeyde hıyanetlik yapmamak demektir. Seçen varlık Yüce Allah olduğu için, elçi seçiminde hata bulunma ihtimali sıfırdır. Melekler Yüce Allah tarafından kendilerine emredilen şeyi aynen yaparlar; hiçbir şekilde isyanın tarafı olmazlar.[96]
Buradan hareketle, Hz. Peygamber’e ulaştırılan vahyin hiçbir şekilde değişime veya bozulmaya uğramadığı, mesajda eksilme veya ilaveler yaşanmadığı, Allah nasıl emrettiyse bütünüyle o şekilde insanlara iletildiği, böylece bir defa daha dile getirilmektedir. Yüce Allah mesajını bu garantide ve sistemde ulaştırdığı için, Hz. Peygamber’e de onu aynı şekilde bozmadan insanlara ulaştırmasını emretmiştir.[97]
d) Elçinin Özelliklerinin Verilme Nedeni
İndiriliş olarak risaletin ilk yılında nâzil olan bu sûrede, Hz. Cebrâîl hakkında neden bu kadar detay verildiği sorusu akla gelebilir. Bizce bunun birkaç nedeni vardır:
- Vahiy meleği tanıtılmakta, böylece vahye muhatap olan Hz. Peygamber’in, ilk Müslümanların ve diğer müminlerin merakı giderilmekte ve vahyi getiren varlık hakkında bilgi sahibi olmaları sağlanmaktadır.
- İnkârcılara karşı önemli bir güç tanıtımı yapılması ve gözdağı verilmesi amaçlanmış olabilir. Allah katında konumu bu şekilde olan bir elçinin vahyin gönderilmesindeki aracılığı, müşrik veya inkârcı karşıtlara da anlamlı bir cevap niteliği taşımaktadır.
- İslâm inancını insanlara tebliğ edecek kişilere de, nasıl niteliklere sahip olmaları gerektiği öğretilmek istenmiş olabilir. Din tebliğinde bulunanlar, “toplumun bilgide önde ve önderlerinden, bilgi ve ahlâk ile donanımlı olanlarından, saygın ve itibar sahiplerinden, kendisine itaat edilip sözüne güvenilen kişilerinden” olması gerektiği bu şekilde insanlara hatırlatılmaktadır.
Kendisinde bu nitelikler bulunmayanların sonuç beklemeleri hayalden öte bir değer taşımaz; çünkü onlar, bu yetersizlikleriyle aslında tebliğ de yapmış sayılmazlar. Tebliği gereği gibi yapmayanlar bu davranış eksikliklerinden de sorumlu tutulacaklardır.
- Yüce Allah güvenilirdir; elçisi de peygamberi de güvenilirdir. O halde, şimdi Yüce Allah için din anlatan ve yorumlayanlar da aynı hassasiyeti göstererek, vahye ilaveler yapmadan ve onun gerçeklerini kırpmadan insanlara anlatmalıdırlar. Sistem güven esasına dayalıdır; bu nedenle dini bozmamak noktasında Cebrâîl (as) ve Hz. Muhammed örnek alınmak zorundadır.
- Sonuç olarak şunu söyleyelim: Elçi’nin görevlerinin bu detaylarda sayılmasının nedeni, tebliğ yapacak insanların bu konuda daha duyarlı olmalarını sağlamaktır.
22-26. ÂYETLER:
وَمَا صَاحِبُكُمْ بِمَجْنُونٍۚ ﴿22﴾ وَلَقَدْ رَاٰهُ بِالْاُفُقِ الْمُب۪ينِۚ ﴿23﴾
وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَن۪ينٍۚ ﴿24﴾ وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَج۪يمٍۚ ﴿25﴾
فَاَيْنَ تَذْهَبُونَۜ ﴿26﴾
“22. Arkadaşınız hiçbir şekilde mecnun değildir. 23. Yemin olsun ki, onu (melek elçiyi) apaçık ufukta görmüştü. 24. O, gaybın bilgilerini de hiçbir şekilde esirgemez. 25. (Kur’ân ise), asla kovulmuş şeytanın sözü değildir. 26. Hal böyle iken, nereye gidiyorsunuz?”
Bu pasajda, Hz. Peygamber’i suçlayanlara cevap verilmekte, onun Cebrâîl (as) ile ilişkisi yeniden gündeme getirilmekte ve vahyin kaynağına dair yanlış kanaatler reddedilmektedir.
a) Arkadaş Peygamber Anlayışı
Yüce Allah, bu sûrede Hz. Peygamber’in özellikleri bağlamında ilk olarak onun “arkadaşlığı”nı gündeme getirmektedir.
وَمَا صَاحِبُكُمْ بِمَجْنُونٍۚ “Arkadaşınız hiçbir şekilde mecnun değildir.” Âyetteki صَاحِبُ saahıb kelimesi “arkadaş”, ِمَجْنُونٍmecnunsözcüğü ise “deli” demektir.
Âyette olumsuzluk anlamı veren mâ edatı, sonunda bâ ve nekra (belirsiz) bir kelime ile kullanıldığı için, burada dile getirilen şeyin hiçbir şekilde söz konusu olamayacağı, bunu düşünmenin bile akla ziyan olduğu özellikle vurgulanmak istenmektedir.
- Bu âyet, Hz. Peygamber’i cinlenmiş olmakla, yani delilikle suçlayanlara karşı bir cevaptır. Önceki peygamberlere de olduğu gibi,[98] Mekke müşrikleri ona “deli”,[99] “şair”,[100] “büyücü/büyülenmiş”[101] veya “yalancı”[102] diyorlardı. Bizzat kendilerinin el-emîn dedikleri ve güvenleri nedeniyle kıymetli eşyalarını kendisine emanet ettikleri Hz. Peygamber’e bu sıfatları yakıştıranların, nasıl bir psikolojiye sahip oldukları ve ne düzeyde bir yürek parçalanmışlığı yaşadıkları anlaşılmaktadır.
- Yüce Allah, bu âyetiyle bir taraftan Hz. Peygamber’in böyle bir niteliğin sahibi olmadığını ifade etmekteyken, diğer taraftan onun insan bir peygamber olduğunu da vurgulamaktadır. İnsanlar için görevlendirilen peygamber, insan olmak zorundaydı; bu nedenle melek peygamber bekleyenler şiddetli bir şekilde reddedilmektedir.[103] Melek peygamber beklemek, kendi türünden ümit kesmek ve sorumluluğu reddetmektir. Nitekim Hz. Nûh’un kavmi de, benzer bir arzuyu dile getirerek melek peygamber beklentilerini ifade etmişlerdi.[104]
- A‘râf 7/184, Sebe’ 34/46 ve Necm 53/2’de de geçtiği üzere, Yüce Allah bu âyette صَاحِبُ sâhıb diyerek, Hz. Peygamber’in, onların “arkadaşı” olduğunu özellikle dile getirmektedir. Hz. Peygamber onların arasında yıllarca yaşamıştı. Nitekim “Ben o (Kur’ân vahyedilmeden) önce yıllarca sizin aranızda kalmıştım zaten”[105] ifadesi, bu âyetin anlamını pekiştirmektedir. Sâhıb demek, “sohbetinde bulunan” ya da “sohbet eden” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, yıllarca süre gelen arkadaşlık ve sohbet ortamlarında birlikte oldukları arkadaşları için bu tür yakıştırmalarda bulunmaları anlaşılamaz bir tutumdur. Âyette bu duruma da işaret ve gönderme vardır.
- Hz. Peygamber’e muhataplarının “arkadaşı” denmesi, aslında onun da diğer insanlar gibi bir beşer olduğunu, ilâh olmadığını ve sorumluluk taşıdığını ortaya koymaktadır. Çağdaşı olan veya olmayan bütün muhataplar, Hz. Peygamber’in “insan” olduğu gerçeğini unutmamalıdırlar; vahye adres olma yönüyle de, ilâhî rızayı kazanmak için takip edilmesi gereken örnekliği hatırdan çıkartılmamalıdırlar.
b) İlk Buluşma Apaçık Ufukta
Yüce Allah, Hz. Peygamber’in vahiy meleği Cebrâîl (as) ile ilişkisini, vahyin ilk gelişi ve onu asıl şeklinde ilk görüşü ile örneklendirmektedir.
وَلَقَدْ رَاٰهُ بِالْاُفُقِ الْمُب۪ينِۚ “Yemin olsun ki, onu (melek elçiyi) apaçık ufukta görmüştü.” Âyetteki رَاٰ raâ fiili “görmek”, الْاُفُقِ الْمُب۪ينِ el-ufukı’l-mübîn tamlaması ise “apaçaık ufuk” demektir.
Bu âyet, diğerlerinden farklı olarak وَلَقَدْ velekad ifadesiyle başlamaktadır ki, bu çok önemli bir vurgu ve yemin içerir.
- Yüce Allah’ın bir konuda yemin etmesi, muhatapların çok şiddetli bir inkâr içerisinde olduğunu ve inkârın doğru olmadığını öğretmek içindir. Karşıdakiler güçlü bir şekilde mukavemet gösteriyorsa, onlara karşı aynı güçte söz söylenmelidir; yeminin gayesi budur. Baştaki vâv edatı “yemin”, lâm ve kad edatları ise “te’kid”, yani “anlamı güçlendirme ve muhakkaklık” ifade eder. İşte bu kullanım, konu gereği mümkün olan bütün vurguları ortaya koymaktadır.
- Âyette dile getirilen mesele, Hz. Peygamber’in Cebrâîl (as)’ı görmesiyle ilgilidir. Kendisine kitap verileceğini ummayan ve melek beklemeyen bir insanın[106] melekle karşılaşıp onu görmesine, üstelik ondan bilgi almasına, önce kendisinin inanması çok büyük bir olaydır. Hz. Muhammed, bu büyük imtihanı başarmasının ardından, daha sıkıntılı bir süreçle yüz yüzeydi; çünkü bu defa, gördüklerini insanlara inandırmaya çalışacaktı. Bunu tek başına başarması elbette ondan beklenemezdi.
Bu nedenle Yüce Allah, onunla ilgili konuları bizzat Kendisi üstlenip ifade ederek, Peygamberinin işini kolaylaştırmakta, meleği gördüğü haberini Yüce Allah vermektedir. Hatta Hz. Peygamber’i yalanladıklarında da Yüce Allah, o zalimlerin Hz. Peygamber’i değil, Allah’ın âyetlerini inkâr ettiklerini belirterek onu sahiplenmekte ve motive etmektedir.[107] Dahası, çevresindekilerin inanmadığını gördüğünde çok üzülen ve neredeyse kendisine yazık edecek kadar sıkıntı çeken[108] Hz. Peygamber’e, yaşanacakların haberi önceden verilmekte, bir anlamda kendisinden buna hazır olması istenmektedir.
- Tekvîr 23’te ele alınan konu, Hz. Peygamber’in Cebrâîl (as)’ı “apaçık ufukta görmesi”yle ilgilidir. Bu konu, Necm 53/5-12’de şöyle ifade edilmektedir: “Onu, melekeleri son derece güçlü, etkileyici ve tam donanımlı bir (melek) öğretti. Derken o kendini olanca haşmetiyle gösterdi; (önce) en uzak (en yüce) ufukta belirmişti; daha sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu; öyle ki iki yay aralığı, hatta daha az bir mesafe kaldı. İşte (Allah)’ın kuluna vahyettiğini böylece iletmiş oldu. Gördüğünü gönül yalanlamadı. Şimdi siz, gördüğü şey hususunda onunla tartışacak mısınız?”
Tekvîr 23’te bir âyet halinde değinilen konu, Necm’de 8 âyete serpiştirilerek detaylandırılmaktadır. Burada önemli olan husus, olayı Yüce Allah’ın anlatmasıdır ki, bu durum bir çeşit sahiplenmedir. Aksi takdirde olay, “De ki ben, …” şeklinde Hz. Peygamber’in dilinden de vahye konu edilerek sunulabilirdi.
- Necm 53/7’deki el-ufuku’l-a‘lâ “en yüce ufuk” tamlaması Tekvîr 23’te el-ufuku’l-mübîn “apaçık ufuk” şeklinde ifade edilmektedir; ikisi de aynı olayı ve aynı yeri tanımlamaktadır. Yine Necm 53/13-15’te Hz. Peygamber’in vahiy meleğini başka bir inişinde daha gördüğü ifade edilmektedir. Her iki sûrede konuyla ilgili olarak beş defa, “görmek” anlamına gelen raâ/yerâ fiili kullanılmaktadır ki bu da Nebî (as)’ın Hz. Cebrâîl’i asıl suretinde en az iki kez gördüğünün delilidir.
- “Ufk”un mübîn oluşu, aslında ilâhî kaynaktan gelen bilgilerin apaçık ve açıklayıcı olduğunu da dolaylı olarak göstermektedir. Yücelerden gelen bilgiler ufuk bilgilerdir, ufuk açıcı bilgilerdir. Apaçık oldukları için, apaçık ve açıklayıcı hakikatleri de getiren prensiplerdir. Müslüman, bilgi olarak yücelerden beslenen, ufuk fikirler üreten ve açık gerçekleri bütün açıklığıyla insanlığa sunan insan olmalıdır.
c) Gerçeğin İlân Edilmesi Gereği
“Arkadaş” peygamber, vahiy meleğini apaçık ufukta görüp vahye muhatap kılınınca, bazıları bunu kabul etmeye hiç yanaşmamışlardı. Dahası, verdiği bilgiler konusunda kendisini suçlamaya yeltenmişlerdi. İşte bu âyet konuyu ortaya koymaktadır.
وَمَا هُوَ عَلَى الْغَيْبِ بِضَن۪ينٍۚ “O, gaybın bilgilerini de hiçbir şekilde esirgemez.” Âyetteki الْغَيْبِ el-ğayb kelimesi “gayb”, ضَن۪ينٍ danînsözcüğü ise “zanlı, cimri” demektir.
Burada konu Hz. Peygamber’in vahiy ile ilişkili gayb konusundaki tutumudur. Âyetteki ضَن۪ينٍۚ danîn kelimesine âlimlerimiz iki anlam vermişlerdir:
- “Cimri”. Buna göre, âyette Hz. Peygamber’in kendisine vahyedilen gaybın iletilmesi konusunda hiçbir şekilde cimri davranmadığı anlatılmış olur. Mâide 5/67 ile bu âyet aynı konuyu içeren mesajlar olarak görülebilir. Bu durumda bir taraftan, vahyin esirgenmeden insanlara ulaştırıldığı anlatılırken, diğer taraftan bilginin herkesle buluşturulmasının gereği ifade edilmiş ve âyetin mesajının günümüze gelmesi de sağlanmış olmaktadır.
- “Zanlı”. Buna göre de, âyette Hz. Peygamber’in gayb ile ilişkili olan vahyin iletilmesi konusunda hiçbir şekilde suçlanamayacağı ifade edilmiş olur. Vahyi almada ve onu insanlara tebliğ etmede hiçbir şekilde suçlu, zanlı ve töhmet altında bırakılacak birisi olmadığı vurgulanmış olmaktadır. Âyetin bu anlamından hareketle, gerçeği söyleyenlerin de suçlanmaması gerektiği sonucunu elde edebiliriz.
d) Vahiy – Şeytan Karşıtlığı
Hz. Peygamber’i vahiy konusunda suçlayanlar, tebliğ ettiği esasların şeytan kaynaklı olduğu suçlamasında da bulunmuşlardı. İşte bu âyette buna değinilmektedir.
وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَيْطَانٍ رَج۪يمٍۚ “(Kur’ân ise) asla kovulmuş şeytanın sözü değildir.” Âyetteki قَوْلِ kavl kelimesi “söz”, شَيْطَانٍ رَج۪يمٍ şeytân-ı racîm tamlaması ise “kovulmuş şeytan” demektir.
Bu âyeti iki türlü anlayabiliriz:
- Âyetteki hüve zamiri, eğer Kur’ân’a ait olursa, onun kovulmuş şeytanın sözü olmadığı ifade edilmiş olur. Şu‘arâ’ 26/210-212’de de belirtildiği üzere Kur’ân’ı şeytanlar indirmemiştir; bu, hem onların işi değildir, hem de buna güçleri yetmez; çünkü onlar vahyi işitmekten bile kesinlikle men edilmişlerdir.
- Zamir Hz. Peygamber’e giderse, anlam “Peygamber, hiçbir şekilde şeytan kaynaklı bir sözle ilgilenmez” şeklini alır. 22. âyetten itibaren konu Hz. Peygamber’le ilgili olduğu için ve bağlam gözetilerek bu ikinci ihtimalin de mümkün olduğu söylenebilir. Her iki anlam da doğrudur; fakat âlimlerimiz ilk anlamı tercih etmişlerdir.
e) Sorgulanması Gereken Yöneliş
Her türlü karşı çıkışa ve düşmanlığa rağmen, Yüce Allah yine de muhatapların kendi durumlarını kontrol etmeleri gerektiğini, inanç ve uygulamalarını sorgulamalarını onlardan istemektedir.
فَاَيْنَ تَذْهَبُونَۜ “Hal böyle iken, nereye gidiyorsunuz?” Âyetteki اَيْنَ eyne edatı “nereye, nerede”, تَذْهَبُونَ tezhebûne fiili ise “gitmek” demektir.
Yüce Allah konunun sonunda, bunca gerçeğe rağmen inkârcıların inkârı seçmelerinin sorgulanmasını istemekte ve bu tercihin adeta felaket getireceğini haber vermektedir. Kıyâmete ve âhirete, Yüce Allah’ın çeşitli varlıklara yemin etmesine, vahyin gerçekliğine ve Hz. Peygamber’in misyonuna vurgu yapılmasına rağmen, insanların inkârdan yana tavır koyması derin bir yanılgı olarak sunulmaktadır. Bu tercihin sahipleri kendilerini mutlaka sorgulamalı, nereye gittiklerini iyi hesap etmeli ve uyarılara kulaklarını tıkamamalıdırlar.
Âyeti güncele ve evrensele taşıdığımızda şunu söyleyebiliriz: İnançlar ve bilgiler sorgulanarak sahiplenilmelidir. Kişiler dünyada takip edecekleri yolu iyi belirlemeli, âhiret için doğru tercihlerde bulunmalıdır.
27-29. ÂYETLER:
اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَۙ ﴿27﴾ لِمَنْ شَآءَ مِنْكُمْ اَنْ يَسْتَق۪يمَ ﴿28﴾
وَمَا تَشَآؤُ۫نَ اِلَّآ اَنْ يَشَآءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ ﴿29﴾
“27-28. O (Kur’ân), âlemler için, yani içinizden doğru yolda gitmek isteyenler için sadece bir öğüttür. 29. Böylece, zaten âlemlerin Rabbi Allah’ın dilediğini dilemiş olursunuz.”
Bu âyetlerde, sûrenin asıl vermek istediği mesaj, 19. âyette olduğu gibi yeniden gündeme getirilmekte ve doğru yolu takip etmek isteyenler için Kur’ân’ın bir öğüt olduğu vurgulanmaktadır.
a) Öğüt – İstikamet İlişkisi
Kur’ân’ın Kur’ân’da pek çok isim ve sıfatından söz edilmektedir. Konunun izahını daha önce yaptığımız için,[109] burada sadece Kur’ân’ın zikr oluşuna değinmek istiyoruz.
ı. Kur’ân Öğüttür
اِنْ هُوَ اِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَم۪ينَۙ “O (Kur’ân) âlemler için sadece bir öğüttür.” Âyetteki ذِكْرٌ zikr kelimesi “öğüt”, الْعَالَم۪ينَ el-‘âlemîn sözcüğü ise “alemler, insanlar” demektir.
Bu âyette Kur’ân’ın öğüt oluşu ifade edilmektedir. “Kur’ân’ın âlemler için sadece bir öğüt oluşu”, yararlanmak isteyenee yönelik öğüt oluşu anlamına gelir. Kur’ân’ın öğüdünden yararlanmak isteyenler daha çok insanlar olduğu için âyetteki el-‘âlemîn kelimesini “insanlar, akıllılar” anlamında değerlendirmek gerekir. Bu kelimenin el-‘ılm “ilim” kelimesiyle aynı kökten geldiği düşünüldüğünde, “âlem” adını almanın “ilim”le ilişkisi ortaya konulmuş olur.
Bu arada cinlerin de bu vahyin aydınlığından yararlandığına dair Kur’ân’da mesajlar bulunmaktadır. Ahkaaf 46/29-32 ve Cinn 72/1-2. âyetler bunun delilidir. Muhatapların çoğunluğu kimlerden oluşuyorsa hitap ona göre şekillendirilmektedir. Dolayısıyla mesajın içeriğinde cinlerin bulunmasına bir engel yoktur.
Kur’ân bir öğüttür, hatırlatmadır. Bu kökten gelen kelimeler Kur’ân’da sıklıkla kullanılmaktadır. Zikr, tezkira ve zikrâ kalıplarında bu kelime “gerçeğin hatırlatılması” anlamına gelmekte ve pek çok âyette Kur’ân’ın bir ismi olarak yer almaktadır.[110]
ıı. İstikameti Dilemek Gerekir
لِمَنْ شَآءَ مِنْكُمْ اَنْ يَسْتَق۪يمَ “İçinizden doğru yolda gitmek isteyenler için (bir öğüttür).” Âyetteki شَآءَ şâe fiili “dilemek”, يَسْتَق۪يمَ yestekıımfiili ise “doğru yolda olmak” demektir.
İşte bu ifade, Kur’ân’ın öğüt oluşundan kimlerin yararlanacağını ortaya koymakta ve önceki âyetteki el-‘âlemîn kelimesini açıklamaktadır.
Çeşitli vesilelerle ifade ettiğimiz üzere, hidâyet vermek ve doğru yolu göstermek sadece Yüce Allah’a aittir.[111] Gösterilen bu yolu tercih etmek ise insana bırakılmıştır.[112] Bu noktada Hz. Peygamber bile devreye girememekte ve kişi istemediği sürece, sevdiğini hidayete erdirememektedir.[113] Kur’ân’da hidayeti kulun istemesi gerektiği[114] ve hidayetin isteyene verileceği açıkça beyan edilmektedir. , Yüce Allah isteyene hidayet verir; isteyeni de sapıklıkta terk eder.[115]Peygamberin (as) yapabileceği şey, Allah’ın yolunu göstermek ve ona davet etmektir.[116] İman edene[117] ve Hakk’a yönelene hidayet edilir.[118] Çünkü Fâtiha 1/6’da olduğu gibi hidayet bir isteğin sonucudur.[119]
Kehf 18/29’da hakkın, yani gerçeğin Rabbimiz tarafından bildirildiği açıkça ifade edilmekte, artık dileyenin inanabileceği, dileyenin ise inkâr edebileceği, ancak inkârcılara azabın hazırlandığı vurgulanmaktadır. Teğâbün 64/2’de ise, “İnsanları Yüce Allah’ın yarattığı, bazılarının mümin, bazılarının ise kâfir olduğu” beyan edilmektedir. Bu durumda insanların, sonuçlarına katlanmak kaydıyla serbest bırakıldığı açıkça ortaya konulmaktadır. Kur’ân’dan öğüt almak isteyenler için onun insana tanınmış bir fırsat olduğunu beyan eden Tekvîr 27-28’de sözü edilen husus açıkça budur.
Bazı âyetlerde mutlak anlamda Yüce Allah’ın kudretinin her şeye yeteceği, dilerse herkesi hidayete erdirebileceği de beyan edilmektedir.[120] Bu husus elbette doğrudur; dilemesi halinde herkesi inandırabileceği gerçeğine rağmen, Yüce Allah bunu insan iradesi olmadan dilememiştir; çünkü bu durumda hayatın bir imtihan alanı oluşu anlamını kaybedecektir.
b) İnsanın ve Yüce Allah’ın Dileği Nedir?
İsteyenin istikamet sahibi olabilmesinin başka bir şekilde ifadesi ise sûrenin son âyetinde yer almaktadır:
وَمَا تَشَآؤُ۫نَ اِلَّآ اَنْ يَشَآءَ اللّٰهُ رَبُّ الْعَالَم۪ينَ “Böylece, zaten âlemlerin Rabbi Allah’ın dilediğini dilemiş olursunuz.” Âyetteki تَشَآؤُ۫نَ teşâûnefiili “dilemek”, رَبُّ الْعَالَم۪ينَ rabbu’l‘âlemîn tamlaması ise “âlemlerin Rabbi” demektir.
Kur’ân’ın, istikamet sahibi olmak isteyenler için öğüt oluşundan sonra gelen bu âyete göre, insanlardan bunu gerçekleştirenler, zaten Yüce Allah’ın dilediğini dilemiş olacaklardır. Yüce Allah insanların hidayete ermelerini istemektedir. Onun için kitaplar ve peygamberler göndermiş, böylece hayat prensipleri belirlemiştir.
Küfür ve şükür ilişkisi bağlamında, kulları için Yüce Allah’ın belirlediği sistem şu âyettedir: “Eğer nankörlük ederseniz, unutmayın ki, Allah size asla muhtaç değildir ve kullarının nankörlüğünden hoşnut olmaz, buna razı değildir. Şükredecek olursanız, işte O, sizin bu tavrınızdan hoşnut olur.”[121] Yüce Allah, kullarının hidayet üzere yaşamalarından razı olacaktır ve bu nedenle, öğüt olan Kur’ân’ı onlara göndermiştir. Müddessir 74/54-56, İnsân 76/29-30 ve ‘Abese 80/11-12’de de ifade edildiği üzere, Kur’ân’ın öğüdünden yararlanmak isteyenler aslında Yüce Allah’ın onlardan istediği hidayeti dilemiş olacaklardır. Yüce Allah onlar için, istedikleri hidayeti yaratacak ve kendilerine ihsan edecektir.
İrade, öğüt ve Allah’ın dilemesi konusunda detaylı bilgiyi İnsân sûresinin son âyetlerinde vereceğiz.
[1] Ebu’l-Leys es-Semerkandî, Bahru’l-‘Ulûm, Beyrut, 1996, III, 550. Kurtubî’de yer alan rivayete göre, okunacak sûrelere İnfitâr ve İnşikaak sûreleri de eklenmiştir (Bk. Ebû Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, XIX, 148).
[2] Halil b. Ahmed, Kitâbü’l-‘Ayn, Beyrut, 1988, V, 401-402; Ebu’l-Hüseyin Ahmed ibn Fâris, Mücmelü’l-Lüğa, Beyrut, 1986, III, 773.
[3] Taberî, age., XXX, 64; Râzî, age., XXXI, 66.
[4] İslâmoğlu, age., s. 1227’de 1. not.
[5] Halil b. Ahmed, age., V, 402; Semerkandî, age., III, 550; Kurtubî, age., XIX, 148.
[6] İbn Fâris, age.,III, 774.
[7] Taberî, age., XXX, 65.
[8] Kurtubî, age., XIX, 149.
[9] İbn Fâris, age., III, 780.
[10] Zemahşerî, age., IV, 694.
[11] Bakara 2/24; Tahrîm 66/6.
[12] Kehf 18/47.
[13] Tâhâ 20/105.
[14] Neml 27/88.
[15] Vâkı‘a 56/5.
[16] Hâkka 69/14.
[17] Me‘âric 70/9.
[18] Mürselât 77/10.
[19] Nebe’ 78/20. Bu âyetteki serap oluş kıyâmetle de mahşerle de ilgili olabilir. Çünkü Nebe’ 19. âyetin devamında gelişi dağların varlığını kaybetmesini ve seraba dönüşmesini zorunlu kılmaktadır. Bu durumda bu âyet bir hâl cümlesi olabilir ve anlam mahşerde dağların olmayıp yerlerinin seraba dönüşmesi olarak yorumlanmış olur. Bu tercih diğer kabule göre daha isabetlidir.
[20] İbrâhim 14/48.
[21] Halil b. Ahmed, age., I, 247; İbn Fâris, age., III, 669-670; Taberî, age., XXX, 66; Semerkandî, age., III, 550; Zemahşerî, age., IV, 694.
[22] Râzî, age., XXXI, 67.
[23] Hacc 22/45.
[24] Bayraklı, age., XX, 376.
[25] İbn Fâris, age., IV, 918.
[26] İslâmoğlu, age., s. 1227’de 3. not.
[27] Zemahşerî, age., IV, 694; Râzî, age., XXXI, 67.
[28] A‘râf 7/73; Hûd 11/64; Şu‘arâ’ 26/155; Kamer 54/26-27; Şems 91/13.
[29] “İltifat sanatı”, Arapçada bir amacı gerçekleştirmek, yani muhatabın zihnini dinç tutmak için, bir hitabın başka bir hitaba dönüştürülmesidir. Bunun için zamir geçişi sağlanır. “Siz-onlar”, “ben-o” gibi.
[30] Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 235.
[31] Zemahşerî, age., IV, 694; Râzî, age., XXXI, 67.
[32] Yazır, age., IX, 15.
[33] Bakara 2/25.
[34] Secde 32/17.
[35] Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail el-Buhârî, el-Câmi‘u’s-Sahîh, İstanbul, 1992, Tefsîr, Tefsîru sûre-i 81.
[36] Aslında bütün canlılar için de kullanılan ve nefs sözcüğünün çoğulu olan el-enfüs kelimesi, elif lâmlı olarak Kur’ân’da “canlar” (Bakara 2/155), “insan fıtratı” (Nisâ’ 4/128), “insanın bizzat kendisi” (Nahl 16/7), “insanların canları” (Zümer 39/42; Zuhruf 43/71) ve “nefsânî arzular” (Necm 53/23) anlamlarında yer almaktadır.
[37] Taberî, age., XXX, 69-71; Semerkandî, age., III, 551; Zemahşerî, age., IV, 694; Râzî, age., XXXI, 69; Kurtubî, age., XIX, 151.
[38] Esed, age., s. 1239.
[39] Râzî, age., XXXI, 69; Yazır, age., IX, 17.
[40] İsrâ 17/71.
[41] Zemahşerî, age., IV, 694; Râzî, age., XXXI, 69. Bu konuda rivayetler için bk. Ahmed b. Hanbel, IV, 199, 204, 205.
[42] Taberî, age., XXX, 72.
[43] Zemahşerî, age., IV, 695.
[44] Taberî, age., XXX, 71; Semerkandî, age., III, 551.
[45] Mâide 5/116. Benzer sorular için bk. Mâide 5/109; Sebe’ 34/40-41.
[46] Kasas 28/78.
[47] Kehf 18/105. Bu âyette sözü edilen “terazi kurulmaması” onlara hiçbir şekilde değer verilmeyeceğini de ifade eder (İslâmoğlu, age., s. 576).
[48] Bakara 2/49; A‘râf 7/127, 141; İbrâhim 14/6.
[49] Bayraklı, age., XX, 381.
[50] Mâide 5/32.
[51] Mehmet Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var Mı?, İstanbul, 2007, s. 348-375.
[52] Âl-i İmrân 3/181; Yûnus 10/21; Meryem 19/79-80; Yâsîn 36/12; Zuhruf 43/80; Câsiye 45/29; Kaaf 50/17-18; Kamer 54/52-53; Cinn 72/28; Târık 86/4.
[53] Yûnus 10/21; Zuhruf 43/80;
[54] Kaaf 50/21.
[55] İnfitâr 82/10-12; Târık 86/4.
[56] Kaaf 50/17.
[57] Kaaf 50/18.
[58] Kamer 54/53.
[59] Yâsîn 36/12.
[60] İsrâ 17/13; Kehf 18/49; Zümer 39/69; Hâkka 69/19-20.
[61] İbn Fâris, age., III, 786.
[62] Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ’, Me‘âni’l-Kur’ân, Beyrut, tarihsiz, III, 241.
[63] Nisâ’ 4/10, 30, 56, 115; İbrâhim 14/16-17, 29; Hıcr 15/43-47; İsrâ 17/18; Furkaan 25/11-13; Şu‘arâ 26/87-91; Yâsîn 36/64; Sâd 38/56, 59, 81-85; Mü’min 40/48; Dühân 44/47-48; Sâffât 37/22-23; Kaaf 50/30-31,34; Zâriyât 51/13-14; Tûr 52/7-14; Kamer 54/48; Rahmân 55/43; Vâkı‘a 56/94; Mücâdele 58/8; Mülk 67/6-8; Hâkka 69/21-24, 30-32;,Me‘âric 70/8-18; Müzzemmil 73/12-14; Müddessir 74/26-29; Nebe’ 78/17-30; Nâzi‘ât 79/36; İnfitâr 82/15; Mutaffifûn 83/16; İnşikaak 84/12; A‘lâ 87/11-12; Ğâşiye 88/4-10; Fecr 89/23; Leyl 92/15; Hümeze 104/4-9; Mesed 111/3-5.
[64] Cennet ve cehennemin faaliyet zamanı hakkında geniş açıklamalar için bk. Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var Mı?, s. 426-437.
[65] Taberî, age., XXX, 73. Benzer ifadeler için de bk. Zemahşerî, age., IV, 696; Râzî, age., XXXI, 70; Kurtubî, age., XIX, 153.
[66] Kehf 18/49; Yâsîn 36/12; Kamer 54/52-53; Hâkka 69/19-29; Kıyâmet 75/13; Zilzâl 99/7-8.
[67] Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var Mı?, s. 348-375.
[68] Zümer 39/71-73.
[69] Üç kelimenin anlamı için bk. Zemahşerî, age., IV; 696-697; Râzî, age., XXXI, 71.
[70] Taberî, age., XXX, 74-77; Semerkandî, age., III, 552; Râzî, age., XXXI, 71; Esed, age., s. 1239.
[71] İslâmoğlu, age., s. 1227’de 12. not.
[72] Buhârî, Tefsîr Sûre-i Tekvîr,
[73] İslâmoğlu, age., s. 1227’de 16. not.
[74] “Şan zamiri” karşıdakinin dikkatini söylenecek söze çekmek için kullanılan zamirdir; bu tür zamirler için önce bir ismin geçmesi gerekmez.
[75] Bakara 2/75; A‘râf 7/144; Tevbe 9/6; Feth 48/15.
[76] İslâmoğlu, age., s. 504’te 7. not.
[77] İslâmoğlu, age., s. 1226.
[78] Neml 27/40; İnfitâr 82/6.
[79] Hâkka 69/40; Tekvîr 81/19.
[80] Vâkı‘a 56/77.
[81] Enfâl 8/4, 74; Hacc 22/50; Nûr 24/26; Ahzâb 33/31; Sebe’ 34/4.
[82] Yûsuf 12/31.
[83] Mü’minûn 23/116.
[84] Şu‘arâ’ 26/7; Lokmân 31/10;
[85] Şu‘arâ’ 26/58; Dühân 44/26.
[86] Neml 27/29.
[87] Ahzâb 33/44; Yâsîn 36/11; Hadîd 57/11, 18.
[88] Nisâ’ 4/31.
[89] Dühân 44/17.
[90] Vâkı‘a 56/44.
[91] İsrâ 17/23.
[92] Dühân 44/49.
[93] Râzî, age., XXXI, 73.
[94] Yazır, age., IX, 34.
[95] Râzî, age., XXXI, 73.
[96] Nahl 16/50; Tahrîm 66/6.
[97] Mâide 5/67.
[98] A‘râf 7/109; Tâhâ 20/63; İsrâ 17/101; Şu‘arâ’ 26/27, 34; Mü’min 40/24, 37; Zuhruf 43/49; Zâriyât 51/39, 52; Kamer 54/9, 25.
[99] Hıcr 15/6; Sâffât 37/36; Dühân 44/14; Tûr 52/29; Kalem 68/2, 51.
[100] Enbiyâ 21/5; Yâsîn 36/69; Sâffât 37/36; Tûr 52/30; Hâkka 69/41.
[101] Yûnus 10/2; İsrâ 17/47; Furkaan 25/8; Sâd 38/4; Tûr 52/29.
[102] Sâd 38/4.
[103] En‘âm 6/8, 111; İsrâ 17/94-95; Furkaan 25/7.
[104] Mü’minûn 23/24.
[105] Yûnus 10/16.
[106] Kasas 28/86.
[107] En‘âm 6/33.
[108] Kehf 18/6; Şu‘arâ’ 26/3; Fâtır 35/8.
[109] Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri 1, Giriş, “Kur’ân’ın Kur’ân’daki İsimleri” bölümü.
[110] Hûd 11/114; Hıcr 15/6, 9; Nahl 16/44; Kehf 18/28; Tâhâ 20/99; Enbiyâ 21/24, 50; Furkaan 25/18, 29; Yâsîn 36/11; Sâffât 37/3; 168; Sâd 38/8, 49; Zümer 39/22-23; Fussılet 41/41; Zuhruf 43/5, 36, 44; Necm 53/29; Mücâdele 58/19; Talâk 65/10; Kalem 68/51; Cinn 72/17; Müzzemmil 73/19; Müddessir 74/54; İnsân 76/29; ‘Abese 80/11.
[111] Nahl 16/9; Leyl 92/12.
[112] İnsân 76/1-5.
[113] Bakara 2/272; Kasas 28/56.
[114] Fâtiha 1/6.
[115] İbrâhim 14/4; Müddessir 74/31.
[116] Şûrâ 42/52-53.
[117] Teğâbün 64/11.
[118] Ra‘d 13/27.
[119] Hacc 22/16.
[120] Âl-i İmrân 3/26-27; En‘âm 6/35, 39, 149; Yûnus 10/99; Hûd 11/118; Nahl 16/93.
[121] Zümer 39/7.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder