ORTADOĞU : Tarihin Başladığı Coğrafya
Bugün Ortadoğu
denildiği zaman insanların aklına özellikle İsrail’in son 50 yıldır süre gelen
ve son dönemlerde Amerika’nın da buna ortak olduğu vahşetlerden dolayı hep kan
ve gözyaşı gelmektedir. Bu akan kanın en başta gelen nedenleri arasında Ortadoğu’nun
eşsiz yer altı zenginlikleri ve jeopolitik konumunun yanı sıra aslında
temelinde din yatmaktadır. Dünya tarihine yön veren semavi dinlerin hepsi bu
coğrafyada doğmuş ve batıla karşı olan mücadelelerini de bu topraklarda
sürdürmüşlerdir.. Müslümanlar, Hıristiyanlar ve Yahudilerce kutsal sayılan mekânların
da içinde bulunduğu Kudüs’ü de içinde barındıran bu topraklar insanlık tarihinin
atan kalbidir.
Yaklaşık 350
Milyon insanın yaşadığı 7,9 milyon kilometrekarelik bu alanda irili ufaklı 16
devlet bulunmaktadır. Bunların aralarında Türkiye,İran gibi köklü devlet
geleneğine sahip ülkeler olduğu gibi Irak , Ürdün,Suriye,Suudi Arabistan gibi
20. yüzyılın ilk yarısında o döneme yön veren sömürgeci Avrupa devletleri
tarafından kurulan ve sınırları masa başında tayin edilen ülkeler de vardır.
Kara altın
olarak tanımlanan petrolün 20. yüzyılda değer kazanmasıyla birlikte orta
doğunun dolayısıyla buradan geçen deniz ve kara yollarının değeri dünyanın
hiçbir bölgesiyle kıyaslanamayacak kadar artmıştır. Avrupa ile Asya arasında ki
mesafeyi % 67 oranında kısaltan Süveyş kanalının açılmasıyla da ( 1869 ) önemi
bir kat daha artmıştır.
Kutsal
kitaplar incelendiğinde insanoğluna gönderilen tüm peygamberlerin bu
coğrafyadan yani Ortadoğu’dan çıktığı anlaşılmaktadır. İnsanlığın atası ve ilk
peygamber olarak bilinen Hz. Adem ve eşi Hz. Havva işledikleri suç nedeniyle cennetten
çıkarılmış ve dünyanın bu bölgesine gönderilmiştir. Hz. Nuh’un tufandan
kurtulmak için İlahi emre uyarak yaptığı gemi de yine bu bölgede karaya
oturmuştur.
İsrailoğullarının ve Arapların atası olarak
bilinen Hz. İbrahim’de peygamber olarak bu coğrafyada yaşamıştır. Nemrud’a
karşı olan mücadelesini de bu topraklarda sürdüren Hz. İbrahim daha sonra aile
efradıyla birlikte önce Şam’a daha sonrada Kenan ili olarak bilinen Filistin
topraklarına gider ve burada Beyt-i Maktis civarına yerleşir.
Hz. İsmail ,Hz.
İshak, Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi Hz. İbrahim’in soyundan gelen
peygamberlerde batılla olan mücadelesini hep bu topraklarda sürdürmüşlerdir.
Hz. İshak’ın soyundan
gelen İsrailoğulları (Beni İsrail) bölgenin tarihsel şekillenmesinde aktif rol
oynamışlar ve etkinliklerini kaybetmeleriyle de bu rolü Hz. İsmail’in soyundan
gelen Araplara devretmek durumunda kalmışlardır.
Düzenli hayata
dair bölgede yapılan arkeolojik kazılar M.Ö 5-6 bin yılına kadar gitmektedir.
İnsanların binlerce yıl önce yerleşik hayata geçtiği ve şehirler kurduğu bu
arkeolojik bulgulardan edinilen bilgilerden anlaşılmakta olup Mısır Uygarlığı (
M.Ö 4-5 bin ) , Sümerler ( M.Ö 3500 ) , Babil Krallığı ( M.Ö 1786 ) ,Asurlar (
M.Ö 1700-1000 ) II Babil Krallığı ( M.Ö 587 ) ve İbraniler ( İsrailoğulları )
bölgede yaşamış halklardandır.
Bu sayılan
halklardan İbranilerin özel bir yeri vardır. Hz. İbrahim ve aile efradının önce
Şam’a daha sonrada Kenan ili olarak bilinen Filistin topraklarına giderek
burada da Beyt-i Maktis ( Mukaddes Ev ) civarına yerleştiğini söylemiştik. Daha
sonra büyük bir kıtlığa maruz kalan İsrailoğulları Kenan ilini terk ederek
kardeşleri Yusuf’un Maliye bakanı olduğu Mısır’a yerleşirler. Bu dönemde
imtiyazlı bir hayat yaşarlar. Ancak kardeşleri Yusuf’un ölmesi ve daha sonra
gelen firavunlarında önceki anlaşmalara uymamaları neticesinde esarete
düşerler. Atalarının diyarı olan Kenan iline de dönmelerine müsaade edilmez ve
köle muamelesi görerek dayanılmaz eziyetlere maruz bırakılırlar. Daha sonra Hz.
Musa önderliğinde Firavunun bütün baskı ve engellemelerine rağmen Allah’ın bir
mucizesiyle Hz. Musa’nın Kızıl denizi asasıyla yarması sonrası açılan yoldan
geçerek Mısır’dan ve Firavunun zulmünden kurtulmuş olurlar.
Musa'ya: "Kullarımı gece yola çıkar
diye vahyettik.” (Şuara Suresi, 52)
“ İsrailoğulları'nı denizden geçirdik;
Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu
boğacak düzeye erişince (Firavun): "İsrailoğulları'nın kendisine inandığı
(ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de Müslümanlardanım" dedi.Şimdi,
mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın.Bugün ise,
senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca
bedeninle kurtaracağız (herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan
çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. “(Yunus Suresi, 90-92)
Hz. Musa, mücadelesini ilk
başta Firavun'a karşı vermişti. Kendi kavmi, yani İsrailoğulları Hz. Musa'dan
önce köle olarak sıkıntı içinde yaşıyorlardı. Bu nedenle Hz. Musa bir imkan
oluşturduğunda Mısır'ı kavim olarak terk ettiler. Ancak bu, onların tümünün
samimi olarak iman ettiği anlamına gelmiyordu. Aralarında iman etmedikleri
halde, kavim psikolojisi ile hareket eden kişiler de vardı. Büyük bir kısmı
muhtemelen Hz. Musa'yı onları zulümden kurtaran siyasi bir önder olarak
görüyorlardı. Bu yüzden de hak dine uymak yerine, fırsat buldukça hep eski
putperest dinlerine dönmeye çalışmışlar ve her fırsatta Hz. Musa’nın getirdiği
gerçek dinden sapmaya çalışmışlardı.
İsrailoğulları'nın büyük bir kısmı imanı kalplerine
tam olarak yerleştirememişlerdi. Bu inkarcı kavmin belirgin bir özelliği, sürekli
olarak tamahkar ve nankör bir ruh hali içinde olmalarıydı. Allah onları
açlıktan kurtarmak için kendilerine mucizevî bir yiyecek sunmuştu. Kuran'da "kudret helvası ve
bıldırcın" olarak bildirilen bu yemek
Allah'ın ikramı olmasına rağmen, İsrailoğulları bir süre sonra bundan yakınmaya
başladılar:
“ Bulutları üzerinize
gölge kıldık ve size kudret helvası ve bıldırcın indirdik. Size rızık olarak
verdiklerimizin temizinden yiyin (dedik). Onlar Bize değil, ancak kendi
nefislerine zulmettiler.” (Bakara Suresi, 57)
Siz (ise şöyle) demiştiniz: "Ey Musa,
biz bir çeşit yemeğe katlanmayacağız, Rabbine yalvar da, bize yerin
bitirdiklerinden bakla, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çıkarsın." (O
zaman Musa:) "Hayırlı olanı, şu değersiz, şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?
Öyleyse şehre inin orada istediğiniz var demişti ve onlara alçaklık ve
yoksulluk damgası vuruldu. Allah’ın gazabına uğradılar…” (Bakara Suresi, 61)
Burada Hz. Musa'nın kavminin
nankörce tavırlarından biri daha açıkça görülmektedir.Hz. Musa'nın kavmi hak
dini gerçekten kavrayamamıştı. Daha önce de dikkat çektiğimiz gibi
peygamberlerine Allah rızası için değil, muhtemelen onu güçlü ve kararlı bir
lider olarak gördükleri için itaat etmişlerdi. Nitekim hep kendilerine gelen
dini değiştirerek kendi nefislerine ve eski dinlerine uydurmaya çalıştılar.
Dinin kolay ve berrak yönünü görmeyip onu karmaşık ve zor hale getirip
kendilerine putlar yapmaya, Allah'a yönelmeyi zorlaştırıp bunu
törenselleştirmeye ve putları aracı koymaya çalıştılar.
Allah, İsrailoğulları
Mısır'dan çıktıktan sonra onlara yurt olarak bir toprağı ( Filistin ) vaad
etmişti. Vaad edilmiş topraklara geldiklerinde de zorluk çıkarmaya devam
etiler. Orada Heysani’lerin kalıntıları ve Kenanlılardan meydana gelen zalim
bir topluluk ile karşılaştılar. Musa (a.s) kavmine, buraya girip bu zalimlerle
savaşmalarını ve onları bu mukaddes beldeden çıkarmalarını emretti. Fakat,
israiloğulları buna cesaret edemedi.
"Ey kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (girmenizi emrettiği)
kutsal yere girin ve gerisin geri arkanıza dönmeyin; yoksa kayba uğrayanlar
olarak çevrilirsiniz."
Dediler ki: "Ey Musa, orda zorba bir kavim vardır, onlar çıkmadıkları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Şayet oradan çıkarlarsa, biz de muhakkak gireriz.” (Maide Suresi, 20-22)
Allah onlara defalarca yardım
etmişti.Oradaki zorba kavimle savaşırlarsa mutlaka kazanacaklarını vaat etmişti.
Fakat Hz. Musa'nın uyarılarına karşı çıktılar, korktukları için oraya
girmediler.
Dediler ki: "Ey
Musa biz, onlar durduğu sürece hiçbir zaman oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin
git, ikiniz savaşın. Biz burada duracağız." (Maide Suresi, 24)
Artık Hz. Musa'nın kavminin
azgınlığı iyice artmıştı. Peygamberlerinin hiçbir sözünü dinlemeyecek, açıkça
karşı çıkacak hale gelmişlerdi. Bu kurtuluş ve özgürlük dönemlerinde birçok
mucizelerine şahit oldukları peygamberlerinin emirlerine uymadıkları için kırk
sene Tih çölünde dolaşmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine Musa Peygamber
Allah’a yalvarıp kendisi ve kardeşi Hz. Harun'u bu isyankâr kavimden ayırmasını
istedi. Bu durum Kur’an’da da şöyle anlatılır:
Musa "Rabbim,
gerçekten kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum. Öyleyse bizimle
fasıklar (yoldan çıkmış ) topluluğunun arasını Sen ayır." dedi. Allah Da:
"Artık orası kendilerine kırk yıl haram kılınmıştır. Onlar yeryüzünde
'şaşkınca dönüp duracaklar.' Sen de o fasıklar topluluğuna üzülme." Dedi .(Maide
Suresi, 25-26)
Yukarıdaki ayetlerde görüldüğü
gibi, Allah'a ve elçisine yaptıkları bu isyankarlıktan sonra tam kırk yıl o
bölge İsrailoğulları'na haram oldu ve oraya giremediler.
İsrailoğulları,
bu kırk yıl içinde çok çeşitli sapıklıklarda bulundular. Hz. Musa'nın Tur
dağında kırk gün geçirdiği bir zamanda, Sâmirî isimli bir şahsın imal ettiği ve
"İşte sizin de Musa'nın da tanrısı" dediği altından bir buzağıya
tapmaya başladılar. Musa (a.s) döndüğünde onları buzağıya tapınır görünce çok
sinirlendi. Harun (a.s)'a çıkıştı. Tevrât
levhalarını yere attı ve Hz. Harun’u başını tutup kendine doğru çekmeye başladı.
Hz. Harun :”Anam oğlu! Beni cidden zayıf gördüler ve
nerede ise beni öldüreceklerdi. Sen de düşmanları bana güldürme ve beni bu
zâlim kavimle beraber tutma! dedi.” (el-A’râf, 150)
Hz Musa azgın İsrailoğullarını
Arz-i Mukaddes'e sokmayı başaramadı.Musa (a.s), Tih çölünde, Harun (a.s)'dan daha
sonra öldü. Öldüğünde yüz yirmi yaşında idi.
Musa
aleyhisselâm vefât ederken yerine Yûşâ aleyhisselâmı halife bıraktı. Çölde
geçen bu zaman zarfıda Musa
aleyhisselâma karşı çıkıp; ''Biz harbe gitmeyiz'' diyen kimseler ölmüş, onların
yerlerine oğulları ve torunları çoğalmıştı. Allahü teâlâ Yûşâ aleyhisselâma
isrâiloğullarını toplayıp Tıh sahrasından çıkarmasını ve Arz-ı Mev'ûd denilen
bölgeye gidip cebbârlarla (zâlimlerle) harp etmesini emretti. Yûşâ aleyhisselâm
İsrâiloğullarını toplayarak Eriha ,İlyâ (Eyliyâ),Belka şehirlerini feth eder.Bu
şehirlerin fethedilmesinden sonra Arz-ı Mev'ûd diye bilinen Filistin ve Şam
diyarı da peyderpey İsrâiloğullarının eline geçer.
Bu dönemde
Akdeniz sahilinde, Mısır ile Filistin arasında yaşayan Amalika kavminin kralı
Câlut, Hz. Musa'nın vefatından sonraki bir dönemde İsrâiloğullarına saldırmış,
onları yenerek, birçok esir ve kıymetli eşyalarını alarak ülkesine götürmüştü.
Câlut sadece bunlarla kalmamış, geride kalan İsrailoğulları'na da ağır vergiler
koymuştu. Hatta Tevrât'larını bile almıştı. Bu sırada İsrailoğulları'nın bir
peygamberi de yoktu. Bunlar Allah'a yalvararak bir peygamber göndermesini
istemişler, Allah Teâlâ da onlara bir peygamber göndermişti. (Elmalılı Hamdi
Yazır, Hak Dini, İstanbul 1979, II, 828).Kendilerine gönderilen bu paygambere intikam
alma duygularıyla başvurarak, dirayetli bir hükümdar ve komutan tayin etmesini
istemişlerdi. Peygamberleri de bu istek üzerine, Tâlut ismindeki bilgili ve
cesaret sahibi bir kişiyi kendilerine hükümdar tayin etti. Fakat İsrailoğulları
tayin edilen bu kumandana da itiraz ettiler. Her şeyi maddi ölçülere göre
değerlendirmeye alışmış olduklarından içlerinden daha zenginleri varken, böyle
birisinin tayinine razı olmadılar. Fakat Peygamber, Tâlut'un hem bilgili hem de
fiziksel yapı itibariyle bu işe uygun olduğunu söyleyip bu işin ehli olduğunu
belirtmiştir (el-Bakara, 2/246-247). Yine Peygamber, İsrailoğulları'na,
Tâlut'un hükümdarlığının işâreti olarak içinde atalarına ait bir takım kutsal
emânetler ve Tevrat levhaları bulunan kutsal tabutu, meleklerin getirmesi
mucizesini göstermiştir (el-Bakara, 2/248).
Tâlut’un ordusundan bazıları savaştan önce, Câlut'un ordusunu görünce: "Bugün Câlut'un ordusuyla karşılaşacak gücümüz yok" demişler ve kumandanlarını bırakarak savaşa girmemişlerdi. Buna rağmen, az sayıda samimi mümin ile beraber savaşa giren Tâlut, Câlût'a karşı savaşı kazanmıştır. Tâlut'un ordusunda bulunan Hz. Dâvud da Câlut'u öldürmeyi başarmıştır.
“Böylece
onları, Allah'ın izniyle yenilgiye uğrattılar. Davud Calut'u öldürdü. Allah da
ona mülk ve hikmet verdi; ona dilediğinden öğretti. Eğer Allah'ın, insanların bir kısmı
ile bir kısmını def'i (engellemesi) olmasaydı, yeryüzü mutlaka fesada uğrardı.
Ancak Allah, alemlere karşı büyük lütuf sahibidir. (BAKARA SURESİ / 251)
Kabileler bazında
hareket eden, iki-üç asır boyunca Kenanlılara ve bölgedeki diğer halklara karşı
verdikleri mücadeleden kesin sonuç alamayan israiloğulları tehditlerin artması
üzerine yukarda bahsedildiği gibi M.Ö 1040’lı yıllarda bir kralın yönetimi
altında birleşmek durumunda kalırlar.Talut’un hükümdar seçilmesiyle
israiloğullarında Melikler dönemi başlar. Kısmende olsa siyasi birlikteliği
sağlayan Yahudi Krallığı Mısır ve Asur gibi büyük imparatorlukların gerileme
sürecine girmelerinden de faydalanarak büyüme sürecine girer.
Aynı zamanda peygamber de olan Hz. Davud’un
yaklaşık 30 yıl hükümdarlık süren Talut’un yerine geçmesiyle büyüme süreci
hızlanır. Hz. Davud M.Ö 1005 yılında Kenanlıların son kalesi olan SİON’u (
KUDÜS ) tekrar alarak krallığın başkenti yapar. Hz. Davud’un peygamberliği ve
hükümdarlığı kırk yıl sürer . Yerine kendisi gibi bir peygamber olan oğlu Hz.
Süleyman geçer.
Hz. Süleyman
(a.s.) cinlerden ve insanlardan oluşan ordusu ile Krallığı muhteşem bir
saraydan yönetiyordu.Bu saray döneminin en ileri tekniği kullanılarak üstün bir
estetik anlayışı ile inşa edilmişti. Sarayında göz alıcı sanat eserleri ve
görenleri hayran bırakıp etkileyen değerli eşyalar, benzersiz bir estetik
anlayışı ile yerleştirilmişti.
Krallık Hz.
Süleyman döneminde en parlak yıllarını yaşar.Beyt-i Maktis ( Süleyman Mabedi ) onun tarafından 7 senede inşa
ettirilir. ( M.Ö 953 ) Hz. Davud’un siyasi başkente dönüştürdüğü SİON ( KUDÜS )
bu mabedin yaptırılmasıyla birlikte günümüzde de yaşanan olayların temelini teşkil
eden Museviliğin dini merkezi olma özelliğine de kavuşur.
Süleyman Mabedi’nin çeşitli
dönemlerde yağmalanıp ve yıkılmasından sonra mabedin ayakta kalan tek duvarı,
günümüzde Yahudiler tarafından "Ağlama Duvarı"na dönüştürüldü. 7.
yüzyılda Kudüs'ü fetheden Müslümanlar ise mabedin eski yerine Hz. Ömer Camii ve
Kubbet-üs Sahra'yı inşa ettiler. Kudüs hala bu durumdadır.
Yahudi
tarihinin bu görkemli kesiti Hz. Süleyman ölene kadar devam eder. Hz. Süleyman’ın
ölümüyle birlikte iç çekişmeler krallığın Yahuda ( Kuzey ) ve İsrail ( Güney )
olmak üzere ikiye bölünmesine neden olur. İsrail krallığı M.Ö 722’de Asurlu’lar
tarafından tarih sahnesinden silinir. Hükümet merkezi Kudüs olan Yahuda
Krallığı ise M.Ö 587 yıllarında Babil Krallığı tarafından yerle bir edilir.
İşgal Yahudi ruh dünyasında asırların
kapatamayacağı derin izler bırakır.Başta Beyt-i Maktis olmak üzere Hz. Süleyman
tarafından inşa ettirilen birçok eser yakılıp yıkılır.Bununla da yetinmeyen
Babil kralı Yahudileri Babil’e sürer.Bu durum Pers Hükümdarı Keyhüsrevin Babil
Krallığını tarih sahnesinden silene kadar devam eder. Pers Kralının esaret
altında ki İsrailoğullarına topraklarına dönme izni vermesine rağmen bir kısım
Yahudi geri dönmez ve Mezepotamya-Akdeniz etrafında ticaretle uğraşmayı tercih
ederler. Geri dönenler ise Pers Kralı I. Daryus’unda mali yardımıyla Kudüs’ü
inşa ederek Süleyman Mabedini M.Ö 515’te ikinci kez ibadete açarlar. Persler
Kralları Keyhüsrev’in hükümdarlığı döneminde
bütün mezepotamya ve Anadoluyu hakimiyetleri altına alırlar. Ancak M.Ö 333 yılında batıdan gelen İskender
30.000 piyade ve 5.000 atlı ordusuyla
Suriye’yi 1 sene sonrada Gazze’yi ele geçirir ve kısa sürede İranlılar
karşısında büyük zaferler kazanır.
Persler M.Ö 330 yıllarında ise daha fazla dayanamayarak yıkılırlar. İskender Yahudi
din adamlarının Kudüs’ün anahtarlarını teslim etmeleri üzerine burada fazla
durmayarak Mısır’ a geçer. Böylece tüm Ortadoğu’yu hakimiyeti altına alır.
İskender’in ölümüyle kurduğu büyük İmparatorluk komutanları arasında
paylaşılır. Kudüs’ünde dahil olduğu bölge M.Ö I. yüzyıldan itibaren Roma hakimiyeti altına girer.
Hz. İsa
bölgenin Romalılara ait olduğu bir dönemde Kudüs’te dünyaya gelir.Annesiyle
beraber bir süre kaldığı Nasıra köyüne itafen kendisine nasıralı tebliğine
çalıştığı dine inanlara da “ Nasara “ denilmiştir. Peygamberliğini ilan edip
kendine vahyedilen ilahi mesajı yaymaya başladığında en büyük tepkiyi
içlerinden çıktığı ve peygamber olarak gönderildiği İsrailoğullarından
görecektir. Romalılar Yahudilerin bir iç meselesi olarak gördükleri bu duruma
önceleri müdahale etmek istemezler. Ancak Yahudi Hahamların kışkırtmaları
sonucu devreye girerek istikrar adına Hz. İsa’yı çarmıha gererler. Yahudiler bir dönem Romalılarla iş birliği içinde olmalarına
rağmen Romalıların hışmından kurtulamazlar ve Roma ordusu Kudüs’e girerek
Süleyman Mabedini yerle bir ederler ve Yahudileride bu topraklardan çıkarırlar
ve sürgün ederler.Böylece Diaspora süreci başlamış olur. ( M.S 135 )
Romalılar aynı
başarıyı İmparatorluğun bekası için bir tehlike olarak gördükleri Hıristiyanlar
karşısında gösterememişlerdir. Hıristiyanlığın yayılmasını önlemek için binbir
çeşit yola başvurmuşlar, arenada aslanlara yem etmekte dahil her türlü baskı ve
işkenceye rağmen Hıristiyanlığın yayılmasını engelleyememişlerdir. Aksine
yapılan baskı zulüm bu dinin yayılışını daha da hızlandırmıştır.
Hıristiyanlığın bu karşı konulamaz ilerleyişine Romalılarda karşı koyamaz 306-337
yılları arasında hüküm süren Konstantin Hz. İsa’nın doğumundan tam 310 sene
sonra Hıristiyanlığı kabul eder ve Hıristiyanların dinlerini yaşamaları
doğrultusunda mutlak serbestliği tanır. Ellerinden alınan malları iade edilir.
Özgürlüğüne kavuşan Hıristiyanlık iki sene içinde imparatorluğun resmi dini
haline gelir. Daha sonraki yıllarda bazı iç sebeplerden dolayı Roma
imparatorluğu batı ve doğu olmak üzere ikiye ayrılır. Batı Roma İmparatorluğu
kuzeyden istilacılara daha fazla dayanamaz tarih sahnesinden silinir. Bu
dönemde Anadolu ,Suriye ve Mısır’ın içinde bulunduğu coğrafya bizce daha çok
Bizans olarak bilinen Doğu Roma İmparatorluğu hakimiyeti atındadır. İran
coğrafyasında ise 3. yüzyılda kurulan ve I. Kisra döneminde ( 531-579 ) en
parlak devrini yaşayan Sasani İmparatorluğu hüküm sürmektedir. İslamiyet’in
doğuşuna kadar olan sürede bölge bu iki gücün arasındaki hâkimiyet
mücadelelerine sahne olacaktır. Uzun süren bu mücadele yılları ise iki
imparatorluğunda yıpranmasına neden olacaktır.
İslamiyet’in
Doğuşu ve Arap Yarımadası:
M.S 5. ve 6.
yüzyıllarda yarımadanın büyük bir kısmında Araplar yaşamaktadır. Araplar aynı
dili konuşmalarına rağmen siyasi bilinç ve birliktelikten yoksundular. Her
kabile kendi başına hareket etmekte ve menfaatleri doğrultusunda siyasi
ittifaklara girmekteydiler. Örneğin Suriye civarında yaşayan Gassani kabilesi kendi güvenliklerini temin etmek için Bizans İmparatorluğunu
Lahmid kabilesi ise Sasanileri tercih etmişti. Bu yakınlaşmada ki farklılık
kabilerler arasındaki inanç sistemlerine de yansımış Gassaniler ve Lahmid gibi
Suriye civarında yaşayan kabileler din olarak Hıristiyanlığı seçerken çölde yaşayan arap kabilelerinin büyük bir
bölümü putperesti.
Kureyş
kabilesi ile özdeşleşen Mekke’nin ise yarım adada ayrı bir konumu vardır. Hz.
İbrahim ve İsmail tarafından yapılan Kabe’nin Bu şehirde olması , Mekke’yi hem
bir din merkezi hem de bir ticaret merkezi haline getirmişti. Böyle bir dönemde Mekkede yaşayan Hz. Muhammed 40
yaşlarına geldiğinde İlahi emre uyarak Peygamberliğini ilan etti e yeni dini
tebliğ etmeye başladı. Ancak atalarının dinini terk etmek istemeyen putperest
Mekke müşriklerinden büyük tepki gördü . İslamiyeti seçenlere kızgın kumlara
yatırılmak, kırbaçlamak suretiyle
işkenceler yapılıyor hatta öldürülüyorlardı. Yeni dini ezmek için yapılan zulüm
ve baskılar o kadar artmıştı ki Hz. Peygamber ilk başta Habeşistan’a ( 615 )
daha sonrada Medine’ye (622 ) hicrete izin verir. Hicretle birlikte onüç yıl
süren Mekke devri kapanarak yerini Medine dönemine bırakır.
İlk İslam
devletinin temeli burada , Medine’de atılır. Ama Mekkeli Müşrikler Müslümanları
burada rahat bırakmaz ve 624 yılında yapılan Bedir Muharebesinde sayıca
Müslümanlardan çok fazla olmalarına rağmen kesin bir yenilgiyle karşılaşırlar.
Bedir savaşında bir çok Mekke ileri geleninin öldürülmesi Müslümanlara duyulan
kini daha da artırmıştı. İntikam almak
için yapılan Uhud ve Hendek Muharebelerinden de bir sonuç alamazlar. Bu
savaşlardan bir netice alınamaması üzerine 10 yıl süreli Hudeybiye antlaşması
imzalanır.( 628 ) Müslümanların aleyhine gibi görünen antlaşmanın devreye
girmesiyle İslamiyet bölgede çığ gibi büyür. Yüz bine yaklaşan İslam ordusu
hiçbir direnişle karşılaşmadan ve kan dökmeden Mekke’ye girer.(630)
Ayrıca
Romalıların sürgünüyle bu bölgeye yerleşen ve aralarında antlaşma bulunmasına
rağmen hep Müslümanların aleyhinde çalışan , Mekkeli müşriklerle gizli ittifaka
giren Beni Kaynuka (624 ) , Beni Nadir (626 ), Beni Kurayza (626 ) ve Hayber (
628 ) Yahudileri de belirli aralıklarla ya sürgün edilmiş yada güç kullanarak
etkisiz hale getirilmişlerdir.
632 yılına
gelindiğinde tüm arap yarımadası İslam Devletinin hakimiyeti altına girmişti.
Bu ilerlemenin mimarı olan Hz. Muhammed’in vefatı üzerine , hastalığında onun
telkiniyle Müslümanlara namaz kıldıran Hz. Ebu Bekir halife olarak seçilir. Hz.
Ebu Bekir Hz. Peygamberin ölümüyle görülen dinden çıkma hareketlerine karşı
amansız bir mücadele verir. 634 yılında vefat etmesi üzerinede yine onun
telkiniyle Halifelik makamına Hz. Ömer Bin Hattab getirilir. Hz. Ömer dönemi
kısaca fetihler dönemi olarak adlandırılabilir. Çok kısa sürede Mısır,İran,ve
bütün Mezepotamya İslam topraklarına katılır. Yine bu dönemde Şam,
Taberiye,Nablus,Yafa,Gazze ve Beyrut Müslümanların eline geçer . Sasani
İmparatorluğu tarih sahnesinden silinir.
Kudüs ise bizzat Hz. Ömer’in gelmesiyle kan dökmeden teslim alınır.(638
) Hz. Ömer’in İranlı bir köle tarafından zehirli bir hançerle sabah namazında
şehit edilmesi üzerine Hz. Osman halife seçilir. Hz. Osman döneminde gerek bulundukları
mevkileri kendi çıkarları doğrultusunda
kullanan ve İslam’dan uzak bir yaşam sürmeye başlayan Ümeyye oğullarının
hataları gerekse bu hataları fırsat bilerek fitne çıkarmak isteyenlerin
girişimleriyle Müslümanlar arsındaki
fitne ve fesat giderek artar. Bu olaylar sonucunda Hz. Osman’ın evini kuşatan
isyancılar onu evinde kuran okurken şehit ederler. İslam ümmeti arasında
yüzyıllarca sürecek fitne ateşi böylece yakılmış olur. Olayın ardından Hz.
Ali’ye Mescid-i Nebevi’de biat edilir. Muaviye’nin Hz. Osman’ın şehit edilmesini
bahane ederek biat etmemesiyle açılan yaralar üzerinden asırlar geçmesine
rağmen hala kan damlamaktadır.
Hz. Ali
kendisine biat etmeyen Muaviye’nin üzerine yürür. İki ordu Fırat yakınlarında
Sıffin’de karşılaşırlar. Savaşı kaybedeceğini anlayan Muaviye Amr bin As ‘ın
tavsiyesi üzerine askerlerine mızraklarının
ucuna kuran sayfalarını asmalarını söyler.Bu durum halifenin askerleri arasında
tereddüte neden olur. Savaş durdurulur ve tarihte hakem olayı olarak bilinen
hadise cereyan eder. Hz. Ali’nin hakemi Ebu Musa el-Eşari, Muavi’nin hakemi de
Amr bin As’tır. Amr bin As’ın hileli hareket etmesinden dolayı bu girişimde
sonuçsuz kalır. Hz. Ali daha sonra Kufe’de şehit edilir. Hz. Ali’nin
şehadetinden sonra yerine oğlu Hz. Hasan geçer. Mekke,Medine,Irak Hz. Hasan’a
biat ederken Şam,Mısır civarı ise Muaviye’yi tercih eder. Ümmetin çift
başlılığına son vermek için iki ordu Medayin’de karşılaşır.Daha fazla Müslüman
kanı akmasını istemeyen Hz. Hasan hakkından feragat ederek Medine’ye çekilir ve
burada da zehirlenerek şehit edilir. Devletin başına Muaviye’nin geçmesiyle birlikte
mülkü zorla elinde tutmak için elinden gelen her şeyi yapan ve cahiliyenin
kalıntılarını bir türlü üzerinden atamayan Ümeyyeoğulları ile birlikte
Müslümanların ileri gelenlerin tavsiyesi ve diğer Müslümanlarında ona biat
etmesiyle seçilen devlet başkakanı ( Halife ) dönemi sona ermiş ve kan bağına
dayanan Saltanata dönüşmüştür. Muaviye sağlığında oğlu Yezid için zorla biat
alır. Böylece Muaviye’nin ve ondan sonra gelenlerin mensup olduğu kabileye
atıfta bulunarak söylenen ve tarihte
Emeviler ( Ümeyyeoğulları ) olarak bilinen dönem başlamış olur.
Muaviye’nin
ölümüyle birlikte yerine oğlu Yezid geçer. Ancak yezid için alınan biati Hz.
Hüseyin kabul etmez ve halifeliğini ilan eder. Kendisine biat ettiklerini
bildiren Kufe’lilerin daveti üzerine bu şehre doğru yola çıkar. Yolda Yezid’in
askerleri tarafından engellenirler, Kufe’ye girmelerine izin verilmediği gibi
geri dönmelerine de müsaade edilmez. Hz. Hüseyin’le birlikte 72 kişide Kerbela’da şehit düşer ve Hz.
Hüseyin’in mübarek başı kesilerek Kufe Valisine oradanda Şam’a Yezid’e
gönderilir.
Peygamber
torununun Kerbela’da aç ve susuz bırakılıp hunharca katledilerek şehid edilmesi
İslam aleminde günümüze kadar devam edecek ayrılıkların doğmasına zemin
hazırlar.
Emevilerin
mülkü zorla ellerinde tutmak istemeleri , peygamberin torununu hunharca
katletmeleri gibi olayların neticesinde arkası gelmeyen isyanlar başlar. Çıkan
isyanların Emeviler tarafından çok sert bir şekilde bastırılmaları yeni
isyanları beraberinde getirir. Emeviler giderek büyüyen tepkilere dayanamayarak
750 tarihinde tarih sahnesindeki rollerini Abbasilere bırakmak zorunda
kalırlar.Emevilerin saltanatı kaybetmesinden sonra Abbasilerden kurtulmayı
başaran Abdurrahman tarafından hükümet merkezi Kurtuba olan Endülüs Emevi
devleti kurulur. Abbasiler Haşimoğullarından olup ismini Hz. Muhammed’in amcası
Abbas’tan almaktadır. Mülkün Şam’dan Bağdat’a geçmesi bu iki diyar arasında ki
rekabetinde doğmasına neden olmuştur.
Siyasi birliği
sağlamakta aciz kalan Abbasiler son dönemde dini birlikteliği de yitirerek İslam dünyasında çok başlı bir tablonun
oluşmasını engelleyemezler. Endülüs emevi devleti 763 de bağımsızlığını ilan
ederek Abbasi halifesi ile tüm siyasi ve dini ilişkilerini keser.909 yılında
ise Mısır’ı ele geçiren Fatimilerde başlarına Şii bir halife seçerler. Böylece İslam Dünyasıda dini açıdan üçe
bölünmüş olur.Bu süreç 9. yüzyılda Türklerin Selçuklu devletiyle sahneye
çıkmalarına kadar sürer.
Abbasilerin
güç kaybetmeye başladığı ve sınırları içerisinde birçok bağımsız devletlerin
çıktığı bir dönemde Orta Asya’dan gelen Türk boyları İslam coğrafyasında ki
siyasi boşluğu doldurmakta gecikmezler ve bu bölgede etkin rol oynamaya
başlarlar. Türkmenler tarafından bölgede kurulan en büyük devletlerden olan Selçuklular din olarak
İslam’ı tercih ederler. Tuğrul ve Çağrı beyler 1040’da Dandanakan savaşında
Gaznelileri büyük bir yenilgiye uğratarak Selçuklu Devleti’nin sınırlarını
Mezepotamya’ya kadar genişletir. Kendilerinden
yardım isteyen Abbasi Halifesine olumlu cavap veren Selçuklular böylece
tüm Mezepotamya’nın denetimini ele geçirirler. Çağrı ve Tuğrul Bey’lerin vefatı
üzerine tahta geçen sultan Alpaslan tüm dikkatini Anadolu topraklarına yoğunlaştırır.
1071’de Malazgirt’de Bizans ordusuna karşı kazandığı büyük zaferle Anadolu’nun
kapılarını Orta Asya’dan gelen Müslüman Türk boylarına açar. Malazgirt’den
sonra Miryakefelon’da da hezimete uğrayan Bizanslılar akın akın Anadolu’ya göç
eden ve orayı İslamlaştıran Türkmenler karşısında çaresiz kalırlar. Alpaslan’ın
1072 de Barzam Kalesi kumandanı Yusuf Harezmi tarafından bıçaklanarak şehid
edilmesi üzerine yerine oğlu Melikşah geçer. Sultan Melikşah döneminde
Selçuklular en parlak dönemlerini yaşarlar. 1092 ‘de Vezir Nizam-ül Mülk’ün
öldürülmesi ve aynı yıl içerisinde sultan Melikşah’ında vefat etmesi üzerine
hızla güç kaybetmeye başlayan Selçuklular 1092’de tarih sahnesinden silinir.
1075 de Büyük Selçuklu Devletine bağlı Anadolu Selçuklular Süleyman Şah tarafından kurulsada Haçlılar ve
Moğolların saldırılarına maruz kalmalarından dolayı genişleme imkanı bulamaz ve
1308 de yıkılır. Selçuklu devletiyle bir nebzede olsa birlik sağlayan İslam
coğrafyası bu devletin sahneden çekilmesiyle yeniden çok başlı bir görünüm
alır. Bu da Müslümanların tarih boyunca yüzleştiği en kanlı istilacıların yani
Haçlı ve Moğolların akınlarının hızlanmasına neden olur.
Haçlı
seferleri, görünür amacı Hz. İsa’nın mezarını Müslümanların elinden kurtarmak
olan ve kilise tarafından organize edilen akınlardır.1095’de Papa II. Urban’ın
çabalarıyla kurulan büyük ordu Kudüs’e doğru I. Haçlı seferi olarak bilinen
sefere çıkar. Geçtikleri yerleri yağmalayan
karşılarına çıkan Yahudi ve Müslümanları kılıçtan geçiren ve sayıca
üstün olan haçlılar Selçuklu kuvvetlerini yenerek Şam’a kadar ilerler ve 1099
yılında halkını kılıçtan geçirdikleri Kudüs’ü ele geçirirler. Haçlılar kan
gölüne dönüştürdükleri şehirde
Krallıklarını ilan ederler. Haçlılara karşı birkaç girişimde bulunulsa
da en büyük darbe bu durumu yani Kudüs’ün Haçlıların elinde olmasını bir türlü hazmedemeyen
Selahaddin Eyyubi tarafından vurulur. Fatımi hanedanlığına son verip Eyyubi
Devletini kuran Selahaddin Eyyubi
Hıttin’de Haçlı ordusunu bozguna uğratarak Kudüs’ü kurtarır. (1187)
Kudüs’ü tekrar almak için kilise tarafından düzenlenen ve bir çok ünlü
komutanında içinde yer aldığı III. Haçlı serfini de geri püskürten Selahaddin
Eyyubi bölgedeki Müslüman hâkimiyetinin sonlanmasına müsaade etmez.
Henüz haçlı
şokunu üzerinden atamayan Müslümanlar bu
sefer de doğudan gelen Moğol istilası ile 2. kez sarsılırlar. Moğol istilacılar
baskı ve zulümde haçlıları aratmazlar. Müslümanlar bölünmüşlüğün faturasını bir
kez daha çok ağır bir şekilde öderler. Cengiz Han’ın ölümüyle kurduğu İmparatorluk
oğulları arasında paylaşılır. Cengiz Han’ın torunlarından biri olan Hülagü
tarafından kurulan ve bir Türk-Moğol devleti olan İlhanlılar bölgede yaşayan
insanların korkulu rüyası haline gelir. Moğollar 1258’de Bağdat’a girip şehri
yağmalarlar ve bütün halkı kılıçtan geçirip bir çok alimin kaleme aldığı
kitapların bulunduğu kütüphaneleri de yakarlar. Tarih kitapları Moğolların ele
geçirdiği şehirlerde nehirlerin aylarca kıpkırmızı aktığını hazin bir şekilde
yazar. Ancak Moğollar yaptıkları bütün bu zulümlere rağmen İslam’a karşı
kayıtsız kalamazlar ve bölük bölük İslam’a girmeye başlarlar. İlhanlılar ve
Çağatay Hanlığı gibi batıdaki Moğollar İslamlaşırken Doğudakiler Çinlileşir.
Moğollar 1353’de İlhanlıların yıkılmasıyla tarih sahnesindeki rollerini de
tamamlamış olurlar. Diğer büyük İmparatorluklar gibi bıraktıkları mirastan
ziyade yaptıkları zulümlerle anılmışlardır. Moğollar karşısında sadece
Memluklular bağımsızlıklarını koruyabilmişlerdir. Mısır’da hüküm süren
Eyyubilerin vurucu gücünü temsil eden Memluklular Eyyubilerin zayıflamasını
fırsat bilerek iktidarı ele geçirdiler. Bu iktidar taki 1517’de Osmanlı
Padişahı Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethine kadar sürmüştür.
Osmanlıların
devreye girmesi :
13. yüzyılda
Anadolu’nun dört bir yanı Moğol istilasından kaçan Türk beyleriyle
dolar.Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflamasını fırsat bilen bu beylikler
bağımsızlıklarını ilan ederler. Anadolu’nun değişik yerlerinde bir çok bağımsız
Beylikler kurulur. Bunlardan bir tanesi de Osmanlılardır. Anadolu Selçuklu
Hükümdarı Alaaddin Keykubad’ın da onayını alarak Ertuğrul Bey’in önderliğinde
400 çadırla Söğüt ve Domaniç bölgesine yerleşirler. Onun ölümüyle yerine geçen
Osman Bey Bizanslılarla amansız bir mücadele içine girer ve bir çok başarılar
elde eder. Oğlu Orhan Bey zamanında Bursa’nın
Bizanslılardan alınması ile kurulan genç Beylik artık Osmanlı Devleti
olarak anılmaya başlar. Osmanlı devletinin bu büyüme süreci ondan sonra yerine
geçen liderlerle de devam eder ve Rumeli’de bir hakimiyet elde edilir ve büyüme
süreci taki Yıldırım lakaplı 1. Beyazid’in 1402 yılında Ankara yakınlarında ki
çubuk ovasında yapılan ve tarihe Ankara savaşı olarak geçen Muhaberede bazı
Anadolu Beylerinin ihaneti sonucu yenilmesi ve esir düşmesine kadar devam eder.
Ankara
Savaşında Timur karşısında alınan ağır yenilgi kurulan genç devleti parçalanma
noktasına getirir. Tarihçilerce Fetret devri ( 1402-1413 ) olarak adlandırılan
ve 11 yıl süren bir kargaşa dönemi yaşanır. Bu dönem 1. Beyazid’in oğullarından
Mehmet Çelebi’nin kardeşi Musa Çelebi’yi öldürmesiyle son bulur ve Devletin
birliği yeniden tesis edilir. Düzenin yeniden sağlanmasıyla birlikte Çelebi
Mehmet’den sonra yerine geçen II. Murat
zamanında Balkanlarda bir çok zaferler kazanılarak Osmanlıların Balkanlardaki
hakimiyeti iyice perçinlenir. 1451 de II. Murat’ın Yerine geçen II. Mehmet’inde
İstanbul’u fethetmesiyle birlikte artık devlet İmparatorluğa dönüşecektir.
Fatih Ünvanını alan II. Mehmet’den sonra yerine geçen II. Beyazid ve Yavuz Sultan
Selim döneminde de İmparatorluğun büyüme süreci devam eder. 1514’de Çaldıran’da
Şah İsmail’i mağlup eden Yavuz İmparatorluğun doğu sınırlarını güvence altına
alarak ayrıca ilerde oluşabilecek bir Şii tehlikesinden de İmparatorluğu
kurtarmış olacaktır. Yavuz Balkanlara yönelmeden önce Osmanlılar için tehlike
oluşturabilecek tek güç haline gelen Memlukluların üzerine yürümeye karar verir
ve 1516 kazanılan Mercidabık Savaşıyla da Mısır ve Hicaz’ın kapılarını
Osmanlılara açmış olur. Ortadoğu’da hemen hemen beş yüzyıl sürecek olan Osmanlı
hakimiyeti de böylece başlamış olur. Yavuz kutsal emanetlerle beraber
Mısır’daki son Abbasi halifesini de
İstanbul’a getirerek düzenlediği bir törenle de halifeliği üzerine alır.
Böylece Osmanlılar 1517’den itibaren İslam dünyasının hem dini hem de siyasi
önderi olurlar.
Yavuz’un vefat
etmesiyle birlikte yerine Kanuni lakabıyla tanınan ve batıda Muhteşem Süleyman
olarak bilinen I. Süleyman geçer. Kanuni Sultan Süleyman’ın 46 yıllık saltanatı
boyunca Osmanlı İmparatorluğu en parlak dönemlerini yaşar. Son seferinde Zigetvar
Kalesi önlerinde vefat ettiğinde (1566) Osmanlı sınırları üç kıtaya birden
hükmeder durumda idi. Bu durum Kanuni’den sonra II.Selim ve III.Murad’a da
Sadrazamlık yapan Sokullu Mehmed Paşa’nın 1579’da Bosnalı bir Tımar sahibi
tarafından hançerlenerek öldürülmesine kadar devam eder. Sokullu’nun ölümüyle
başlayan duraklama döneminin doğal sonuçlarından biri olan Viyana bozgunu
(1683) o döneme kadar hep savunma psikolojisiyle hareket eden Avrupa
devletlerini yeni umutlara sevk eder. Bununla birlikte Osmanlılar 1699 yılında
ilk defa toprak kaybederek imzalamak zorunda kaldıkları Karlofça Antlaşması ile
de hızlı bir güç kaybetme süreci içerisine girerler.
Batılılaşma
Süreci:
Osmanlıların
hızla güç kaybetme süreci kimi padişahları ve Devlet Erkanını Osmanlı toplumunun
hiç de alışık olmadığı yeni çözüm arayışlarına yöneltir. İmparatorluk 18.
yüzyıldan itibaren kronikleşen Devlet sorunlarını önceki yılların aksine batı
uygarlıklarını baz alarak çözme yoluna gider. Batılılaşma hareketlerinin ilk
tohumları 1718 yılında Sadrazamlığa getirilen ve Avrupa ile yakın ilişkiler
kurma taraftarı olan Nevşehirli Damat İbrahim Paşa tarafından atılır. Bunun ilk
işareti olarak daha sonra batılılaşmanın misyonerliğini yapacak kişiler önde
gelen Avrupa başkentlerine elçi olarak gönderilir. Yenilikler elçi göndermekle
de kalmaz. Lale devri diye adlandırılan 1718 ve 1730 yılları arasında sadece
Devlet yönetiminde değil, aynı zamanda saraya yakın Osmanlı seçkinlerinin de
yaşam tarzlarında batılılaşmanın izleri görülür. Lale Devriyle başlayan batılılaşma süreci
İmparatorluğun dağılacağı tarihe kadar Devlet yönetiminin ana maddesini
oluşturacaktır.
Başarısızlıkla
sonuçlanan her reform süreci kaldığı yerden, yeniden ve daha sert bir şekilde
devam ettirilir.1730’da İstanbul’da patlak veren Patrona Halil Ayaklanması ile
Lale Devrine son verilir ve İbrahim Paşa öldürülür. Ayaklanmaya rağmen ıslahat
hareketleri başta askeri meseleler olmak üzere bir çok alanda devam ettirilir.
1789’da tahta
çıkan III. Selim 1792 yılında imzalanan Yaş Antlaşması’nın sağladığı barış
ortamından da faydalanarak kapsamlı bir ıslahat programını uygulamaya koyar.
Uzun süren görüşmelerden sonra yapılacak ıslahatlarda Avrupa modelinin baz
alınması benimsenir. Batı tarzında yapılanmasına karar verilen yeni ordunun (Nizam-ı
Cedid) Fransız, İngiliz ve Alman subaylar tarafından eğitilmesine karar
verilir.
Ateşli bir
reform yanlısı olan III. Selim 1806 Osmanlı Rus savaşı sırasında patlak veren
Kabakçı Mustafa ayaklanması üzerine IV. Mustafa lehine tahtan feragat etmek zorunda
kalır.(1807) Reform hareketinin sembolü haline gelen Nizam-ı Cedid ordusu
dağıtılır.III. Selim yanlısı olarak bilinen Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa
Paşa’nın İstanbul’a yürümesi üzerine III. Selim isyancılar tarafından
öldürülür. Çok sevdiği padişahın cesedi ile karşılaşan Alemdar, şehzade II.
Mahmud’u tahta çıkarır.
II. Mahmud
tahta çıkınca Alemdar’ı Sadrazam olarak tayin eder ve dağıtılan Nizam-ı Cedid
ordusunun yerine Sekban-ı Cedid ardında yeni bir ordu kurar. Bu orduda
Yeniçerilerin hışmından kurtulamaz ve 1808’de ayaklanan yeniçeriler Alemdar
Paşa’yı öldürerek bu orduyu da lağvederler. Tahtını kurtarma telaşına giren II.
Mahmud yapılanlara sessiz kalır ancak yeniçerilerle de bir şey
yapılamayacağının farkına varır. Bu dönemde çıkan ayaklanmaları fırsat bilen
Rusya, Osmanlı İmparatorluğuna savaş açarak doğuda Erzurum batıda Edirne’ye
kadar ilerler. Rusya ile imzalan Edirne antlaşmasıyla Osmanlı İmparatorluğu hem
Yunanistan’ın bağımsızlığını tanımak hem de Kafkasya kıyıların Rus’lara
bırakmak zorunda kalır. Karışıklığı fırsat bilen Fransa da 1830 Cezayir’i işgal
eder. II. Mahmud bu ayaklanmalar esnasında yetersizliği açıkça ortaya çıkan ve
500 yıldır Osmanlı ordusunun bel kemiğini oluşturan Yeniçeri ocağını halkında
desteğini alarak kaldırmayı başarır.(1826)
Tarihe Vakay-ı Hayriye olarak geçen bu olayın faturasını imparatorluk
1828-29 Osmanlı Rus savaşında çok ağır öder. Kaldırılan yeniçeri ocağının
yerinede Asakir-i Mansure-i Muhammediye
adında yeni bir ordu kurulur.
Çalkantılı
geçen saltanatı boyunca II. Mahmud’u en fazla uğraştıran ne İmparatorluğu
parçalamak isteyen büyük devletler nede ıslahatlara gösterilen tepkilerdi.
Fransa’nın da desteğini alarak Mısır’ı fiilen bağımsız bir devlet haline
getirip gözünü Suriye ve Anadolu topraklarına diken Kavalalı Mehmed Ali Paşa
II. Mahmud’un korkulu rüyası haline gelmişti.
II. Mahmud’un
ölümüyle genç yaşta tahta çıkan Abdülmecid babası gibi reform yanlısıdır. Hem
faydalı olduğuna inandığından hem de Mısır meselesinin çözümünü kolaylaştırmak
amacıyla saltanatının ilk günlerinde Tanzimat Fermanın ilan eder. Sadrazam
Mustafa Reşid Paşa’nın başta İngiltere olmak üzere büyük devletlere danışarak
hazırladığı Tanzimat Fermanı Abdülmecid’in tahta çıkışından dört ay sonra 1839
yılında Topkapı Sarayının Gülhane köşkü önünde yüksek sesle okunur. Müslim ve
gayri Müslim tebaa arasındaki şahsi haklarda eşitlik sağlanması amacını güden
Tanzimat bu iki camia arasında ki dengenin gayri Müslimler lehine değişmesine
neden olur. Kendi bünyesinde ki barındırdıkları azınlıklara karşı aynı
hoşgörüyü göstermeyen bu devletler söz konusu Osmanlı olunca özgürlük şampiyonu
kesilmekten geri kalmazlar. Gayri Müslim tebaanın şahsi hakları konusundaki
gelişmeler Tanzimat fermanıyla da sınırlı kalmaz. Mustafa Reşid Paşa’nın
izinden giden Ali ve Fuat Paşa’lar
Avrupalı devletlerin çıkarlarını göz önünde bulundurarak yeni bir
Islahat Fermanı daha hazırlarlar.( 1856)
Tanzimat
Fermanında olduğu gibi Islahat Fermanında da büyük devletlerin baskılarını ve
onlara inanmış Osmanlı devlet adamlarının basiretsizliğini görmek mümkündür.
39 yaşında veremden
ölen Abdülmecid’in yerine Abdülaziz geçer.(1861) Ancak Mithat Paşa’nın da
desteğini alan Serasker Hüseyin Avni Paşa’nın düzenlediği darbe sonucunda
Sultan Abdülaziz tahtan indirilir. (1876) Bir müddet sonrada intihar süsü
vermek suretiyle öldürülür. Sultan Abdülaziz’in öldürülmesinde ve mason olan V.
Murat’ın tahta geçmesinde Mithat Paşa ve Serasker Hüseyin Avni büyük rol
oynamıştır. Ruh sağlığı giderek bozulan V. Murat üç ay sonra tahttan indirilir ve
yerine saltanatının ilk yıllarında çok çetin sorunlarla yüzleşmek zorunda kalan
II. Abdülhamid Han geçer.(1876)
Avrupalı
devletlerin Osmanlı imparatorluğunu parçalamamasının sebebini bu devletlerin bölgedeki
çıkarlarının birbirine ters düşmesinden kaynaklandığını gören Abdülhamid büyük
devletlerin bu zaafını saltanatı boyunca batıyla olan ilişkilerinde bir koz
olarak kullanır. Sultan tarafsız bir politika izleyerek Avrupalı devletlerin
Ortadoğu’daki çıkar çatışmalarını körükleme yoluna gider. Böylece bölgedeki
çıkarlarını korumak isteyen devletlerin doğrudan kendine yönelmesini sağlar.
Fransa
tarafından inşa edilmesine rağmen Süveyş Kanalı’nın İngiltere’nin denetimi
altında olmasını öne çıkararak Mısır konusunda bu iki devleti karşı karşıya
getirir. Doğuya açılma yanlısı olan Almanya’ya Berlin-Bağdat demiryolu
projesini vererek Mezepotamya ve Basra Körfezindeki İngiliz-Alman rekabetini
körükler. Tunus ve Libya konusunda çıkarları çatışan Fransa ve İtalya’yı da
Kuzey Afraka’da karşı karşıya getirir.
İmparatorluğu
uğraştıran diğer bir sorun ise Berlin kongresinde kararlaştırılan azınlık
ıslahatlarıdır. Azınlıkların ilk önce özerklik daha sonra bağımsızlık
taleplerinde bulunacaklarını çok iyi bilen padişah Makedonya ve Doğu Anadolu’da
ki gayri Müslimler lehine olan ıslahatları gerçekleştirmeyi şiddetle reddeder.
Bu konuda Almanya ve Rusya’yı yanına almayı başaran Sultan ingiltere’yi zor
durumda bırakır.
II.
Abdülhamid’i kendinden önceki padişahlardan ayıran bir özellikte, sembolik hale
gelmiş olan ve önemi yitirilmiş Hilafet makamına, işlevsellik kazandırarak
siyasi bir koz olarak kullanmasıdır. Sultan Kuzey Afrika’dan Çin’e kadar bütün
dünya Müslümanlarına ulaşmaya çalışır. Bunda da hayli başarılı olur. Sözün kısası
kısıtlı imkanlara rağmen dehasını kullanarak çökme aşamasında olan
imparatorluğu bir müddet daha ayakta tutmayı başaran II. Abdülhamid 31 Mart
vakası olarak adlandırılan kanlı hadiseden sonra İttihat ve Terakki cemiyeti
tarafından tahttan indirilerek (1909) yerine daha pasif görülen V. Mehmet Reşad
getirilir.Abdülhamid ise aile efradı ile 1912’ye kadar sürgün kalacağı
Selanik’e gönderilir.
Sultan
Abdülhamid’in dengeli ve tutarlı politikaları sayesinde korunan İmparatorluğun
birliği acemi, beceriksiz hatta hain ellerde kısa sürede dağılır. Sultanın 33
yıllık saltanatı süresince ertelemek için didindiği çöküş artık kapıdadır.
1909’dan
itibaren kontrolü ele geçiren İttihat ve Terakki kendisininde parçası olduğu
çöküşün engellenmesine yönelik girişimlerden bir sonuç elde edemez. İtalya
1911’de Trablusgarp, Rodos ve 12 adayı işgal eder. Bununla birlikte Rusya’nın
da kışkırtmasıyla 1912 de patlak veren
Balkan Savaşlarında da Devlet-i
Aliye büyük bir hezimete uğrar.Edirne dahil bütün Rumeli kaybedilir.
Artık I. Dünya savaşı arifesinde İmparatorluk
çok zor durumdadır. Balkan savaşlarında ağır bir yenilgi alınmış, Rumeli’nin
tamamı kaybedilmiş ve Fransa, Rusya’nın da teşvikiyle Ayastefanos anlaşmasını
bahane edip Ermenileri kışkırtarak Anadolu topraklarına göz dikmiştir. İşte
böyle bir ortamda I. Dünya savaşı patlak verir. Avrupa devletleri ,
İngiliz,Fransız, Rusya’nın oluşturduğu İtilaf Devletleri ve
Almanya,İtalya,Avusturya-Macaristan’ın oluşturduğu İttifak Devletleri adı
altında iki ana gruba ayrılır. Osmanlılar Abdülhamid’in Avrupa’ya karşı
oluşturduğu denge politikasını terk ederek Enver Paşa’nın emri vakisiyle
Almanların yanında yer alırlar. İngiliz donanmasından kaçan iki Alman gemisinin
adı değiştirilerek karadenize açılmasına izin verilir. Karadenize açılan Alman
gemileri Rus kıyılarını topa tutarlar. Bunun üzerine de Ruslar derhal
Osmanlılara savaş açarlar.
14 Kasım’da
Cihad-ı Ekber ilan eden Osmanlılar savaş süresince Rus,Irak
,Filistin-Suriye,Çanakkale,Galiçya,Sina-Mısır,Arabistan gibi bir çok cephede
mücadele etmek zorunda kalır. Çanakkale Zafer’i gibi destansı zaferlere rağmen
Sarıkamışta Enver paşa komutasındaki 90 bin askerin düşmana tek bir kurşun
sıkman donarak ölmesi gibi Osmanlı tarihinin tanık olduğu en hazin olaylar
çöküşe son noktayı koyacak yenilgiyi engelleyemecektir. Artık kaçınılmaz sona
doğru yaklaşılmaktadır.
Bu arada İstanbul’da
Saltanat değişikliği olur. Ölen Sultan Reşad’ın yerine her şeyin kaybedilmek
üzere olduğu bir dönemde Sultan Vahdeddin geçer.(3 Temmuz 1918) Çöküşün altına
imza atmak hiçbir suçu ve sorumluluğu olmayan bu talihsiz sultana nasip olur.
Ağır şartlar ihtiva eden Mondros Mütareke’si imzalanmak zorunda kalınır.(30
Ekim 1918 ) Bu imza aynı zamanda Avrupalılar tarafından uzun süredir hasta adam
olarak adlandırılan Osmanlılarında sonu olur.
I DÜNYA SAVAŞI
SONRASI ORTADOĞU :
Avrupa
devletleri tarafından uzun süredir hasta adam olarak adlandırılan Osmanlı İmparatorluğu,
gereksiz yere girilen I. dünya savaşı sonrasında parçalanma safhasına
gelmiştir. Aç kurtlar gözlerini imparatorluğun topraklarına dikmişlerdir artık.
Ortadoğu savaş sonrası fiili olarak İngiliz ve Fransızların denetimi altına
girer.
1517 Ridaniye
savaşıyla Osmanlı İmparatorluğunun hâkimiyeti altına giren Araplar Devleti
Aliye’nin hüküm sürdüğü beş yüz sene boyunca mezhep farklılıklarından kaynaklanan
ve son derece sınırlı bir alanı kapsayan Yemen ve Vahhabi isyanları dışında
İmparatorluğa sadık kalırlar. Payitahttan binlerce kilometre uzaklıkta bulunan Mısır,
Libya, Cezayir ve Tunus’taki Müslümanlar ilahi bir görev olarak algıladıkları
İmparatorluğa sadakatten ayrılmazlar.
Araplarda
diğer milletler gibi 19. yüzyılda İmparatorlukları sarsan milliyetçilik
akımının yıkıcı tesirinden kurtulamazlar. İlk önce Lübnan ve Mısır’da bulunan
Hıristiyan Araplar arasında filizlenen milliyetçilik kısa sürede Müslüman
Araplara da sirayet eder. Başlarda küçük bir toplulukla sınırlı kalan Arap
Milliyetçiliği 1916 yılında Şerif Hüseyin’in ortaya çıkışıyla yeni bir ivme
kazanır.
İmparatorluğun
çöküşünü hızlandıracak siyasi kararları ile tarihe geçen İttihat ve Terakki, II.
Abdülhamit’in tehlikeli bulduğu için oğulları ile birlikte 16 yıl süreyle
İstanbul’da tuttuğu Şerif Hüseyin’i II. Meşrutiyet’in ilanından sonra Hicaz
Valisi ve Mekke Emiri olarak Arabistan’a gönderir. Şerif Hüseyin atandığı Hicaz
Valiliğinin de imkânlarından yararlanarak hayalindeki büyük Arap Devletinin
kurulmasına yönelik girişimlerini hızlandırır.
İngilizlerin
desteğini alan ve kendince yeterli güvencesi olan Şerif Hüseyin savaşın kritik
bir safhaya girdiği 1916 Haziranında mensubu bulunduğu imparatorluğa karşı
isyan bayrağını çeker. Mekke’de bulunana sınırlı sayıdaki Osmanlı askerini
etkisiz hale getirerek şehrin kontrolünü ele geçirir. Lawrence gibi ajanlarında
rol aldığı ayaklanma başlarda geniş bir yankı bulmasa da henüz güney cephesi
açmayı düşünmeyen İngiltere’ye rahat bir nefes aldırır. 1918 sonbaharına
gelindiğinde ise tüm bölgenin yönetimi İngiltere ve müttefiki Fransa’nın eline
geçer. Beyrut ve kıyı şeridindeki birkaç şehir dışında Suriye’nin yönetimi
Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Faysal’a bırakılır.
Bölgeyi iki Avrupalı devletin
sömürgesi haline getiren Sykes-picot anlaşması devreye sokulmuş ve daha savaş
bitmeden açıklanan Balfour Deklarasyonu ( Filistin’de kurulacak bir Yahudi
devletine kapı aralayan açıklama-1917) sonradan yaşanacakların net bir
göstergesi olmuştur. Dönemin İngiliz dışişleri
bakanı Aurtur Balfour tarafından 1917’de yayınlanan söz konusu deklarasyonda
şöyle deniliyordu : “ Haşmetli İngiliz
Kraliyet Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için milli bir devlet kurulmasını
memnuniyetle karşılıyor. Bu gayeye ulaşmayı kolaylaştırmak için en değerli mesailerini harcayacaktır…..”
Ne
Şerif Hüseyin’in hamisi İngiltere nezdinde ki son gayretleri nede oğlunun 1919
daki Paris barış görüşmelerinde yapmış olduğu cılız diplomatik girişimler bu
acı gerçeği değiştirmeyecektir. En azından Hicazın kendine bırakılacağını sanan
Şerif Hüseyin bunda da yanılır. Çift taraflı oynayan İngilizler daha şanslı
gördükleri İbn-i Suud’a yardım ederek bütün Arap yarım adasına hakim olmalarını
sağlarlar. Görevi tamamlanan Şerif Hüseyin ise 1930’a kadar sürgünde kalacağı
Kıbrıs’a gönderilir. Ölmeden 1 yıl önce geldiği Ürdün’de Osmanlıya karşı
ayaklanmakla ne kadar büyük bir hata yaptığını gözyaşları içinde ifade eder. Bu
pişmanlık Mustafa Müftüoğlu’nun Yalan söyleyen tarih utansın adlı kitabının I.
cildinde geniş bir şekilde anlatılmaktadır.
Savaş
sonrası Ortadoğu’nun haritası tamamen değişir. İngiltere ve Fransa geniş bir
coğrafyayı kapsayan ve son derece stratejik öneme sahip bölgeyi böl-parçala
yönet taktiği çerçevesinde küçük parçalara ayırır. 1920’de kurulan bu küçük
Arap devletleriyle de Ortadoğu büyük ölçüde şekillenir. Milletler cemiyetinin
yeni sınırları resmen tanımasıyla da süreç tamamlanmış olur. Toroslardan Hint
Okyanusuna kadar uzanan büyük Arap devleti hayaliyle yola çıkan Araplar için
sonuç tam bir hayal kırıklığı olmuştur. Osmanlı İmparatorluğundan kurtulunmuş
ama bu kezde başka bir gücün boyunduruğu altına girilmiştir. Üstelik yeni Efendiler hüküm sürdüğü 500 yıl
boyunca bölgeye barış ve istikrar getiren Osmanlının aksine sömürgeci
politikalar takip ederler.
General
Allenby komutasında ki İngiliz ordusu yukarda bahsettiğimiz Balfour deklarasyonunun
açıklanmasından yaklaşık bir ay sonra Kudüs’ü ele geçirir.( 9 Aralık 1917 ) Bu
aynı zaman da Filistin’de 1948’e kadar sürecek İngiliz hâkimiyetinin
başlangıcıdır. Daha savaş bitmeden Siyonistlerden yana tavır koyan İngiltere
Filistin yönetiminin kilit noktalarına Siyonizm’e sempati duyan Yahudi asıllı
kişileri atar. Siyonist hareket Yahudi unsurların bu kadar ağır bastığı
Filistin İngiliz yönetimi altında hızlı bir ilerleme sağlar. Yönetim daha ilk
yılında Filistin’e 16 bin 500 Yahudi göçmeni yerleştirmeyi planlar. Bu rakamlar
her geçen yıl artarak devam eder. İngiltere’nin Filistin’e hakim olmaya başladığı
yıllarda 84 bin olan Yahudi nüfusu İngilizlerin Filistin’i terk ettikleri 1948
yılında 8 kat artarak 650 bin’e ulaşır. Aşağıdaki tablodan da durum daha net
anlaşılacaktır.
Yıllar
|
Yahudi
Nüfusu
|
Genel
Nüfus
|
Yahudi
Oranı
|
1882
|
24.000
|
600.000
|
%4
|
1914
|
85.000
|
815.000
|
%10
|
1922
|
84.000
|
836.000
|
%10
|
1931
|
174.000
|
1.207.000
|
%14
|
1935
|
443.000
|
1.843.000
|
%24
|
1947
|
589.341
|
1.908.775
|
%30
|
1948
|
650.000
|
2.000.000
|
%33
|
Siyonist
hareketin İngiliz mandası altındaki gelişimi sadece sayısal bir faktör olan
göçle de sınırlı kalmaz. Her alanda örgütlenen teşkilat devlet içinde devlet
haline gelir. 1918’de temeli atılan Kudüs’teki İbrani Üniversitesi kısa sürede
tamamlanarak General Allenb’in de hazır bulunduğu bir törenle açılır. Siyasal
yaşamın ayrılmaz parçası olan İşçi Partisi de yine bu dönemde hayat bulur. Devlete
giden yoldaki adımlar sadece idari alanda sınırlı kalmayıp askeri alanları da
kapsar. İlk olarak bekçiler anlamına gelen Haşomer adlı milis kuvveti, 1921
yılında da askeri yapılanmanın omurgasını oluşturan hagana kurulur.
Devamlı
artan Yahudi göçü karşısında İngilizlerin hiçbir girişimde bulunmaması üzerine
1936’da patlak veren Arap ayaklanmasını incelemek üzere bölgeye gönderilen Peel
Komisyonu Filistin’in Arap, Yahudi ve Kudüs’ü kapsayan uluslar arası bölge
olmak üzere üçe ayrılması yönünde görüş bildirir. Komisyonun görüşlerini kabul
eden İngiltere bu yönde çalışmalarda bulunur. İlk etapta küçük de olsa bir
devlete sahip olmak isteyen Siyonist hareket de kararı benimser. Araplar ise
İsrail devletine kapı aralayan karara itiraz ederler ve ayaklanmalar yayılarak
devam eder. Olayları kontrol altına almakta zorluk çeken İngilizler II. Dünya
savaşının da patlak vermesiyle hep Siyonistlerin lehinde verdikleri kararlarda
radikal değişiklikler yapmak zorunda kalırlar. Savaş arifesinde İngiliz karşıtı
Nazilere sempatiyle bakan Arap kamuoyunu yanlarına çekebilmek için 1939’da
Siyonistlerin şiddetle karşı çıkacakları bir takım kararlar alırlar. İlk etapta
sorunun kaynağı olarak görünen Yahudi göçüne sınırlama getirilir ve göç beş
sene için 75 bin ile sınırlandırılır. Ayrıca Paylaşım planından da vazgeçilerek
Filistin’in on yıllık bir süreç içerisinde bir bütün olarak bağımsızlığa
ulaşmasına karar verilir.
Bu
kararlar karşısında şok olan Siyonistler İngiltere’ye karşı olan tutumunu
tekrar gözden geçirir. Siyonistler değişen göç dengelerini de göz önünde bulundurarak
1939’a kadar uluslar arası arenada Siyonizm’in en büyük hamisi olan
İngiltere’ye karşı cephe alırlar. Ancak ABD’nin tepkisini çekmemek için II.
Dünya savaşı süresince müttefiklerinin safında yer alıp İngiltere’yi zor
durumda bırakacak hareketlerden kaçınırlar. Ama savaşın sona ermesiyle birlikte
1945 Ekiminden itibaren İngiltere’ye karşı hareket planları da geliştirilmeye
başlanır. Daha önceden kurulan Hagana,Irgun ve Stern gibi örgütler çok kanlı
eylemlere imza atarlar. Daha sonra İsrail başbakanı olacak Menaham Begin
önderliğinde ki Irgun örgütü İngilizlerin genel karargâh olarak kullandıkları
Kudüs’teki Kral David Otelini havaya uçurarak onlarca kişinin ölmesine neden
olur. Bunun dışında diğer örgütlerde birçok bombalama eylemlerinde bulunurlar.
Terör eylemleri karşısında iyice köşeye sıkışan İngiltere Filistin’i BM’ye
devrederek soruna uluslar arası bir boyut kazandırır. 1947’den itibaren sorunu
incelemeye başlayan BM komitesi Filistin’in Arap ve Yahudi olmak üzere iki ayrı
devlete bölünmesini öngören çoğunluk tasarısını kabul eder. Genel kurulda kabul
edilen 181 sayılı tarihi karar Yahudilerin asırlardır özlemini duydukları
devletin yani İsrail’in meşru zemini oluşturur. Tasarıya göre Kudüs BM’nin
denetimi altında kalacak uluslar arası bölgeye devredilir.
ABD,
BM genel kurulunda görüşülen Filistin paylaşma planının oylanması noktasında
aktif şekilde yer alır. Başkan Truman gerekenin yapılması hususunda delegesini
bizzat uyarır ve Fransa delegesine de paylaşım planına karşı çıkması durumunda
ülkesine yapılan yardımların kesileceği diplomatik bir yolla anlatılır. Buna
rağmen oylama tarihine gelinirken gereken üçte ikilik çoğunluğa ulaşılamadığını
anlayan Siyonist hareket kendilerini destekleyen delegelerin de yardımıyla
oylama tarihini erteletmeyi başarır. Karşı oy kullanacak ülkeler üzerinde
müthiş bir baskı kurulur. Baskıların ne denli etkili olduğu oylamanın yapıldığı
29 Kasımda belli olur. (1947) Oynanan oyunun ancak farkına varan Arap ülkeleri
ise daha sonra sıklıkla tanıklık edecekleri ilk diplomatik hezimetin
şaşkınlığını yaşamaktadırlar.
İsrail’in
bağımsızlığını ilan ettiği tarihte 2 milyon 65 bin olan Filistin nüfusunun 1
milyon 415 bini Arap, yapılan göçlerle birlikte 650 binide Yahudi idi. Göçlere
rağmen paylaşım planın kabul edildiği tarihte bile Filistin nüfusunun ezici
çoğunluğunu hala Araplar oluşturuyordu. Ayrıca Yahudilerin ellerinde
bulundurdukları topraklar Filistin topraklarının yalnızca % 5.67 sini teşkil
ediyordu. Tüm bunları göz önünde bulundurmayacak kadar yanlı bir tutum izleyen BM’ler
Filistin topraklarının %56 lık gibi büyük bir kısmını nüfusun % 33 ünü teşkil
eden Yahudilere verir.
Göçlerdeki Nazi Faktörü:
Siyonizm’in
oluşmasında ve gelişmesinde etkin rol oynayan Avrupa kaynaklı anti-semit
eylemler Siyonist hareketin hedefine varmasında belirgin rol oynamıştır. Filistin’e
Yahudi göçü 1925’den itibaren azalmaya başlar.1927-29 tarihler arasında ise
durur hatta gerilemeye başlar. Bu dönemde yılda ortalama 3200 Yahudi hayal
kırıklığına uğradığı Filistin’i terk etmeye başlar. Daha vahim olanı ise
Siyonizm olan umutların yitirilmeye başlanmasıdır. Başarısızlık riskiyle karşı
karşıya kalan Siyonist hareket Nazilerin neden olduğu anti-semit dalga
sayesinde tıkanma sürecini aşmayı başarır. Yahudi göçü Hitlerin iktidara
geldiği 1933 yılından itibaren tekrar hız kazanır. Nazilerle Siyonistler
arasında karşılıklı çıkar ilişkilerinden bahsetmek abartılı gibi görünse de
neden sonuç ilişkileri ve bu konuda ki beyanlar göz önünde bulundurulduğunda
bunun hiç de öyle yabana atılacak bir görüş olmadığı anlaşılır. Asimilasyona
maruz kalan, zamanla kimliklerini yitireceği ve Sion’a dönme idealinin imkânsız
hale geleceğini düşünen Siyonist örgütler diğer bazı Yahudi kuruluşların aksine
Avrupa’da başlayan anti-semit hareketlere sıcak bakarlar hatta destek bile
verirler. Ayrıca sosyo-ekonomik konumları hayli güçlü olan Avrupa Yahudileri
özellikle göç etmesi istenen elit tabaka, ancak böyle bir yıldırma yöntemiyle
Filistin’e götürülebilirdi. Her fırsatta Siyonistlerin hedefinin Avrupa’daki
Yahudilerden ziyade İsrail topraklarının kurtarılması olduğunu söyleyen David
Ben Gourion’un “ Bilsem ki Almanya’daki bütün Yahudi çocuklarını kurtarmak için
ya hepsi İngiltere’ye nakledilecek, ya da yarısı İsrail’e götürülecek; ben
ikincisini tercik ederdim “(İngiltere-1938) şeklindeki sözleriyle yine Yahudi
ajansının “Eğer 50 bin kişi arasından ülkenin inşasına katkıda bulunacak 10 bin
kişi ile bizim için ölü bir yük haline gelecek 1 milyon Yahudi arasında tercih
yapacak olursan 10 bini kurtarmalı ve bunlarla sınırlı kalmalıyız” (1943) açıklaması gerçekleri gözler önüne
sermektedir.
“Bizim
Yahudi milliyetçiliğine olan bağlılığımız, Alman ulusunun nasyonal ve ırksal
gerçekleri ile büyük bir ilişki ve uyum içindedir.”diyen Almanya Siyonist
Federasyonu en büyük tehlike olarak gördüğü asimilasyon eğilimini işlevsiz
kılacağına inandığı Nazi yönetimine destek verir. Almanya’ya karşı yürütülen
boykota karşı çıkan örgüt 21 Haziran 1933’te Nazi yönetimine gönderdiği
mektupta şu ifadelere yer verir.”Almanya’daki Siyonist faaliyetleri idari
tedbirlerle engellemeye hiç gerek yok. Çünkü Siyonizm, hedefi Almanya
Yahudilerini tedricen sınır dışı etmek olan nasyonal sosyalizmin programına zıt
bir hareket değildir.” Siyonistlerin
Londra temsilcisinin bakış açısı Alman Siyonistlerinkinden pek farklı değildir.
Kafalardaki
soru işaretlerini artıran diğer bir nokta ise bugün tüm araştırmacılar
tarafından kabul edilen Hitler’in iktidar yürüyüşü ve silahlanma sürecindeki
Yahudi mali desteğidir. Führer’in yakın arkadaşlarından Herman Rausching
“Hitler m’a dit que” adlı kitabında Hitlerin anlamsız gibi görünen bu desteğe
atıfta bulunan şu ifadelere yer verir. “ Yahudiler mücadelemde bana önemli
katkılarda bulundular. Hareketimizde çok sayıda Yahudi beni mali olarak
destekledi.”
Siyonistler
bir şekilde kendilerinin de katkıda bulunduğu bu anti-semit hareketleri
propaganda aygıtına dönüştürmeyi ve Amerikan Yahudi lobisinin de yardımlarıyla
dünya kamuoyunu kendi lehlerine çevirmeyi başarırlar. Böylece hem Filistin’e
göçü hızlandırmayı hem de hedefe ulaşmada dönüm noktası olarak kabul edilen
dünya kamuoyunu kazanmayı başarırlar. Soykırım olarak tabir edilen katliamların
gerek nitelik gerekse nicelik olarak abartıldığı hatta daha dramatik göstermek
maksadı ile hikâyelerin uydurulduğu, filmlerin yapıldığı bilinmektedir.
Siyonistler mümkün olan en etkili şekilde yansıttıkları katliamları bu
propagandalar sayesinde sürekli gündemde kalmasını sağlarlar. Göçü sınırlayan
İngiliz idaresini zor durumda bırakmak içinde aynı yönteme başvururlar, hatta
kendi insanlarının bulunduğu gemiyi batırmaktan çekinmezler. Avrupa’daki
anti-semit uygulamalardan kaçan 250 Yahudi’nin bulunduğu göçmen gemisi Marutius
adasına götürüleceği sırada ani bir patlamayla sulara gömülür. Batan gemiyi
göçmenlerin vaat edilmiş topraklara kavuşma özleminin yansıması olarak
sergileyen Siyonistlere göre Filistin’e sokulmayan göçmenler dönmektense ölmeyi
tercih etmişlerdi. Oysa gerçek çok farklıdır. Gemi bizzat hagana elemanları
tarafından batırılmıştır.
Somut
verilere dayanan bu çarpıcı tespitler abartılı bulunabilir, hatta komplo
teorisi olmakla da itham edilebilir. Ama şu unutulmamalıdır ki çıkarların ön
planda tutulduğu, sonuca giden her şeyin mubah sayıldığı dünya siyasetinde
ihtimal dahi verilmeyen olasılıkların gerçekleşmesi şaşırtıcı olmasa gerek.
Hele hele söz konusu olan Siyonistler ise……
Dost
devletler yoktur, aynı çıkarları paylaşan devletler vardır….
Kaynak
: Medeniyetlerin çatıştığı nokta Ortadoğu ( Ömer Turan )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder