27 Mart 2018 Salı

Alak Sûresi'nin Tefsiri

Mehmet OKUYAN


ÂYETLERİN TEFSÎRİ1-5. ÂYETLER:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ ﴿1﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ ﴿2﴾
 اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ ﴿3﴾ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ ﴿4﴾ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ ﴿5﴾
1. Yaratan Rabbinin adını oku! 
2. O, insanı bir asılı varlıktan (embriyodan) yarattı. 
3-5. Oku! Kalemle yazmayı öğreten ve insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.”

a) Âyetlerin İniş Sebebi

‘Alak sûresinin bu ilk beş âyeti, milâdî 610 yılının Ramazan ayının (muhtemelen Temmuz veya Ağustos aylarının) son on gününde, Kadir Gecesi’nde indirilmiştir. Duhâ ve İnşirâh sûrelerinde de ifade ettiğimiz gibi Hz. Peygamber, Mekke’nin ağır ahlaksız yapısından bıkıp gerçeği aramak için Hira’ya sığınıyordu. Yaşananların ahlaksızlık olduğunu biliyor, ancak çözüm üretemiyordu. Çünkü ‘Ankebût 29/45 ve Şûrâ 42/52. âyetlerde belirtildiği gibi, ilâhî kitabı, yani Tevrât’ı bilmiyordu. Kaldı ki Kasas 28/86. âyette de ifade edildiği üzere, kendisine “kitap” verilmesini de ummuyordu. İşte ‘Alak sûresinin ilk âyetleri, bu arayışın cevabını oluşturmaya başlayan seslenişin âyetleşmiş cümleleridir.
Mekke’de, “muvahhidler” denen ve Hz. İbrahim’den kaldığı bilinen “haniflik” inancına mensup kişilerden birisi de Hz. Peygamber’di. Hz. Peygamber, Mekke’nin olumsuz yapısından bunaldığında Hira’ya çıkar, orada Rabbini tefekkür ederdi. Buna tehannüs adı verilmekteydi. Sahip olduğu tevhid inancı gereği, putperest toplumunun gidişatından derin rahatsızlık duyan Hz. Peygamber, henüz ilâhî vahiy ile buluşturulmadığı için, toplumda yaşanan sorunların cevabını bulamıyordu.
Hz. Peygamber, problemlerin ortasında kalmayı ve onlardan etkilenip bozulmayı değil, cevap bulacağı bir arayışı Hira’da yaşıyordu. Bu nedenle, çevresindeki bazıları “Muhammed Rabbine âşık oldu” diyerek onunla alay bile ediyordu. İşte Hz. Peygamber, Hira’ya gerçekleştirdiği yolculuklarının birinde, milâdî 610 yılının Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde Yüce Allah tarafından Cebrail (as) ile buluşturulmuş ve bu ilk vahiyleri almıştı.

b) İslâm’ın İlk Emri: Oku

Yüce Allah, insanlara son seslenişi olan Kur’ân vahyini ‘Alak sûresinin ilk beş âyetiyle başlatmıştır. Çeşitli değerlere dikkat çekilen bu âyet grubu, İslam dininin hangi değerlere öncelik verdiğini anlamada önemli bilgiler içermektedir.
ı. Yaratıklarda Allah’ın Yüceliğini Bulmak Gerekir
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذ۪ي خَلَقَۚ “Yaratan Rabbinin adını oku!” Âyetteki اِقْرَاْ ıkra‘ emri, “kıraat etmek, okumak”, بِاسْمِ رَبِّكَ bismi rabbike tamlaması “Rabbinin adını, O’nun adına”, خَلَقَۚ haleka fiili ise “yaratmak” demektir.
a) Vahyin ilk âyetinde, اِقْرَاْ ıkra’ “kıraat et, oku” emrinin yer alması oldukça dikkat çekicidir. Bir anlamı da “duyurmak, tebliğ etmek” olan bu ilk emrin “oku” diye belirlenmiş olması, bu dinin ilk şartının “okumak” olduğunu açıkça göstermektedir.
1. İlk emir “oku” olduğuna göre, belki de mahşerdeki ilk soru da “okudun mu?” olacaktır. Bu nedenle söz konusu emri ciddiyetle takip etmek ve gereğini yapmak zorunludur.
2. Kur’ân vahyi, aslında eğitici bir okulun ders programıdır ve programının ilk konusu “okumak” olarak belirlenmektedir. Dikkat edilirse ıkra’ “oku” emrinin, neyi içerdiği âyette zikredilmemektedir. Bu emir, öncelikle Kur’ân’da vahyedilen esasların düşünülmesinin yanında, okunabilir olan her şeyin okunmasını muhataplardan istemektedir.
3. Âyetteki “oku” emrinin, ütlü/tilâvet şeklinde değil de, ıkra’/kıraat şeklinde belirlenmiş olması son derece ilginçtir. Âyetteki emir, yazılı bir metni okumak veya belli kelimeleri tekrarlamak değildi. Çünkü vahiy, yazılı olarak gelmemişti; kaldı ki ilk vahyin geliş zamanı da gündüz değil, geceydi. Öyle anlaşılıyor ki, âyette kastedilen okumak, “düşünmek, duyurmak, tebliğ etmek veya ibret nazarıyla gözlem yapmak” şeklinde, kendine özel bir çeşit “okumak”tır. Kıraat, aslında aklın veya zihnin okumasıdır. Çok genel olarak şunu ifade edelim: Tilâvet dilin, kıraat aklın, tertîl ise kalbin okumasıdır. Üç kavram birlikte vahyin hayata okunmasını bildirmiş olmaktdır. Bu konuda kitabımızın Giriş bölümündeki “Kur’ân Nasıl Okunmalı?” başlığında geniş bilgi vermiştik.
4. İlk indirilen âyetleri içermesine rağmen ‘Alak sûresinin Kur’ân’ın son bölümüne yerleştirilmesinin de bazı gerekçeleri olmalıdır. Buna göre âyet sayısının az oluşu ve kısa sûrelerden sayılması bir sebeptir. Ancak asıl gerekçe, kanaatimizce resmî sıralamada sonlara gelindiğini ve vahyin yeniden, tekrar tekrar, dikkatlice ve samimiyetle okunmasının gerekliliğini ortaya koymak olmalıdır.
b) İlk âyette yer alan بِاسْمِ رَبِّكَ bismi rabbike tamlamasının çeşitli anlam ihtimalleri vardır.
1. Tamlamanın başındaki  harfi, eğer bir “bağlaç (ilsâk)” olursa, anlam “Yaratan Rabbinin adıyla oku” şeklini alır; genelde tercih edilen anlam budur. Buna göre okunacak şeylerin Allah’ın adıyla okunup bu eylemin ibadete dönüştürülmesi sağlanmış olur. Okumak-okunacak şeyler ve Allah’ın adı birbirine bağlanarak bir tevhid oluşturulmaya çalışılır.
2. Bâ eğer “yemin” anlamında ise, tercüme “Yaratan Rabbinin adına yemin ediyorum, oku” şeklinde olur. Bu ihtimal, Cebrail (as)’ın iki kez “oku” emrini tekrarladığı rivayetiyle de örtüşmektedir. İlk defa melekle karşılaşan Hz. Peygamber’in tereddüt göstermesi, etkilenmesi veya karşısındaki varlığı ilk etapta yadırgamış olması muhtemeldir. Bu nedenle, söz konusu ifadenin yeminle şekillendirilmesi bir zorunluluk halini almış olabilir.
3. Bâ edatı eğer “sebebiyet” olarak alınırsa, bu defa anlam “Yaratan Rabbinin adı aşkına, oku” şeklini alır. “Yaratan Rabbinin adı sebebiyle, O’nun hatırına, O’nun aşkına oku; okumayı Rabbin için yap” anlamı, Hz. Peygamber’in Yüce Allah’ı bildiği ve O’na yöneldiği gerçeğiyle örtüşmektedir. Hanîf oluşu ve çirkinliklere bulaşmamış oluşu da bunu göstermektedir.
4. Zayıf görse de Râzî’nin dediği gibi bismi rabbike ifadesindeki  harfi eğer “zâid” olursa, mesaj yaratıklarda Yüce Allah’ı bulmak, O’nu düşünmek halini alır; dolayısıyla ilk âyetin tercümesi, mealde verdiğimiz gibi “Yaratan Rabbinin adını oku” şeklinde olur.
Her şeyin yaratıcısı olan Yüce Allah’ın adının okunması, yarattığı varlıklardaki etkisini, gücünü, azametini ve kudretini düşünmek, O’nun mührünü, bir anlamda imzasını görmek, o yücelik hakkında tefekküre dalmak demektir. Pek çok âyette yer aldığı gibi Kur’ân, “düşünen insan” yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bu nedenle ilk emrinin bu şekilde belirlenmiş olması, amacının ilk âyetten itibaren bu esas modele uygun insanlar yetiştirmek olduğunu göstermekte ve buna ne kadar önem verdiğini açıkça ortaya koymaktadır.
c) Vahyin ilk âyetindeki rabb kelimesi, üçüncü âyette de, ayrıca sıklıkla ilk sûrelerde ve elbette bütünüyle Kur’ân’da kullanılmaktadır. Bu sıfatıyla Yüce Allah, bir taraftan Hz. Peygamber’in sahipsiz olmadığını ona hatırlatırken, diğer taraftan da onun bir “kul” olduğunu, konumunun risâlet ötesi -hâşâ ilâhlık gibi- bir duruma gelmemesi gerektiğini kendisine ve dolayısıyla ümmetine hatırlatmak istemektedir. İndirgemesi mantığın tutarsızlığı gibi aşırı yüceltmeci anlayışın da tehlikeli olduğu, özellikle rabb sıfatıyla ortaya konulmaktadır. “Kul elçi” kulluktan azade değildir; çünkü onun din adına davranışları ümmet hatta bütün insanlık için örneklik teşkil edecektir.
Rabb kelimesinin Kur’ân’da değişik kalıplarda değişik anlamları vardır. Bunlardan “sahip, efendi, idareci” şeklindeki anlamlar bu sûrenin ilk âyetlerinde söz konusudur. Yüce Allah Hz. Peygamber’in sahibi ve efendisi olduğunu ona beyan etmekte ve onu koruyup kollamak işleminin Kendisine ait olacağını Mâide 5/67’nin işaretiyle de garantiye almaktadır.
d) Vahyin, yani özellikle bu sûrenin ilk âyetinde الَّذ۪ي خَلَقَۚ ellezî haleka “Yaratan Rabb” ifadesine yer verilmesi, kâinatın yaratıcısının ve sahibinin Yüce Allah olduğunu ortaya koymayı amaçlamaktadır. Ayrıca ikinci bir gerekçe de o günkü putperest toplumun ilk etapta tepkisini çekmeme amacına yönelik de olabilir. Çünkü onlar, yaratıcı olarak Yüce Allah’ı kabul ediyorlardı. Mekkeli müşriklere öncelikle itiraz edemeyecekleri ortak bir kabulle hitap edilmekte, böylece vahyin başlangıcında tepkilerinin çekilmemesi sağlanmak istenmektedir.
Eğer âyete veya vahye “Ortağı olmayan Rabbinin adı ile oku” diye başlansaydı, daha ilk cümleden itibaren derin bir muhalefet kaçınılmaz olurdu. Buradan hareketle, eğitimciler bu hitaptan şunu anlamalıdırlar: İnsanlara hitap ederken onlara, önce karşı çıkmayacakları şeyler söylenmeli, daha sonra diğer noktalara geçilmelidir.
e) İlk âyetin sonundaki الَّذ۪ي خَلَقَۚ ellezî haleka “yaratan, yaratıcı” ifadesi, okunacak şeyin bütün yaratılmışlar olduğunu, bir anlamda “kâinatın âyetleri” olduğunu göstermektedir. Âyetteki haleka fiilinin nesnesinin söylenmemiş olması, maksadın başta Kur’ân vahyi olmak üzere bütün yaratıklar olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim daha önce de belirttiğimiz gibi بِاسْمِ bismi ifadesindeki bâ harfinin “zaid” oluşu bir anlamda bu tercihi zorunlu kılmaktadır.
“İlk âyetteki okumanın konusu kâinat âyetleridir” derken, bizi bu kanaate götüren diğer bir sebep de ikinci âyetteki mesajdır. Orada insanın ‘alaktan yaratıldığı belirtilmektedir. Demek ki okumaya kâinat kitabının ilk konusu olan insandan başlanacak; insan kitabının yaratılış süreci ele alınacak, böylece insan kitabı tanınarak diğer kitaplara geçilecektir.
Ğâşiye 88/17’de geniş bir şekilde açıkladığımız üzere, âyetler ve dolayısıyla kitaplar iki türlüdür: Birincisi vahyedilen ve okunan “tenzîlî” âyetler veya kitaplar ki, bütün peygamberlerin aldığı ve tebliğ ettiği vahiyler bu kitapları oluşturmaktadır. Diğeri de tabiat kanunları anlamında “tekvînî” âyetler veya kitaplardır ki, bunlar da Yüce Allah’ın kâinata yazdığı tabiat kanunları veya âyetlerdir. Bu iki kitaba “insan kitabı”nı ve “ibret içerikli kıssaları” da ekleyebiliriz. Elbette hatırına kâinat kitabının yazıldığı, diğer mesajların da vahyedildiği insan da başlı başına bir kitaptır.
İnsanın yaratılışı hakkında bilgi veren ‘Alak sûresinin 2. âyetinde bu mesele ele alınmakta ve insanın nereden veya hangi şeyden yaratıldığı konusu dile getirilerek kâinatın okunmaya başlaması amaçlanmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu içeriğe sahip oldukça fazla âyet yer almaktadır. 610’lu yıllarda bu işlem bir çeşit ibret içerikli tefekkür ve tezekkür şeklinde yapılmışken, daha sonraları bunun farklı boyutları gündeme getirilmekte ve insanın ana rahmindeki yolculuğu çeşitli âyetlerde inceleme konusu edilmektedir.
ıı. İnsan ‘Alaktan Yaratılmıştır
خَلَقَ الْاِنْسَانَ مِنْ عَلَقٍۚ “O, insanı asılı/yapışkan bir varlıktan (embriyodan) yarattı.” Âyetteki  ‘alak kelimesi “asılı duran, yapışkan, embriyo” demektir.
a) Bu âyetteki عَلَقٍ ‘alak kelimesinin ‘alaka kelimesinin çoğulu olduğu ifade edilmektedir. Oysa söz konusu kelimenin ‘alaka şeklinde değil de ‘alak şeklinde sonunda tâsız olarak getirilme sebebi önceki âyetin sonuyla uyumun sağlanması içindir (halek‘alak). Elmalılı ve Ateş’in de belirttiği üzere bu kelime, “yapışıp ilişmek, asılı şey, kuyu makarası, kuyu ipi, kan pıhtısı, kırmızı kan, sülük” gibi manalara gelmektedir. Genelde bu kelimenin anlamı “kan pıhtısı” şeklinde kabul ve tercih edilmiştir. Oysa kelimenin asıl anlamı bu değildir.
Kur’ân’da insanın yaratılışı hakkında detay diyebileceğimiz bilgiler verilmektedir. Bu konuyu İnsân 76/2, ‘Abese 80/18-19 ve Târık 86/5-7’de ele alacağız. İnsanın ana rahmindeki yaratılış süreci hakkında Kur’ân’da pek çok âyet vardır. İşte bunlardan birisi de yorumunu yapacağımız bu âyettir.
b) ‘Alak kelimesi, tıpkı bir sülük gibi insanın ana rahmine yapışıp asıldığı aşama anlamında “embriyo” demektir. İnsanın embriyo halinden öncesi hakkında da Kur’ân’da bilgi vardır. Nutfe kelimesi bu aşamaların ilkidir. Nutfe, bugünkü bilimsel ifadeyle “zigot”, yani “döllenmiş yumurta” demektir. İnsanın ilk halini ifade eden “zigot” anlamındaki nutfe kelimesine çeşitli âyetlerde yer verilmektedir.[1] Embriyo hali, zigottan sonraki aşamadır. Zigot sonrası aşamada insan, ana rahmine asılıdır, oraya yapışıktır ve karnından beslenmektedir.
Kur’ân’ın insanlığa sunduğu bu muhteşem bilgi ve ufuk doğrultusunda, bilim insanları daha ileri düzeyde araştırmalar yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i çağın idrakine sunabilmelidirler. Çünkü Kur’ân, Yüce Allah tarafından her çağın idrakine mesajlar sunabilen bir yapıda şekillendirilmiştir.
c) ‘Alak kelimesinin maddî diyebileceğimiz bu anlamlarının yanında, bir de “alaka, ilgi, sevgi, şefkat, aşk” gibi manevî bir anlam boyutu da vardır. Buna göre, âyette Yüce Allah’ın insanı sevgi ve şefkat hamuruyla yoğurup yaratmasından, aynı zamanda bu yaratmanın o sevginin sonucu gerçekleşmesinden söz edilmektedir. İnsanın yaratılış gayelerinden biri Yüce Allah’ın merhametidir.[2] Diğeri ise, Yüce Allah’ı bilmek ve O’na kulluk yapmaktır.[3] Bu iki âyetin desteğiyle ‘alakkelimesine “sevgi, şefkat” anlamlarının verilmesinin de doğru bir yorum olduğunda şüphemiz yoktur.
Ayrıca, bilimsel gerçeklerin henüz keşfedilmediği dönemlerde bu anlamın son derece isabetli bir tefsir olduğu bir gerçektir. Ancak her çağın kitabı olan Kur’ân’da Yüce Allah’ın bu tür çok anlamlı kelimeler kullanmış olması, Kur’ân üzerinde her zaman düşünülmesinin yolunu açık tutmaktadır.

c) Yüce Allah’ın Cömert Oluşu

Vahyin ilk cümleleri arasında iki defa yer alan ıkra’ emri, okumanın ve bir şeyler öğrenebilmenin “tekrar”la mümkün olduğunu göstermektedir. Ayrıca, vahyedilen esasların insanlara tekrar tekrar tebliğ edilmesi gereğini de bu ifadelerden anlamaktayız.
اِقْرَاْ وَرَبُّكَ الْاَكْرَمُۙ اَلَّذ۪ي عَلَّمَ بِالْقَلَمِۙ عَلَّمَ الْاِنْسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْۜ “Oku! Kalemle yazmayı öğreten ve insana bilmediğini bildiren Rabbin, en büyük kerem sahibidir.” Âyetteki الْاَكْرَمُۙ el-ekram kelimesi “en cömert”, عَلَّمَ ‘alleme fiili “öğretmek”, يَعْلَمْۜ ya‘lem fiili ise “bilmek” demektir.
1. el-Ekram kelimesi, Yüce Allah’ın kullarına son derece cömert ve lütufkâr olduğu anlamına gelirken, Hz. Peygamber’in de bu lütuftan nasibini fazlasıyla aldığında ve alacağında şüphe yoktur. Kalemle bir şeyler öğrenebilme yeteneğini insana bahşetmiş olması, Yüce Allah’ın insanlığa yönelik en önemli lütuflarındandır. Bu arada Hz. Peygamber’in de risâlet sonrası dönemde bu lütuftan yararlanmasının süreklilik arz edeceği kendisine hissettirilmektedir.
2. Âyetteki “kalem” semboliktir; maksat, bilgiye ulaşabileceğimiz bütün araçların kullanımının öğrenilmesidir. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçiş dolaylı olarak gündeme getirilmektedir. Göz ve yazıdan söz edilmesi, vahyin yazdırılmasının gereğini dolaylı olarak hatırlatmış olmaktadır. Söz uçar, yazı kalır; çünkü en silik yazı bile güçlü hafızalardan daha güvenilir sonuçlar verir.
3. Yüce Allah, Bakara 2/31’de kendisine gerekli ve imtihan amaçlı eşyanın bütün isimlerini Hz. Âdem’e öğrettiğini beyan etmektedir. Ayrıca Rahmân 55/1-4. âyetlerde ilâhî mesajı Yüce Allah’ın insanlara öğrettiğini ve kendini ifade edebilme yeteneğini ona verdiğini bildirmektedir. İşte bütün bunlar, Yüce Allah’ın insanoğluna ikramının bir bölümüdür. İkramın öğretimle ilgili olması, okumanın insan hayatındaki önemini göstermektedir.
Yûsuf 12/76’da ise, “Her bilenin üstünde çok daha iyi bilen bir varlığın, yani Kendisinin olduğunu” özellikle hatırlatmakta, öğrenmek için bir öğreticinin bulunmasının gerekliliğini dolaylı olarak ifade etmektedir. Elbette her şeyi en iyi bilen varlık, onları Yaratan’dır; yani bizzat Yüce Allah’tır. O halde en iyi bilen öğretince en iyi ve en doğru olan öğrenilmiş olacaktır.
4. Hz. Peygamber’e, bu çok önemli kaynaktan bilgilendirileceği haber verilmekte, başka şeyleri bilmemesinin çok önemli olmadığı hatırlatılmakta ve bilgide Yüce Allah’ın desteğinin önemine vurgu yapılmaktadır. İnsanın bilgilendirilmesi konusunda, ilk insan neslinden itibaren Yüce Allah’ın bu işlemi başlattığı, insanların sahipsiz ve bilgisiz bırakılmadığı anlaşılmaktadır. Sanıldığı veya iddia edildiği gibi, insanlığın ilk dönemlerinde hayvanı çağrıştıracak şekilde çeşitli bilgisizlik aşamalarının veya devirlerin yaşanmadığı da bu şekilde ortaya konulmaktadır.
5. “Allah adına okumak”, Allah rızası için çalışmanın, her hayırlı işte O’nun rızasını kazanmanın, O’nu unutmamış olmanın, her an O’nun gözetiminde bulunduğunu fark etmenin, dahası, hayatına Allah’ı şahit tutmanın en kestirme ve en net yoludur. Okuyanlar Allah adına ve O’nun rızasına endeksli olarak bu işlemi gerçekleştirirlerse, başarısız olmak gibi bir endişeden daima uzak olurlar. Çünkü hayatla ilgili her alanda ilim öğrenmek, faydalı bir meşguliyettir ve bu tür işlerde Yüce Allah insanın yardımcısıdır.


6-8. ÂYETLER:

كَلَّآ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ ﴿6﴾ اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰىۜ ﴿7﴾
 اِنَّ اِلٰى رَبِّكَ الرُّجْعٰىۜ ﴿8﴾
6-7. Gerçek şu ki, kendini yeterli gördüğü için insan azar. 
8. Oysa dönüş, sadece ve sadece Rabbinedir.”
Yüce Allah, okumanın önemini belirttikten ve öğreticinin de Kendisi olduğunu beyan ettikten sonra, insanın azgınlaşabilme özelliğine dikkat çekmekte, gerekçesini de ortaya koymaktadır. Burada şimdi yorumlayacağımız âyetlerin öncesindekilerle anlam ilişkisinin de kısaca kurmak durumundayız. Yüce Allah’ın “kıraat emrini yerine getirmeyen, O’nun Rabb oluşuna itibar etmeyen, yaratıcılığı üzerinde kafa yormayan, insanın kendi yaratılışını düşünmeyip ondan dersler çıkartmaya çalışmayan, Yüvce Allah’ın cömertliğini görmezlikten gelen ve O’nun hakiki öğretici olduğu gerçeğini görmezlikten gelenler” bir anlamda âhirete inanmayıp kendilerini müstağni görecek ve sonuçta azgınlaşacaklardır. Buna göre sûrenin 6-8. âyetleri bir anlamda ilk beş âyetteki esasları görmemenin sonucudur.[4]

a) İnsanın Azgınlaşması

Yüce Allah, insanın azgınlaşmasının mümkün olduğunu bildirerek bunun nasıl gerçekleşeceğinin haberini vermektedir.
ı. Nankör İnsan Azar
كَلَّآ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَيَطْغٰىۙ “Gerçek şu ki, (inkârcı) insan azar.” Âyetteki  الْاِنْسَانَ el-insân kelimesi “insan, nankör kişi”, يَطْغٰىۙ yatğâ fiili ise “azgınlaşmak” demektir.
a) Kur’ân’da pek çok yerde geçen كَلَّا kellâ edatı hakkında Fecr 89/17’de geniş açıklamalar yaptık. Bu edat, her kullanıldığı yerde aynı anlamı vermemekte, bağlama göre anlam kazanmaktadır.
Bu edat, aslında genellikle bir karşı çıkışın cevabı olarak “hayır, asla öyle değil, sanıldığının aksine, durum sizin zannettiğiniz gibi değil, artık yeter” gibi anlamlara gelmektedir. Ayrıca bazı âlimlere göre, bu edata “gerçekten de, hakikat şu ki” veya “değil mi ki” ya da “evet, kesinlikle” anlamları verilebilir.[5] Yorumunu yapmakta olduğumuz ‘Alak 96/6 ve benzer âyetlerde, söz konusu edata, sözün başlangıcı konumunda olduğu için “gerçekten, hakikaten” anlamları verilmelidir; çünkü bu edat, bir anlamda te’kid (vurgu) anlamı da içermektedir.[6]
Eğer bir konuda konuşma yeni başlamışsa ve onu reddedip karşı çıkan yoksa söze başlarken “hayır hayır” demeye gerek yoktur. Kellâ edatıyla başlayan bir cümlenin, çok önemli bir gerçeğe işaret edeceği, bu hitaptan herkesin yararlanması ve ders çıkartması gerektiği üzerinde bir vurgu yapıldığı anlaşılmaktadır.
b) İlk beş âyetten sonraki âyet grubunun iniş sebebinin, Ebû Cehil’in Hz. Peygamber’i namazdan engellemesi olduğu tefsirlerde beyan edilmektedir. Dolayısıyla azgın insanın da “Ebû Cehil” olduğu anlaşılmaktadır. Bu doğrultudaki rivayetler, âyetlerin muhtevasına da uygun düşmektedir. Ancak, âyetlerin iniş nedeninin özel oluşu, mesajın genel olmasına engel değildir.
Burada sözü edilen “azgınlaşan insan” ifadesi, bütün insanları da nitelendirebilir. Yüce Allah, Şems 91/8’de ifade ettiği üzere, insanoğlunun yaratılışına takvâ özelliği koyduğu gibi, fücûr özelliği de koymuştur. Böylece azgınlaşan insan, yaratılışındaki fücûr özelliğini işletiyor, takvâyı ihmal ediyor veya görmezlikten geliyor demektir.
ıı. Azgınlığın Nedeni Kendini Yeterli Görmektir
اَنْ رَاٰهُ اسْتَغْنٰىۜ “Kendini yeterli gördüğü için (insan azar).” Âyetteki رَاٰ reâ fiili “görmek”, اسْتَغْنٰىۜ isteğnâ fiili ise “kendini yeterli sanmak” demektir.
Bu ifade, önceki âyette sözü edilen azgınlığın sebebini ortaya koymaktadır. Burada sözü edilen insan tipi muhtemelen ‘Abese 5’te de ele alınan Velîd b. Muğîra tipindeki kişilerdir. İstiğnâ fiiliyle ilgili detaylı bilgiyi ‘Abese 80/5’te yapacağımız için burada kısaca bazı hatırlatmalarla yetineceğiz.
Leyl 92/8’de de olduğu gibi, istiğnâ “kendini yeterli görüp cimrilik yapmak ve gerçekleri yalanlamak” şeklinde tanımlanmakta, sonuç ise azgınlaşıp mahşerde azaba uğratılmak şeklinde verilmektedir.
İnsan azgınlaşınca, azgınlığının sonucuna katlanmak zorunda kalır. Kendini yeterli görmek “sebep”, azgınlaşmak “sonuç”tur. Ateş azabı ise, “sonucun sonucu”dur. Bu durumdaki insan tipinin azgınlaşma nedeni, kendisini yeterli ve ihtiyaçsız görmesi, hayatı dünyadan ibaret sayması ve âhiret hayatına itibar etmemesi olarak belirlenmiş olmaktadır.

b) Allah’a Dönüş

Sûrenin sekizinci âyetinde kendini yeterli görüp azgınlaşan insan tipi başta olmak üzere, bütün insanlara âhiret ve yargılanma hatırlatılmaktadır.
اِنَّ اِلٰى رَبِّكَ الرُّجْعٰىۜ “Oysa dönüş, sadece ve sadece Rabbinedir.” Âyetteki الرُّجْعٰىۜ er-ruc‘â kelimesi “dönüş” demektir.
Bu âyette “kendine yeterli oluş” aldanmasına kapılanların da aralarında bulunduğu herkesin, Yüce Allah’ın huzuruna çıkmaya mecbur olduğu ifade edilmektedir. İniş sırasına göre ilk defa burada “âhiret” anlamına gelen bir kelime kullanılmaktadır. Tercih edilen kelime er-ruc‘â sözcüğüdür. Kur’ân’da insanın yaratılış gayesine uygun olarak hayatın bu dünyadan ibaret olmadığı, yaşanan bütün gerçeklerin, yapılan veya yapılması gerekmesine rağmen yapılmayan bütün davranışların karşılığının mutlaka görüleceği bir âhiret inancına özellikle vurgu yapılmaktadır. Bunun iman esaslarından olduğu ve Kur’ân’da genellikle Allah’a iman ile beraber yer aldığı pek çok âyette görülmektedir.
Âhiret hayatı bilinci, insanın daha sorumlu ve daha duyarlı olmasını sağlayan bir inanç esasıdır. Bu sayede haklının hakkını alabileceği, haksızın da yaptığının yanına kâr bırakılmayacağını bilerek ona göre yaşamasını öğrenmesi amaçlanmaktadır. Mutlak adalet sahibi olan Yüce Allah’ın, hayatı dünyadan ibaret bırakması, O’nun adalet sahibi oluşuyla elbette bağdaşmazdı. Bu nedenle vahyin ilk sûresinin ilk âyetlerinde âhiret hayatına dikkat çekilmesi, konunun önemini açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca, hayatı dünyadan ibaret sayıp zenginliği nedeniyle kendini ihtiyaçsız görenlerin bu tutumlarının, azgınlığa dönüşüp felakete neden olacağı da özellikle hatırlatılmaktadır.
Kanaatimize göre, bu âyet grubunda yer alan uyarı, sadece kâfirlere değil, herkese yöneliktir. Kendisini yeterli görünce azgınlaşmanın her insanda bulunan olumsuz bir özellik olduğu, inançsızlarda bunun çok daha fazla belirginleştiği söylenebilir. Ancak, zenginleşen her insanın da azgınlaşması gerekmez. Kendini kontrol eden, malını hak yoluna harcayan insanların sayısı hiç de az değildir. Fakat insanın yapısında böyle bir özellik bulunduğu için bunu kontrol etmesi ondan istenmekte, “yaptığı bazı iyilikler veya ibadetlerle artık görevinin bittiği” gibi bir yanılgıya düşmemesi ona özellikle bildirilmektedir.
Bu âyetlerdeki mesaj, devam eden âyet grubunda birtakım azgınlık çeşitleri olarak insanların bilgisine şöyle sunulmaktadır:

9-14. ÂYETLER:
اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ ﴿9﴾ عَبْدًا اِذَا صَلّٰىۜ ﴿10﴾
 اَرَاَيْتَ اِنْ كَانَ عَلَى الْهُدٰىۙ ﴿11﴾ اَوْ اَمَرَ بِالتَّقْوٰىۜ ﴿12﴾
 اَرَاَيْتَ اِنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ ﴿13﴾ اَلَمْ يَعْلَمْ بِاَنَّ اللّٰهَ يَرٰىۜ ﴿14﴾
9-10. Dua (ibadet) ederken bir kulu menedeni, onu engellemeye çalışanı bir düşün. 
11-12. (Ey nankör insan!) Düşün, ya o (ibadeti engellenen kul) doğru yolda ise, yani takvâyı emrediyorsa? 
13. Ne dersin o (meneden kişi, gerçeği) yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa (hali nicedir)! 
14. (Bu adam) Allah’ın, onun yapmakta olduğu engellemeyi gördüğünü bilmez mi!”
Yüce Allah, azgınlığın bir türü olarak, dua ve ibadete engel olmayı kınamakta, bu arada hem engellenen hem de engelleyenin durumunun iyice düşünülmesi gerektiğini gündeme getirmektedir. Allah’ı unutmamak ise asıl görev olarak daima hatırlanmalıdır.

a) İbadete Engel Olmak

Sûrenin 9-12. âyetlerinde kulluk yapmak isteyen kişiye engel çıkartan anlayış ele alınmaktadır.
ı. Allah’a Kulluk Özgürlüktür, Engellenmemelidir
اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ عَبْدًا اِذَا صَلّٰىۜ “Dua (ibadet) ederken bir kulu menedeni, onu engellemeye çalışanı bir düşün.” Âyetteki اَرَاَيْتَ eraeyte fiili “gördün mü, bir düşün”, يَنْهٰىۙ  yenhâ fiili “engellemek”, عَبْدًا ‘abd kelimesi “kul”, صَلّٰىۜ sallâ fiili ise “dua veya ibadet yapmak” demektir.
a) اَرَاَيْتَ الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ “Menedeni, engellemeye çalışanı bir düşün.”
1. Bu âyetteki اَرَاَيْتَ eraeyte ifadesi, aslında “gördün mü?” anlamına gelmektedir; ancak konu, zaten öncelikle Hz. Peygamber’in hayatındaki bir olayla ilgili olduğu için, mesaj olayın görülmesiyle değil, düşünülmesiyle ilgili olmalıdır. Dolayısıyla Elmalılı’nın vurguladığı gibi, bu hitaba “gördün ha, baksana, bilesin ha, anladın ha, gördün mü, ne dersin, söyle bakalım” gibi dikkat çekici bir anlam verilmesi gerekmektedir. Yoksa maksat, cevabı beklenen bir soru sormak değildir; çünkü olay zaten onu bizzat yaşayan kişiyle, yani Hz. Peygamber’le ilgilidir ve âyetteki ilk muhatap da Hz. Muhammed’dir.
2. Âyetteki الَّذ۪ي يَنْهٰىۙ ellezî yenhâ ifadesi, aslında engellemeyi kendisine görev ve alışkanlık edinen, sürekli olarak, insanların hayır işlerine veya ibadet meşguliyetlerine engel olmaya çalışan insanı nitelendirmektedir. Âyette bu işi yapanın kimliğinden veya isminden söz edilmemektedir. Rivayetlere göre, bu kişinin Ebû Cehil olduğu konusunda hemen hemen fikir birliği vardır. Rivayet şöyledir:
İbn Abbâs’tan nakledildiğine göre, Ebû Cehil’in “Muhammed’in Kâbe’de namaz kıldığını görürsem, boynuna basıp yüzünü sürteceğim” demesi üzerine, Hz. Peygamber de, “Şayet bana yaklaşsaydı melekler onu paramparça ederdi” buyurmuştur.[7] Rivayetteki salât kelimesini “ibadet yapmak” şeklinde anlamlandırırsak, anlatılan konunun kabulünde bir sorun olmaz.
3. Râzî’ye göre sûrenin bu âyetinde muhtemelen Hz. Peygamber’in bir isteği ya da beklentisi cevaplandırılmaktadır. Efendimiz (as) şöyle dua etmişti: “Ey Rabbim, İslâm’ı ya Hattâb’ın oğlu Ömer ile veya Hişam’ın oğlu ‘Amr (Ebû Cehil)  ile destekle!”[8] Bu isteğe karşı Yüce Allah sanki şöyle demek istemektedir: “Sen, İslâm’ın bu kişiyle (Ebû Cehil) desteklenebileceğini sanıyordun. Namaz kılana (veya ibadet edene) engel olan böyle bir kişiyle İslâm desteklenir mi?”[9]Bu yorum son derece isabetli ve ufuk vericidir.
4. Hz. Peygamber’in sahipsiz bırakılmayacağı, mutlaka destekleneceği, Yüce Allah’ın onun Rabbi olduğu ve kendisinin de ‘abd “kul” olduğu ısrarla vurgulandığı için Hz. Peygamber’in morali yüksek tutulmaya çalışılmaktadır. Yüce Allah, bu dini kiminle destekleyeceğini elbette çok iyi bilmekte ve şartları da ona göre hazırlamaktadır. Bu durumda Hz. Peygamber de motive edilerek, bu görevde gereken performansı göstermesi daha işin başında kendisinden istenmiş olmaktadır.
b)  عَبْدًا اِذَا صَلّٰىۜ “Dua (ibadet) ederken bir kulu.”
1. Sûrenin 10. âyetinde geçen عَبْدً ‘abd kelimesi, kanaatimizce iki nedenle nekra (belirsiz) getirilmektedir. İlk neden, Hz. Peygamber’e “kul” olduğunu ve mutlaka bir sahibinin ve destekleyicisinin bulunduğunu hatırlatıp, daha güçlü ve moralinin de yüksek olmasını sağlamaktır. Bir insan “kul” olmanın bilincine varırsa, Rabbi onu dışlayıp terk etmez. Diğer neden ise, maksadın ibadet eden herkes olduğunu ortaya koymak ve olayı sadece Hz. Peygamber’le sınırlı tutmamaktır.
2. Öte yandan, sûre indirildiğinde henüz namaz ibadeti farz kılınmadığı için, bu âyetteki صَلّٰىۜ sallâ fiili, “namaz”dan ziyade, genel anlamda “hakka yönelmek, ibadet etmek, tevhid içerikli bir eylem yapmak” şeklinde yorumlanmalıdır. Kaldı ki sallâve aynı kökten gelen sözcükler, Kur’ân’da “namaz” anlamını verdikleri yerlerde genellikle ekâme-yukîmu-ekım gibi kelimelerle birlikte kullanılmaktadır. Dolayısıyla buradaki söz konusu fiili genel anlamıyla “tevhid çizgisinde olmak ve o yolda çalışmak” diye anlamlandırmak daha doğru bir kavrayış sağlar.
3. Sözünü ettiğimiz hususlar Hz. Peygamber’in uygulamalarıyla ilgili olduğu için sûrenin 6. âyetinden sonraki bölümünün, ilk indirilen beş âyetlik pasajdan daha sonra indirilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Başlangıçta dinin hayata yansıyan kısmıyla ilgili esasları henüz gönderilmeden ve dolayısıyla bazı pratikler de yaşanmadan, söz konusu ibadete engel olma işleminin gerçekleştiği iddiası doğru olamaz. Öyle anlaşılıyor ki, bu âyetler daha sonraki dönemlerde inmiş ve Cebrail (as) tarafından buraya konulması emredilmiştir.
Son olarak şunu söylemek gerekir: Âyetlerde isim zikredilmemesinin çok önemli bir anlam derinliği vardır: İbadet edene engel olmaya çalışan herkes, bu hitabın muhatabı olacaktır. Elbette âyette Hz. Peygamber döneminde yaşanmış bir olaya da gönderme yapılmaktadır; ancak Kur’ân’da şu metot sıklıkla kullanılmaktadır: “Olayın özel olması, mesajın genel olmasına engel değildir.” Dolayısıyla, bu âyetlerde asıl vurgulanan husus, ibadet yapmanın bir özgürlük olduğu ve engellenmemesi gerektiğidir.
ıı. Davranışlar Sorgulanmalıdır
اَرَاَيْتَ اِنْ كَانَ عَلَى الْهُدٰىۙ اَوْ اَمَرَ بِالتَّقْوٰىۜ “(Ey nankör insan!) Düşün, ya o (ibadeti engellenen kul) doğru yolda ise, yani takvâyı emrediyorsa?” Âyetteki اَرَاَيْتَ eraeyte fiili “gördün mü, düşün”, الْهُدٰىۙ el-hüdâ kelimesi “hidayet”, اَمَرَ emera fiili “emretmek”, التَّقْوٰىۜ et-takvâ sözcüğü ise “duyarlılık” demektir.
Yüce Allah sorgulamaya ibadeti engellenen kişiden başlamakta ve durumunun kavranmasını muhataplarından istemektedir.
a) Bu âyetteki hitabın kime yönelik olduğu konusunda iki ihtimal vardır:
1. Buradaki hitap, Ebû Cehil’in şahsında ibadete engel olmaya çalışan herkese yöneliktir. Hidâyet üzere olan ve takvâyı emreden kişi de öncelikle Hz. Peygamber’dir, daha sonra o misyonun takipçileridir.
2. Bu âyette muhatap Hz. Peygamber de olabilir. Bu durumda anlam şöyle olur: “Ey Muhammed! İbadete duran kula engel olan şu adam, yani Ebû Cehil de hidayet üzere olsa ve takvayı emretse daha iyi olmaz mı?” Bu iki anlam da doğrudur; âyetin metin özelliği her iki ihtimali de içermektedir.
b) İnsân 76/3’te geniş bir şekilde açıkladığımız üzere, “doğru yol” anlamına gelen hidâyet kelimesi, insanın, yaratılışı doğrultusunda Yüce Allah’ın emrettiği yolda olmasını ifade etmektedir. Peygamberliğin ilk dönemlerinde hidâyet kavramına yer verilmesi, çok dikkat çekicidir. Aynı şekilde “korunmak, sorumluluğunu bilmek, sorumlu davranmak, hassas, donanımlı, bilinçli ve duyarlı olmak” anlamlarına gelen takvâ kavramına da bu gerekçeyle ilk dönem mesajlarında özellikle yer verilmektedir. Takvâ kavramını da Nebe’ 78/31’de etraflıca açıklamaya çalıştık. Her iki kavramın peş peşe gelmesi, peygamberliğin asıl misyonunun “hidayet üzere olan ve duyarlılık gösteren insanlar yetiştirmek” olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
c) İnsan hangi tarafta olursa olsun, kendisinin ve karşısındakinin durumunu iyice düşünmeli, ona karşı tutumunu iyi belirlemelidir. Eğer bu kişi Ebû Cehil gibi bir insan ise, herhangi bir şey yapmadan önce, zarar vermeyi düşündüğü fertlerin doğru değerler üzerinde olabileceğini defalarca düşünmeli, sonradan pişman olacağı bir şeyi yapmamalıdır. Yok eğer bu kişi peygamber ahlâkına bürünmüş ve o misyonu devam ettirmeye çalışan biriyse, o da karşıdakinin haline üzülmeli, bir anlamda düzelmesi için dua ve niyazda bulunmalı, gayret sarf etmelidir. Bu görevin hakkıyla yapılabilmesi için, muhatapları uzun ve yorucu işler beklemektedir.
d) Takvâyı emretme ifadesinin başındaki اَوْ ev edatı, her zaman “veya” anlamına gelmez. Nitekim söz konusu edat burada “ve, yani, hatta” anlamlarına gelmekte, âyette konusu edilen hidayet üzere olmanın, aslında takva üzere olmak anlamına geldiği ifade edilmektedir. Bu nedenle tercümeyi bu şekilde yapmayı tercih ettik.

b) Yalanlama – Allah’ı Dikkate Almama

Yüce Allah, ibadete engel olanın tutumunu ve psikolojisini ortaya koymakta, muhatabın Allah’ı unutmaması gerektiğini öğretmektedir.
اَرَاَيْتَ اِنْ كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ اَلَمْ يَعْلَمْ بِاَنَّ اللّٰهَ يَرٰىۜ “Ne dersin o (meneden kişi, Peygamber’i) yalanlıyor ve doğru yoldan yüz çeviriyorsa (hali nicedir)! (Bu adam) Allah’ın, onun yapmakta olduğu engellemeyi gördüğünü bilmez mi!” Âyetlerdeki كَذَّبَ kezzebe fiili“yalanlamak”, تَوَلّٰىۜ tevellâ fiili “yüz çevirmek”, يَعْلَمْ ya‘lem fiili “bilmek”, يَرٰىۜ yerâ fiili ise “görmek” demektir.
1. Buradaki hitapta da iki ihtimal söz konusudur. İlk ihtimale göre, muhatap Hz. Peygamber’dir ve ondan Ebû Cehil’in durumunu düşünmesi istenmektedir. Çünkü onun, hakkı yalanlayıp ondan yüz çevirmesi kınanmakta, sonuçta yaptıklarını Yüce Allah’ın görmediği zannı eleştirilmektedir. Ebû Cehil ve onun gibiler, gerçeği yalanlayıp sırtını ona dönünce, bu yaptıklarını Yüce Allah’ın gördüğünü bilmezlikten gelirler. Bu durumun sonu, elbette ziyandır.
2. Diğer ihtimale göre ise, muhatap Ebû Cehil ve onun gibilerdir ve âyetlerde anlatılmak istenen de şudur: Eğer Peygamber veya o misyonun takipçileri -başkaları öyle istiyorlar diye- asıl gerçeği yalanlıyor ve ondan yüz çeviriyorlarsa, onların neler yaptığını zaten Yüce Allah görmektedir. Bu durumda, yanlış yapmalarının sonucuna katlanacaklardır.
14. âyetin sonundaki yerâ fiilinin nesnesinin söylenmemiş olması, Yüce Allah’ın öncelikle söz konusu kişilerin yaptıklarını, sonrasında ise bütünüyle olup biten her şeyi gördüğünü vurgulamaya yöneliktir. Yüce Allah’ın görmesi, olup biten her şeyi kayıt altına aldırması ve Kıyâmet sonrası mahşerde hesabını soracak olması demektir.
O’nun gözetiminden ve kayıt altına alıcılığından kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı, burada verilmek istenen mesajlar arasında yer almaktadır. Yüce Allah’ın her şeyi görüp bildiği konusunu Beled 90/7’de geniş bir şekilde ele aldığımız için bu kadar bilgiyle yetinmek istiyoruz.

15-18. ÂYETLER:
كَلَّا لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ۬ لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِۙ ﴿15﴾ نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍۚ ﴿16﴾
 فَلْيَدْعُ نَادِيَهُۙ ﴿17﴾ سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَۙ ﴿18﴾
15-16. Hayır, hayır! (Bu azgınlığını artık terk etsin!) Eğer hâlâ vazgeçmediyse, derhal onu o yalancı, günahkâr alından (perçemden) yakalayacağız. 
17. (Şimdi ya da mahşerde) gidip meclisini (kendi taraftarlarını) çağırsın. 
18. Biz de zebânîleri çağıracağız.”
Yüce Allah, ibadete veya tevhîde engel olanların aslında gerçeği yalanlayıp ondan yüz çevirdiğini ve Allah’ın her şeyi görüp bildiği hakikatini göz ardı ettiğini beyan ettikten sonra, bu tip insanlara meydan okumaktadır.

a) “Yalancı Alından Yakalamak” Nedir?

Buradaki gözdağı, nankör insanın perçeminden yakalamayla başlatılmakta ve perçem, çeşitli özellikleriyle tanıtılmaktadır.
ı. İnkârcılar Mahşerde Küçük Düşürüleceklerdir
كَلَّا لَئِنْ لَمْ يَنْتَهِ۬ لَنَسْفَعًا بِالنَّاصِيَةِۙ “Hayır, hayır! Eğer hâlâ vazgeçmediyse, derhal onu alından (perçemden) yakalarız.” Âyetteki يَنْتَهِ yentehi fiili “vazgeçmek”, نَسْفَعًا nesfe‘an fiili “yakalamak”,النَّاصِيَةِۙ  en-nâsıye kelimesi ise “alın, perçem” demektir.
Buradaki kellâ edatı, dolaylı olarak “hayır, artık vazgeçsin” anlamında yorumlanabilir. Bu durumda âyetlerin genel anlamı da “artık Ebû Cehil ve onun gibiler sakınsın ve yaptıklarından vazgeçsin. Eğer hâlâ vazgeçmedilerse ve ileride de vazgeçmezlerse cezalandırılmaları kaçınılmaz olacaktır” şeklini almaktadır.
a) Sûrenin bu bölümündeki şiddetli tehdit, ilk grup âyetten sonraki bölümün, en azından peygamberliğin ilk dönemlerinde değil de, daha sonraki yıllarında indirildiğini göstermektedir. İbadete engel olmaya çalışan herkes, bu yaptığının karşılığını er veya geç görecektir.
b) Rivayetlere göre, burada sözü edilen kişi, Hz. Peygamber’in ibadetine engel olmaya kalkışan Ebû Cehil’dir; yakalanması ise Bedir’deki mağlubiyettir. İbn Abbâs’a göre buradaki sef‘ kelimesi, “damgalamak” demektir; yapılan işlem ise Kalem 68/16. âyette geçtiği üzere Ebû Cehil ile ilgilidir. Rivayete göre, bu âyetlerin Kureyş’lilere okunmasında cesaret sorunu yaşanmıştı. Bu işi başından beri isteyen İbn Mes‘ûd, âyetleri onlara okuyunca Ebû Cehil onu tartaklamıştı. Daha sonra Bedir’de Ebû Cehil yere yığılmış haldeyken İbn Mes‘ûd ona hak ettiği cezayı vermiştir.[10]
c) Âyette kullanılan لَنَسْفَعًا le nesfe‘an kelimesinin hem başındaki lâm edatı, hem de sonundaki şeddesiz nûn (muhaffef nun) harfi,[11] cezalandırma işleminin mutlaka gerçekleşeceğini vurgulamak için getirilmekte ve manaya kuvvetlilik kazandırmaktadır. Perçeminden tutmaktan kasıt, kişinin azap için yakalanıp cezalandırılmasıdır. Bu tabir, Arapların kullandığı bir cezalandırma ifadesidir. Perçem, insanın başının ön kısmındaki saçlarıdır. Buradaki maksat, nankör insanın bir anlamda boyun büktürülmesi, gururunun kırılması ve başkalarına karşı uyguladığı kibrin yersiz olduğunun hem kendisine, hem de çevresindekilere gösterilmesidir.
ıı. Azabın Nedenleri Yalancılık ve Hatada Israrcılıktır
نَاصِيَةٍ كَاذِبَةٍ خَاطِئَةٍۚ “O yalancı, günahkâr alından (yakalarız).” Âyetteki كَاذِبَةٍ kâzibe kelimesi “yalancı”, خَاطِئَةٍ hâtıe sözcüğü ise “hata yapan” demektir.
a) Cezalandırılmak için yakalanan perçemin iki özelliğine gönderme yapılmaktadır. Bunlar, söz konusu perçemin, dolayısıyla sahibinin hakkı sürekli yalanlaması ve sürekli hata yapmasıdır. Yalanlamak ve hata yapmak, elbette perçemin değil, sahibinin eylemleridir, dolayısıyla cezalandırılmak da perçemin sahibine yönelik olacaktır. Âyetteki üslup, “zikr-i cüz’, irade-i küll”, yani “parçayı anarak bütünü kastetmek” şeklindedir ve maksat da bütünüyle nankör insandır.
b) Bu âyetlerde çift yönlü hatırlatmalar yapılmaktadır. Bu uyarılar, söz konusu eylemleri yapanların mutlaka cezalandırılacağını ortaya koymaktadır. Ayrıca, böylesi davranışlar yapmayı düşünenlerin bunlardan hemen vazgeçmelerinin sağlanması istenmektedir. İnkârcıların asıl inkâr ettikleri, En‘âm 6/33. âyette de vurgulandığı üzere Hz. Peygamber ve onun peygamberliği değil, bizzat Yüce Allah’ın âyetleridir.
c) Diğer hatırlatılan husus ise, gerçeğin savunucularına yöneliktir. Öncelikle Hz. Peygamber, peygamberlik öğretisini yayarken çeşitli sıkıntılarla karşılaşmış, son derece katı ve kararlı bir muhalefetle mücadeleye tutuşmuştu. Elbette ilk bakışta bu mücadelenin galibi düşmanlar olarak görünüyor, hakkın savunucuları mağlubiyetin tarafı olarak algılanıyordu. Ancak, insanlar ellerinden gelen fedakârlığı yapınca, Yüce Allah onlara destek olacağını ve onları yalnız bırakmayacağını beyan etmektedir.
d) Yüce Allah, hak edenleri sahiplenmesinin doğal sonucu olarak, yerin ve göklerin ordularıyla onları destekleyeceğini bildirmektedir. Gerektiğinde daha dünyadayken bile muhalifleri cezalandıracağını işte bu âyetleriyle ifade etmiş olmaktadır. Bunun sonucu olarak, hakkın savunucularının moral ve motivasyonlarının yüksek tutulması amaçlanmaktadır.
Bu haliyle âyetlerde verilen mesaj, evrensel bir mahiyet arz etmektedir: Hakkın savunulmasında moral bozukluğuna yer yoktur. Bu yolda kaybetme riski de bulunmamaktadır. İşte müminler, bu gerçeğe hem gönülden inanmalı, hem de uğruna fedakârlık yaptıkları değerlerin asıl sahibine güvenmelidirler.

b) Taraftar Toplama Şantajına Cevap

Yüce Allah, azgınlık yapan ve inananları tevhidden alıkoymaya çalışanların, kendi adamlarına güvenmelerini boşa çıkartmak üzere onlara meydan okumaktadır.
فَلْيَدْعُ نَادِيَهُۙ سَنَدْعُ الزَّبَانِيَةَۙ “(Şimdi ya da mahşerde) o, kendi taraftarlarını çağırsın. Biz de zebânîleri çağıracağız.” Âyetteki يَدْعُ yed‘uemri “çağırmak”, نَادِي nâdî kelimesi “taraftar, kulüp”, الزَّبَانِيَةَ ez-zebânî sözcüğü ise “zabıta, polis” demektir.
1. Önceki âyet grubundaki inkârcılara yönelik meydan okuma ve mü’minlere yönelik motivasyona burada da devam edilmekte ve olay biraz daha somutlaştırılmaktadır. Ebû Cehil, kendi gücünü ve taraftar zenginliğini arkasına alarak meydan okuyor, Hz. Peygamber’i ve inananları bunaltıyordu.
Hakkın savucuları yalnız değillerdir. Çünkü Yüce Allah’ın desteğine sahiptirler. Ebû Cehil gibilerin, taraftarlarını toplama şantajına karşılık, âhirette karşılarına zebanîlerin çıkartılacağı kesin ve açık bir dille belirtilmektedir. Zebânî, “şiddetli, kuvvetli, alt edilemez nitelikte melekler” olarak anlaşılmaktadır.
2. Meydan okuma bu dünyaya yönelik olarak algılanırsa, âyette şu hususun anlatıldığı ortaya çıkar: Mekke’de Müslümanlara karşı güç gösteren inkârcılar, ileride yani Medine’de karşılarında güçlü ve yiğit mü’minler bulacaklar ve onlar tarafından mağlup edileceklerdi. Söz konusu olaylar, zaten başta Bedir’de olmak üzere, Medine döneminde defalarca yaşanmıştı. Bu durumda inkârcılara çok önceden adeta meydan okunmuş ve onlara büyük bir gözdağı verilmiş demektir.
3. Bu meydan okuma âhirete yönelik olarak da algılanabilir. Mekkeli müşrikler, eğer bu dünyada müminlere karşı böyle bir harekete girişirlerse, âhirette bunun karşılığını çok ağır bir şekilde vereceklerdir. Mağlub edilemeyecek, karşı durulamayacak güçlü melekler onları cehenneme yuvarlayacak, böylece hak ettikleri sonla buluşturulmuş olacaklardır. Son âyetin başındaki sîn edatı, bu olayın ileride gerçekleşeceğini göstermektedir. Bu nedenle müfessirler her iki ihtimali de göz ardı etmemişlerdir.
Hz. Peygamber döneminde yaşanan bu tür olaylar, âyetlerin o dönemle sınırlı olduğunu göstermez. Bugün de, bundan sonra da, hakkın savunucularına karşı benzer tecavüzler veya saldırılar yapılırsa, onlara da karşı konulacak; Yüce Allah’ın yardımını daima artı bir değer ve destek olarak arkalarında hazır hissedebileceklerdir.

19. ÂYET:
كَلَّاۜ لَا تُطِعْهُ وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ ﴿19﴾
19. Hayır! Hayır! Sakın sen ona uyma! Allah’a secde et ve (yalnızca O’na) yaklaş!”
Yüce Allah, sûrenin bu son âyetinde, azgın inkârcı kâfirin baskı ve saptırmalarına aldırış etmemesini Hz. Peygamber’e emretmekte, yönelişinin adresini belirlemektedir.

Azgınlara İtaatsizlik, Allah’a Yakınlık

Yüce Allah, azgınlara nasıl karşılık verilmesi ve onlara karşı nasıl bir tavır içerisinde olunması gerektiğini beyan etmekte ve Allah’a yaklaşmanın yolunu da “secde” olarak belirlemektedir.
ı. Baskıya ve Baskıcıya Boyun Eğilmez
كَلَّاۜ لَا تُطِعْهُ “Hayır! Hayır! Sakın sen ona uyma!” Âyetteki لَا تُطِعْ lâ tutı‘ emri “itaat etmemek, aldırış etmemek” demektir.
Sûrenin bu son âyetinde Yüce Allah, Hz. Peygamber’in şahsında bütün müminlerden çok önemli iki tutum sergilemelerini istemektedir: Öncelikle inkârcılara, inkârcılığı yayanlara veya insanları inkâra zorlayanlara itaat ve aldırış edilmeyecek, onların isteklerine boyun eğilmeyecektir. Bu durumda, ilgili ifade “onun yaptıklarına ve dediklerine aldırış etme!” demektir. Bu, sadece yapılmaması gereken davranıştır. Yapılması gereken ise, bu tür inkâr eylemlerine karşı Yüce Allah’a daima boyun eğmek, O’nun dediklerini yapmak ve O’na yaklaşmak şeklindeki teslimiyettir. İşte bu husus âyetin son iki emridir.
ıı. Secde Allah’a Yakınlık Sağlar
وَاسْجُدْ وَاقْتَرِبْ “(Allah’a) secde et ve (yalnızca O’na) yaklaş!” Âyetteki اسْجُدْ üscüd emri “secde etmek”, اقْتَرِبْ ıkterib emri ise “yaklaşmak” demektir.
a) “Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secde anıdır”[12] mealindeki hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere, secde, Yüce Allah’a en yakın olmanın gerçekleştiği bir ibadettir. Şüphesiz ki Yüce Allah’a boyun eğenler, bütün davranışlarında mümkün mertebe bu yakınlığı ve O’nun rızasını amaçlayan insanlardır. Dolayısıyla onları bu yakınlaşmadan uzak saymak doğru bir yaklaşım olamaz. Âyetteki secde emri, yukarıda naklettiğimiz hadis-i şerifin de desteğiyle, genellikle namazdaki secde olarak algılandıysa da, bu emrin Yüce Allah’a yakınlığı sağlayacak bütün eylemleri içermesine engel bir durum yoktur. Son âyetteki emirlerin, Hz. Peygamber’in şahsında bütün inananlara yönelik olduğunu belirtmek gerekir.
b) Âyetteki vakterib “yakın ol” emrinin farklı şekilde anlaşılması da mümkündür. Zira âyet, “inkârcılara boyun eğme, Rabbine karşı boyun bük, böylece de Allah’a (veya Cennet’e) yaklaş” şeklinde, Hz. Peygamber’in şahsında bütünüyle inananlara yönelik algılanabilir. Ayrıca, özellikle son ifade, inkârcılara yönelik de anlaşılabilir. Bu durumda mesaj, “Sen ey Muhammed, secdeyle Allah’a veya Cennet’e yakın ol; ve sen ey Ebû Cehil, azgınlığınla Cehenneme yakın ol” şeklini alır. İlk tercih daha yaygın bir kabule sahiptir. Ancak ikinci tercih de ihtimal dâhilindedir ve Ebû Cehil gibi olmak isteyenlere gözdağı vermeyi amaçlamaktadır.


[1]   Nahl 16/4; Kehf 18/37; Hacc 22/5; Mü’minûn 23/14; Fâtır 35/11; Mü’min 40/67; Kıyâmet 75/37; İnsân 76/2; ‘Abese 80/19.
[2]   Hûd 11/119.
[3]   Zâriyât 51/56.
[4]   Bu güzel bağlantıyı Yusuf Özkan Özburun’a borçluyum.
[5]   İslâmoğlu, age., s. 1279’da 7. not.
[6]   Okuyan, Kur’ân’da Vucûh ve Nezâir, Samsun, 2007, s. 635.
[7]   Buhârî, Tefsîru Sûre-i 96/4.
[8]   Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb Ebu’l-Kâsım et-Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, Musul, 1983, XI, 255.
[9]   Râzî, age., XXXII, 20.
[10]             Râzî, age., XXXII, 23.
[11]             Le nesfe‘an kelimesi, fiildir; sonundaki iki üstün şeklindeki tenvin ise, aslında te’kid, yani “anlamı kuvvetlendirme” amaçlı olarak “mudâri” fiillerin veya emirlerin sonuna getirilen “muhaffef (şeddesiz, cezimli) nun” harfinin istisna bir yazılımıdır.
[12]             Müslim, Salât, 215.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder