26 Temmuz 2013 Cuma

KUDÜS’ÜN FETHİ VE SELAHADDİN EYYUBİ



Kudüs : Tüm semavi dinlerin buluşma noktası , Peygamberler diyarı , Müslümanların ilk kıblesinin  bulunduğu mukaddes belde , Beyt-ül Maktis’e hizmetkar olarak adanan , iffet abidesi Hz. Meryem’in dünyaya getirdiği Hz. İsa’nın mücadele verdiği ve acımasızca katledildiği kutsal topraklar . Hz. Davut ve Süleyman’ın hüküm sürdüğü huzur ve barış şehri . Hz. İbrahim`in, Hz. İshak`ın, Hz. Yakub`un ,  Hz. Zekerya’nın ve daha birçok peygamberinin ayak izini taşıyan mübarek Filistin coğrafyasının atan kalbi ve  Osmanlı imparatorluğunun yüzyıllar boyu adaletle yönettiği bir İslam beldesidir Kudüs. Şimdilerde ise Siyonist işgalcilerin zulmü altında inleyen ve bağımsızlık mücadelesinin yanında yaşama mücadelesi veren İslam dünyasının içinde bulunduğu derin uykudan bir an önce uyanmasını bekleyen mazlum insanların yaşadığı topraklar.


Kudüs’e kutsallık veren yapılar Harem-i Şerif içinde yer almaktadır. Kentten duvarlarla ayrılan Harem-i Şerif içinde ünlü Mescid-i Aksa ve Kubbetu’s Sahra bulunmaktadır. Mescid-i Aksa uzun süre Müslümanların kıblesi olan Hz. Süleyman tarafından yapılmış  Beyt-ül Masktis’in ( Beyt-ül Mukaddes- Mukaddes Ev )  yerinde yükselmektedir. Hz. Peygamberin miracı sırasında uğrak yeri olan bu mukaddes evin hemen yanında bazı kutsal emanetlerinde sergilendiği Kubbetu’s Sahra diğer adıyla Hz. Ömer Camisi bulunmaktadır. Kubbetus Sahra’nın Hz. Ömer Camii olarak adlandırılması doğru değildir. Hz. Ömer Cami yazımızın sonraki kısmında da değinildiği gibi Kıyam kilisesinin 10 metre kadar güneyinde bulunmaktadır. Kubbetüs Sahra Emevi halifelerinden Abdülmelik Bin Mervan tarafından 691 yılında yaptırılmıştır. 



Gerçek Mescid-i Aksa


Mescid-i Aksa


Mescid-i Aksa olarak bilinen Kubbetüs Sahra


Kubbetüs Sahra


Mescid-i Aksa ve Kubbetüs Sahra

Kubbetu’s-Sahra, Resulullah (s.a.s.)’ın miraca çıkarken bastığına inanılan kayanın üzerine inşa edilmiştir. Bu kayaya Muallakta Taşı’da denmesinin sebebi peygamberimizin Mirac’a yükselirken o taşında da beraberinde yükselmeye başladığı ve peygamberimizin taşın yükselmesini ayağı ile basıp durdurduğu bu nedenle de taşın bir kenarında, peygamberimizin ayak izinin olduğunun söylenmesindendir. Zaten sahra kelimesi de kaya anlamına gelir ve Kubbetu’s-Sahra isimlendirmesi bu kayaya binaen verilmiştir. Malesef Türkiye’de hala birçokları tarafından Mescidi Aksa olarak bilinen mabed işte bu mabeddir. Bunun da nedeni ne zaman Mescid-i Aksa hakkında yerli veya yabancı basında  bir haber yer alsa, ekranda hemen altın gibi parlayan kubbesiyle Kubbetu’s Sahra’nın  resmi belirir. Bu bir gün Mescid-i Aksa’yı yıkarak yerine kutsal saydıkları kendi mabetlerini inşa etmek isteyen İsrail’in oyunundan başka bir şey değildir. Zaten arkeolojik kazı adı altında Mescid-i Aksa’nın altının oyulması işlemleri devam etmektedir. Yıllardır Kubbetu’s Sahra’nın resimlerini bedava tüm İslam ülkelerine dağıtarak Müslümanları yanıltıp bilinçsiz bir ümmet oluşturmayı başaran İsrail, bir çok Müslümana Mescid-i Aksa’nın resmini sanarak Kubbetu’s Sahra’nın resimlerini evlerinin, işyerlerinin duvarlarına astırmayı başarmıştır . Bugün yaşayan Müslümanların bilinçsizlikleri bu kadar ortada iken bu Müslümanlardan doğacak yeni nesiller de İsrail ,gerçek Mescid-i Aksa’yı sözde bir kaza sonucu yıktığında  duyarsız kalacaktır.  Gerçekte Mescidi Aksa, Kubbetu’s-Sahra’nın kıble tarafında bulunan daha büyük ve geniş bir mabeddir. Mescid-i Aksa’nın doğusunda kalan duvarın bir bölümünden oluşan ağlama duvarı da Yahudilerin en kutsal mekanıdır. Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği sanılan yer ile Hz. Meryem’in mezarının bulunduğu yere yapılan kiliselerde Kudüs’ü Hıristiyanlar açısından da kutsallaştırmakta ve bir ziyaret merkezi durumuna getirmektedir.


Kudüs Sancaktır adlı yazısında Mustafa İslamoğlu şöyle der : “ Müslümanların yeryüzünde egemen güç olup olmadığının en belirgin göstergesidir Kudüs. Kudüs`e bakın, eğer esirse, bilin ki Müslümanlar o günün dünyasında esirdirler. Eğer Kudüs özgürse, o zaman Müslümanların da özgür olduğuna karar verebilirsiniz.” Bu gün Kudüs özgür müdür yoksa esir mi ? sorusunun cevabını sizlere bırakıyorum.

Tarihi kayıtlara göre Kudüs Kenanilerin bir kolu olan Yebusiler tarafından kuruldu. Bu kayıtlardan Kudüs’ün kuruluşunun M.Ö 4000 yıllarına kadar uzandığı anlaşılmaktadır. Coğrafi konumu nedeniyle bir çok kez saldırıya ve işgale maruz kalmıştır.

Hicretin 17. yılında Halife Hz Ömer’in ordusu Yermük savaşında Kudus’ü fethettiğinde o günkü Kudüs’ün Hıristiyan Valisi Patrik Sophronius “ Ben Kudüs’ü ancak liderinize teslim ederim” der ve Hazreti Ömer’in gelmesini bekler. Hazreti Ömer bu istek üzerine Kudüs’e gelir ve Halil kapısından girerek Kudüs’ü teslim alır. Bundan sonraki bütün fatihler Kudüs’e Hazreti Ömer’in sünnetine uyarak Halil kapısından girmişlerdir. (Selahaddini Eyyubi, Yavuz Sultan Selim ) Hazreti Ömer şehri teslim aldıktan sonra Süleyman Mabedi’nin kalıntılarının olduğu yere gelir ve bugünkü mihrabın olduğu yerin sağ tarafını temizleyerek buraya bir mescit yaptırır. Müslümanlar tarafından burada yapılan bu ilk mescitten eser kalmamıştır. Bu ilk mescit küçük olduğundan Müslümanlar daha sonra bugünkü ihtişamlı Mescit’i yaparlar. Müslümanlar bundan dolayı zaman zaman buraya Hazreti Ömer mescidi de derler. Ancak gerçek Hazreti Ömer camii Kıyam Kilisesinin 10 metre güneyinde bulunmaktadır.


                                                               Hz. Ömer Camii



                                        Hz. Ömer Camii girişinde ki kitabe

Kudüs`ün anahtarları, Patrik Sophronios (Soferonius) tarafından Hz. Ömer`e teslim edilirken bir devir-teslim belgesi hazırlanır. Hz. Ömer`in hilafet mührüyle tasdik ettiği bu belgede komutan sahabilerden Halid b. Velid, Amr b. As, Ebu Ubeyde b. El-Cerrah`ın imzaları da şahit olarak yer alır. Bu belgede yazılı şartların başında şehrin oralı olmayan Yahudilerin yerleşimine açılmama şartı da vardır.

Hazreti Ömer Camii’ni giriş kapısı kenarında asılı olan bu Akidname’de şunlar yazmaktadır. “Allah'ın kulu ve müminlerin emiri Ömer tarafından İlya (Kudüs) halkına verilen emannamedir. Emir'ül Müminin, hasta olsun, sıhhatte bulunsun bütün halkın mal ve canlarının korunacağını garanti eder. Aynı zamanda ibadet yerlerine, haçlarına ve dinlerine dokunulmayacağını temin eder. Halkın kiliseleri tahrip edilemeyeceği gibi mesken haline de getirilemeyecektir. Eskiden sahip oldukları haklar aynen muhafaza edilecektir. Ne malik oldukları şeylere bir halel gelecek ve ne de mezhepleri hususunda onlara bir baskı yapılacaktır. İçlerinden hiçbir kimse hiçbir şekilde zarar görmeyecektir... Allah, Peygamberi, sahabileri ve müminler bu anlaşmaya şahitlik ederler. İmza Ömer b. Hattab.”



Halife Hz. Ömer komutasında ki  İslam ordularının kutsal topraklara girmeleriyle Kudüs topraklarına barış , adalet ve huzur gelmiştir.Müslümanların adaleti, şefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki insanların Müslüman olmasında çok önemli bir etken olmuştur. Gerçekten de zulmün hakimiyeti bir anlık iken adaletin ki kıyamete kadar devam eder. Hz. Ömer’in Fethinden sonra Müslümanlar , Hıristiyanlar ve Museviler asırlar boyunca barış ve huzur içinde yaşadılar.

            Ancak 11. yüzyılın sonunda bölgeye dışarıdan gelen bir güç Kudüs’ün medeni topraklarını görülmemiş bir barbarlık ve vahşetle yağmaladı. Bu barbarlar HAÇLILAR’dı.

Papa II. Urban’ın 25 Kasım 1095 günü  Klermont konseyinde yaptığı çağrıda kutsal toprakların Müslümanlardan kurtarılması ve asıl olarakta doğunun efsanevi zenginliğini elde etmek amacıyla 100.000 kişiden fazla bir orduyla  Avrupa’nın bir çok bölgesinden yola çıktılar. Yol üzerindeki bir çok Müslümanı katlederek yaptıkları zor ve uzun bir yolculuktan sonra 1099 yılında Kudüs’e vardılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun bir kuşatmadan sonra şehir düştü ve  Haçlılar  şehre girmeyi başardı. Dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşetle şehirdeki tüm Müslüman ve Yahudileri kılıştan geçirdiler. Bulabildikleri tüm Arap ve Türkleri kadın erkek demeden öldürdüler.  Haçlılardan biri Raymınt of Auigites bu vahşeti övünerek şöyle anlatmaktadır.  “ Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları –ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla  vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları , kesilmiş kafalar , eller ve ayaklarla doluydu, öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Bütün bunlar Süleyman Tapınağı’nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu ? Eğer size gerçekleri söylersem , bana inanmakta zorluk çekebilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki , Süleyman tapınağı’nda akan kanların yüksekliği,adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu. “ Haçlı ordusu  2 gün içerisinde yukarda anlatılan yöntemlerde tam 40.000 Müslümanı acımasızca kılıçtan geçirdi. Bir çok yerde ölülerden oluşan piramitler yakılıyor ve şehirde oluk oluk kan akıyordu.Böylece bu kıyımda  tarihte eşine ender rastlanan vahşetler sıralamasında layık olduğu üst sıralarda ki yerini almış oldu. Filistin’in Hz. Ömer ile başlayan barış ve huzuru bu korkunç katliamla  son buluyordu .  Haçlılar  tüm ahlaki değerlerini çiğnedikleri dinleri Hıristiyanlık adına bu günde Irak’ta ve diğer İslam beldelerinde olduğu gibi  normal insanların aklına gelmeyecek yöntemlerle Kudüs’te resmen terör uyguladılar. İşte böyle bir ortamda Bağdat yakınlarında , ilerde İslam tarihinin önemli kumandanlarından birisi olacak bir çocuk dünyaya gözlerini açıyordu. ( 1137 ) Bu zulüm ve esaret  doğan bu çocuğun yani SELAHADDİN EYYUBİ’nin  2 Ekim 1187 yılına Kudüs’ü haçlılardan almasıyla son buldu . Kudüs’ün fethiyle kentte 88 yıl süren Hıristiyan egemenliğine de böylece son verilmiş oluyordu.

Selahaddin Eyyubi :

Bağdat’la Musul arasında bulunan Tekrit kalesinde 1137 yılında dünyaya gelen Selahaddin Eyyubi çocukluk ve gençlik yıllarını Bağdat, Şam ve Mısır’da geçirdi. İyi bir din eğitimi aldı. Askeri yaşamı İmadeddin Zengi’nin oğlu Musul Atabeyi Nureddin Mahmud ‘un komutanlarından, amcası Asadeddin Şirkuh’un hizmetine girmesiyle başladı. 1169'da Mahmud Zengi, büyük bir orduyla Kahire'yi fethedip, idâreyi de vezir tâyin ettiği Şirkuh'a bırakır. Ancak amcası Şirkuh çok yaşayamaz ve  26 Mart 1169'da ittifakla onun yerini alan Selâhaddin Eyyûbî aynı zamanda Nureddin Zengi'nin ordu komutanı da olacaktır. İşte bu tarihten sonra Selâhaddin, kendisinden tarihin beklediği esas rolleri îfâ etmeye başlayacaktır. Eylül 1171'de Nureddin Zengi'nin emriyle, Mısır'da Fâtimî hâkimiyetini ve hilâfetini nihayete erdirecek ve İslâm Dünyası'nı bölen Şiî tehlikesini bertaraf edecektir.15 Mayıs 1174'te Nureddin Zengi’nin ölümüyle, devlette saltanat kavgası baş göstermiş; Emirler, Haçlılarla mücadele edecekleri yerde birbirlerine düşmüştü. Selâhaddin, Şam'dan gelen dâvet üzerine Ekim 1174'te Mısır'dan ayrılır. Muhaliflerini saf dışı ettikten sonra 6 Mayıs 1175'te istiklâlini ilan etmesiyle birlikte adına hutbe okutup para bastırır. Böylelikle, kendisinin ve kurucusu olduğu Eyyûbî Devleti'nin siyasî geleceği yeni bir dönüm noktasına girer. 1186 yılı Mart ayına kadar Halep ve Musul Atabeyliklerine hükümranlığını kabul ettirmesiyle Trablusgarp'tan Hemedan'a  ( İran’ın ortalarında yer alan bir il )kadar olan İslâm toprakları Selâhaddin'in hâkimiyetine geçer. Nureddin Zengî'nin ölümüyle parçalanan İslâm birliği böylece daha da kuvvetlenmiş olarak yeniden sağlanmıştır. Artık şartların olgunlaşmasıyla, Kudüs'ün fethi için de yavaş yavaş kapı aralanacaktır.

Onun ünü sadece İslam Dünyasında değil Hıristiyan krallıklarda dahi duyulmaya başlanmıştı. Haçlılar baştan gücünü önemsemedikleri Selahaddin’in kutsal Kudüs topraklarını ele geçirme planları yaptığı öğrendiklerinde artık çok geçti. Selâhaddin Eyyûbî, aradan 88 yıl geçmesine rağmen, Kudüs'ün Haçlıların tahakkümü altında bulunmasını bir türlü içine sindirememişti. İslâm'ın ilk kıblesi ve Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) Miraç'a yükseldiği mukaddes beldenin, Haçlı sultasında bulunmasını bir türlü kabullenemiyordu. O kadar ki, Sultan Selâhaddin'in âdetâ bir mecnun gibi dolaştığı; yemeği ve uyumayı unuttuğu; gülmeyi, zevk-ü sefâyı kendine haram ettiği ve Kudüs'ün fethine dek hep çadırda kaldığını tarih hazin bir biçimde kaydetmiştir. Bahaüddin b. Şeddad, Selâhaddin'deki bu derin hicranı şu muhteşem sözlerle nakleder: "O, Kudüs hakkında o kadar gamlı idi ki, onun bu gam ve kederini dağlar kaldıramazdı. O, çocuğunu kaybetmiş bir ana gibi şaşırmış kalmıştı. Atını bir yerden bir yere koşturup Müslümanları, Kudüs'ü kurtarmak için cihâda davet ediyordu. Dâimâ hüzünle gözyaşı döküyor, göz pınarları hiç kurumuyordu.  O şöyle diyordu: "Kudüs ve Mescid-i Aksa, Haçlıların işgâlinde olduğu müddetçe, ben nasıl olur da gülebilirim, sevinebilirim, istediğim gibi rahat yemek yiyebilirim ve hele gözüme nasıl uyku girebilir?"

Her ne pahasına olursa olsun İslam ilk kıblesi olan bu toprakları haçlılardan almanın güçlü bir orduyla gerçekleşeceğini bilen Selahaddin güçlü bir ordu kurmak için hazırlıklara başlamıştı.

Selâhaddin, Kudüs Haçlı Krallığı'na ilk büyük seferini 14 Kasım-9 Aralık 1177'de gerçekleştirmiş ve yaklaşık 10 yıldır hasretle beklediği zafer anını, nihâyet 1187'de Hıttin'de yakalamıştır. Ortaya koyduğu muazzam inanç, cesâret ve kahramanlıkla Haçlılara hâdlerini bildirmişti. Hıttin'de Haçlılar, Doğu'ya saldırdıklarından beri ilk defâ bu denli ağır bir hezîmete mâruz kalmışlardı. Öyle ki, tarihçiler Papa III. Urbanus’un bu savaş sonunda  kahrından öldüğünü aktarmaktadır. Sultan Selâhaddin, devletini kısa sürede bölgenin tek hâkim kuvveti durumuna getirmişti. Sultan'ın yanında harplere katılan ve olayları yazıya döken İmâdeddin, Hıttin'in İslâm Tarihi'ndeki önemini şöyle belirtmiştir: "Haçlılar, Doğu sâhillerine geldiklerinden beridir Müslümanlar, böyle bir zafer kazanmamışlardı. Diğer hükümdarların yapamadığını Allah, Sultan'a nasip etti. Selahaddin Eyyubi hiç kan dökmeden  2 Ekim 1187 günü ordusuyla birlikte Kudüs’e girdi. O gün aynı zamanda Hz. Muhammed’in Mekke’den Kudüs’e  mucizevi bir şekilde götürüldüğü  Miraç Gecesinin de yıl dönümüydü. 

Şehirde ki Hıristiyanlar 1099 yılında haçlıların yaptıkları gibi Selahaddin’in  de topluca kendilerini katledeceğinden korkuyorlardı.Ama öyle olmadı.Tek bir Hıristiyan bile öldürülmedi. Hatta Franklar hariç doğu ve grek Hıristiyanlarının şehre yerleşmelerine ve ibadetlerine izin verildi. Ancak Kudüs ait olduğu yere yani İslam’a döndürüldü. İlk iş olarak Kubbetü’s Sahra üzerine oturtulan büyük haç yerinden indirildi ve 88 yıl aradan sonra şehirde ilk defa ezan okundu. Kudüs bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanların egemenliğinde kalacaktı . Fethin ardından Mescid-i Aksa'ya gelen muzaffer Sultan, Haçlılarca tahrip edilen ilk kıblegâhı elleriyle süpürüp gül yağı ile yıkamıştır.  Kudüs’e giren İslam ordusu insanlara ve binalara zarar vermemeye çalıştı . Selahaddin , Hz. Ömer’in Kudüs’e girişi gibi şehre girmek istiyordu.  Kudüs halkına elçiler göndererek şu çağrıda bulundu . “ Sizin inandığınız gibi bende tam bir imanla Kudüs’ün Allah’ın evi olduğuna inanıyorum. Allah’ın evine saldırıda bulunarak insanlara ve şehre zarar vermek amacında değilim .”  Haçlı işgali altında ki Mescid-i Aksa’da ilk Cuma namazının kılma heyecanını yaşayan Selahaddin Eyyubi’ye ve İslam ordusuna hutbeyi kadı Muhyiddin bin Zekiyeddin okudu. Er Ravzateyn adlı kitapta  bu hutbe şöyle aktarılır.

            " Ey insanlar , sizi en son amaç ve en yüce  derece olan Allah’ın rızasıyla müjdeliyorum.  Yüzyıla yakın bir süredir işgal altında bulunan bu yitik Kudüs’ü tekrar asli vatanı olan İslam’a kavuşturmayı Allah sizin elinizle gerçekleştirdi. Burasının temellerini tevhitle yükseltdi , çünkü tevhit üzerine kurulmuştu. Burası Hz. İbrahim’in vatanıdır, Hz. Muhammed Aleyhisselam’ın Mirac’ıdır. Burası Allah’ın apaçık kitabında apaçık andığı kutsal mekandır. Burası Allah’ın kulu , Rasulü ve kelimesi olan , Meryem’e ilka ettiği zatın risaletiyle onurlandırdığı , peygamberlikle nimetlendirdiği  İsa Aleyhisselam’ın şehridir. Allah size nebiniz vasıtasıyla en güzel mükafatı versin  . Onun için akıttığınız kanları kendisine yakınlık için kabul buyursun. mutluluk yurdu Cenneti sizlere yurt kılsın. “

Kudüs'ün yeniden Müslümanlara geçmesi, Haçlı Alemi'nde öyle bir şok meydana getirmişti ki, hemen Papa'nın çağrısıyla tüm Avrupalı Devletler, fevkalâde kalabalık ve kuvvetli yeni bir haçlı ordusu düzenlemekten geri kalmamışlardı. "Krallar Savaşı" olarak da bilinen III. Haçlı Seferinin başında, Alman İmparatoru Frederick Barbarossa, Fransa Kralı Philippe Auguste ve İngiltere Kralı meşhur Arslan Yürekli Richard'ın yanı sıra, şöhretli komutanlar vardı. Bunlardan Alman İmparatoru Barbarossa, Kudüs önlerine gelmeye muvaffak olamadan Silifke Irmağında boğularak can verecekti. Bir ara iki ordu arasındaki dengesizliği gören Sultan Selâhaddin'in askerleri, çekingenlik göstermişlerdi. Selâhaddin ise, şu müthiş sözlerle azim ve cesâretlerini bilemeye kâdir olmuştu: "Mâdem ki ölümden korkuyoruz; niçin evlerimizde oturup çoluk çocuğumuzla zevk ve sefâ içinde yaşamıyoruz? Bizim vazifemiz düşmanın azlığını ve çokluğunu mukâyese etmek değil, onun karşısına çıkmaktır!"  Haçlı askerleri 1189 yılında Akka’ya hareket ettiler. Selahaddin çadırını Akka tepesine kurdurmuştu. Kudüs’ün bir an önce düşmesi arzusu içinde olan Hıristiyan Krallıklar sürekli olarak haçlı ordusuna asker , yiyecek ve mühimmat desteğinde bulunurlar. Akka’ya giren haçlı ordusu önlerine gelen Müslümanları katletmeye başladılar, haçlı ordusu yavaş yavaş Kudüs’e yaklaşıyordu. Ama karşılarında az sayıda da olsa Selahaddin’in imanlı askerleri vardı.Allah nice imanlı azınlıkları ,sayıca kat kat fazla olan şöhret düşkünü çoğunluklara karşı galip kılmıştı.

Netîcede direnen İslam ordusu karşısında zafer elde edemeyen Haçlı ordusu Richard'ın öncülüğünde sulh istemek ve 1 Eylül 1192'de imzalanan anlaşmaya müteakip geri çekilmek zorunda kalmıştır.  Bu antlaşmaya göre haçlılalar hiç bir vergi ödemeden  Kudüs topraklarını ziyaret edebileceklerdi. Antlaşma 3 yıl 8 aylık bir süre için geçerli olacak  haçlılarsa  Sudan , Hayfa’ya uzanan Sahil şeridine çekilecekti. Böylece Selâhaddin, tüm Hıristiyan dünyasının desteğini alan Haçlıları  sayıca az olan İslam ordusuyla perişan edip muhteşem bir ders daha vermeye ve hüsranla geri dönmeye mahkûm etmişti. Selâhaddin şahsında, Müslümanların üstünlüğünü Haçlılara bir defa daha tasdik ettirmiş; Kudüs ve Ortadoğu'daki İslâm varlığını ortadan kaldırmanın mümkün olmadığını tekrar ispatlamıştı.

            Selâhaddin Eyyûbî, 1193'te 56 yaşında Şam'da vefat etti. Haçlıları târumar eden Kudüs Fâtihi, ölüm döşeğindeyken, emri gereğince şehre dağılan münâdiler, mızrağa geçirilmiş kefenini göstererek şu ibret yüklü sözü haykırmışlardı: "Ey ahâli!.. Şarkın hâkimi Sultan Selâhaddin ölmek üzeredir. Ahirete ancak şu bez parçasını götürebilecektir. Öyleyse, Allah'a kullukta gevşeklik göstermeyin!.." Şöhreti cihâna mâl olan İslâm Mücâhidi vefat ettiğinde, geride mîras olarak bıraktıklarının dünya nâmına hiçbir değeri yoktu. Tüm mal varlığı şundan ibâretti: 1 Mısır dinarı, 36 veya 37 Nasırî dirhemi. Koca Sultan İslam kurallarına bağlı, takva içinde kâmil bir hayat sürmüştü.

“ Bir tek namazımı bile cemaatsiz kılmadım.” diyen Sultan, dini inançlarına bağlıydı. Hac yapmayı çok arzu etmesine rağmen at üzerinde cihat meydanlarında geçen bir ömür nedeniyle bu vazifesini yerine getirememiş ve bunun üzüntüsünü de hep hissetmişti. Kur’an dinlemeyi çok sever, okunurken de göz yaşlarına hakim olamaz , hep ağlardı.

            Selâhaddin, fetihlerden sonra gösterdiği müsâmaha, merhamet ve insanlıkla, Haçlıları, işledikleri vahşetten ötürü utandırmıştır. Frenkler ve Latinlere, isterlerse 40 gün içinde Kudüs'ü terk etmelerine müsâade etmişti. Esirleri, fidyelerini ödemeleri için fazla zorlamamış; 7 bin zavallıyı toptan 30 bin dinarla âzat etmeye râzı olmuştu. Ayrıca, 2-3 bin kişiyi hiçbir bedel talep etmeden bırakmaktan da kaçınmamıştı. Selâhaddin Eyyûbî'nin sergilediği muhteşem insanlık manzaraları, hasımları ve Avrupalı tarihçiler tarafından bile takdirle karşılanmıştı. Yerli Hıristiyanlar ve Mûsevîler onun idâresini, Frenklerinkine tercih etmişlerdi. Bütün bunlarla, sâdece İslâm Dünyası'nda değil; Batı Alemi'nde de bir "Selâhaddin Efsânesi"nin doğmasına , 13. ve 14. Yüzyıllarda Avrupa'da ondan bahseden pek çok Latince eser yazılmasına neden olmuştu. Başta Erakles olmak üzere, fazla sayıda tarihçi, onu metheden kitaplar kaleme almışlardı.

            Selâhaddin-i Eyyûbî, Batılıların hâfızasında engin bir hayranlığa değecek kadar yer etmesine karşılık, şuur altında derin bir kâbus uyandıracak kadar unutulmaz bir tesir de bırakmıştır. Meselâ, Fransız Generali Garo, 1920'deki Meyselun Savaşı'nı müteakip Şam'a girmiş ve Sultan Selâhaddin'in kabrini teptikten sonra Ona, Haçlı ruhuna tercüman olan şu müstehzî sözle seslenerek; Batılılar adına sanki Hıttin'in öcünü almak ve kabaran öfkeyi boşaltmak istemişti: "Ey Selâhaddin! Haçlı Seferi şimdi bitti! İşte biz döndük!.."

Bu sözler tam 8 asırdır kin ve nefretten beslenen intikam duygularının dışa vurulması ve 8 asır önceki barbar haçlı zihniyetinin de günümüzde hala yaşadığının en açık göstergesidir.

Kudüs 1291’de Memlüklerin hakimiyetine geçti ve bu hakimiyet 1517’de Filistin Yavuz Sultan Selim tarafından Osmanlı topraklarına katılıncaya kadar devam etti. Osmanlı hakimiyeti 1918’e kadar sürdü. Haçlı seferlerinden sonra gerçekleştirilen II. büyük işgal 1918’de İngilizlerin Filistin topraklarını işgal etmeleri ile başladı. İngilizlerin bu toprakları işgalde ki asıl maksadı bölgede Yahudilerin bir devlet kurmalarına imkan sağlamaktı. Nitekim dönemin İngiliz dışişleri bakanı Aurtur Berfur tarafından 1917’de yayınlanan ve Berfur deklarasyonu olarak tarihe geçen belgede bu husus dile getirilmiştir. Söz konusu deklarasyonda şöyle deniliyordu : “  Haşmetli İngiliz Kraliyet Hükümeti , Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için  en değerli mesailerini harcayacaktır…..” 

1948’de Siyonist İsrail devletinin kurulması ile birlikte Kudüs’ün batı kısmının yönetimi bu işgal gücünün eline geçti. Bu işgal Siyonistlerin askeri başarılarıyla filan değil bazı çevrelerin ihanetleri ve Birleşmiş Milletlerin bir takım siyasi oyunları ile gerçekleşmiştir. Müslümanlar Birleşmiş milletlerin Kudüs’le ilgili kararını kabul etmediler. İngiliz işgal güçlerinin çekilmesinden sonra Müslümanlar ile Yahudiler arasında fili çatışmalar başladı. Siyonistler çatışmalarda Kudüs’ü ilk hedef olarak seçtiler. Kudüs ve çevresindeki sivil Müslüman halkın gözünü korkutmak  ve onları göçe zorlamak maksadı ile  korkunç katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Siyonist işgalciler Birleşmiş Milletler oyunları ile Batı Kudüs’ü hakimiyetlerine almalarından sonra şehrin bu kemsinde yoğun bir Yahudileştirme politikası uyguladılar. Bu amaç doğrultusunda ilk iş olarak burada yaşayan Arap nüfusu göçe zorlamak amacıyla çeşitli uygulamalara başladılar. Bu uygulamalardan etkilenenler sadece Müslümanlar değildi, Hıristiyan asıllı Araplarda bu uygulamalardan nasiplerini aldılar.

1967 haziran savaşına kadar Doğu Kudüs Ürdün’ün denetimindeydi. İsrail işgal yönetimi altı gün savaşı olarak da anılan 1967 haziran savaşında Arap yönetimlerinin ihanetleri sayesinde Doğu Kudüs’ü de işgal etmeyi başarmışlardı. Ve böylece şehrin her iki yakasını da işgal etme düşüncelerini gerçekleştirmiş oldular. Aslında 5 Haziran 1967’de işgal devletinin Mısır’a karşı gerçekleştirdiği saldırıda diğer Arap devletleri de İsrail’ e  karşı saldırıya geçmiş olsaydı İsrail’in kıpırdayacak hali kalmayacaktı. Ancak olayların bu şekilde gerçekleşmemesi neticesinde işgal devleti önce Mısır’a saldırarak Gazze bölgesini ve Sina Yarımadasını işgal etti. Daha sonra Ürdün ve Suriye tarafına yönelerek Batı yaka , Doğu Kudüs ve Golan Tepelerini işgal etti. Bu yerlerin savunulmasında ciddi bir direniş gösterilmediği ve Siyonist işgalcilerin çok rahat hareket etme imkanı buldukları 1967 Haziran savaşlarına şahit olanların hatıratlarında yer almaktadır. Bütün bu tarihi gerçekler ortaya koyuyor ki Kudüs gerçekte Siyonistler tarafından işgal edilmemiş Müslümanların başına musallat edilen uzaktan kumandalı yönetimler tarafından işgal devletine teslim edilmiştir. Daha birkaç yıl önce Lübnan’a karşı giriştiği saldırıda her zaman olduğu gibi sivil halkı ve çocukları hatta ağızları süt kokan bebekleri katleden, ancak direniş gösteren , silahları İsrail’inkiyle kıyaslanamayan Hizbullah karşısında ölen Siyonist askerlerin başında ağlayan arkadaşlarının görüntülerini gözlerinizin önünde canlandırdığınız zaman bunun doğruluğunu teyit etmekten başka bir şey yapılamaz.

Kudüs ve Filistin davası  sadece Filistinlilerin ve Arapların değil bütün Müslümanların davasıdır. Bugün Filistin topraklarında o toprakların bağımsızlığı , Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın kurtarılması için mücadele eden bir tek kişi olmasa bile Müslümanların yinede bu davaya sahip çıkmaları  gerekir. Nitekim Selahaddin Eyyubi bu inanç ve şuur ile Kudüs’ü haçlıların elinden kurtarmayı başarmıştı. Onun haçlı işgalini içine sindirememesi ve o kutsal mekanlar için uykularının kaçması bir Filistinli yada Arap olmasından değil  Müslüman olmasından kaynaklanıyordu.Bugün o topraklarda bir bağımsızlık mücadelesi var , ama ne yazık ki başka yerlerde yaşayan Müslümanlar onların bu mücadelelerini dahi sahiplenmekten çekiniyorlar, korkuyorlar. Bu mücadelede İsrail’ce yapılan zulmü evlerimizde televizyon karşısında, sanki bir film şeridinden kareler gibi izleyip çaylarımızı yudumlayarak kayıtsız kalıyor hatta  Filistin ve Kudüs’e bir Arap meselesi olarak bakıyoruz. Artık bu düşüncenin değişmesi ve ben Müslümanım diyen herkesin o kutsal mekanların bağımsızlığı için sürdürülen mücadelenin bir parçası olabilmek için elinden gelen gayreti göstermesi gerekmektedir. Bu kutsal şehrin ve İçinde barındırdığı o kutsal mekanların Yahudi  işgali altında olmasından bütün Müslümanların rahatsız olması gerekir. İman hassasiyeti taşıyan her Müslümanın Yüce Allah’ın mübarek kıldığını kitabı Kuran-ı Kerim’de bildirdiği bu toprakların yeniden İslami kimliklerine kavuşmasında kendisinin de mutlaka bir sorumluluğunun olduğunu bilmesi gerekir.


Her vuslata mehtap olmuş beldeye bak!
Eyvah! Yalıyor ufkunu bir kanlı şafak
Sabret Kudüs'üm silmek için gözyaşını
Elbet bir Ömer bir Salâhaddin çıkacak.

Kaynaklar :
1-Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi (Çağ Yayınları )
2-Kudüs’ün Fethi ve Selahaddin Eyyubi Belgeseli



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder