10 Temmuz 2017 Pazartesi

Fatiha Suresinin Tefsiri

ÂYETLERİN TEFSÎRİ :
Mehmet OKUYAN
1. ÂYET:
1. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.”
Besmele’nin anlamı, âyet olup olmadığı, fazileti ve Kur’ân’da bulunuş gayesi gibi çeşitli konularda bilgiler vermek istiyoruz.

a) Besmele Fâtiha’nın İlk Âyeti Midir?

Fâtiha sûresinin ilk âyetinin Besmele olduğu kanaatindeyiz. Besmele, ‘Alak sûresinin ilk âyetinde yer alan bismi rabbiketamlamasının ve dolayısıyla ilâhî vahyin ilk emrinin kimin adına yapılacağının açık cümleye dönüştürülmüş şeklidir. Besmele, Hz. Süleyman’ın Seba Melikesi Belkıs’a gönderdiği mektubun ise başlangıç cümlesidir.[1] Ayrıca Hz. Nûh’un gemisinin suda yüzmeye başlaması ve durmasının “Allah’ın ismiyle” olacağını beyan ettiği bismillâh şeklindeki ifadenin de açılımıdır.[2]
Besmele’nin Fâtiha’nın ilk âyeti olup olmadığı konusunda tartışmalar yapılmaktadır. Sûrenin yedi âyet oluşundan hareketle, bazı âlimler son âyeti ikiye bölerek Besmele’yi sûrenin parçası olarak kabul etmezler. Sadece bir giriş ve bilinç cümlesi olarak ele alır ve bu anlamda Fâtiha’nın başındaki ile diğerleri arasında herhangi bir fark görmezler.
Bu yaklaşımı göz ardı etmediğimizi itiraf ediyoruz; ancak biz, Besmele’yi Fâtiha’nın ilk âyeti kabul edenlerden olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Bu bağlamda yedi âyetlik Fâtiha sûresinin ilk âyetini Besmele’nin oluşturduğunu düşünmekteyiz. Zaten Kur’ân hattatları da bunu tercih etmiş olacaklar ki, basılan Kur’ân metinlerinde Besmele Fâtiha’nın ilk âyeti olarak numaralanmışken, diğerlerinde böyle bir özellik görülmemektedir.
Elbette yazıdaki bu tür bir yaklaşım delil olarak yeterli görülemez; ancak bir işe başlamanın hemen öncesinde onu Allah adına olarak tanıtmak, her işe Allah’ı şahit tutmak, O’nun merhametinin kuşatıcılığını ilk sûrede iki kez hatırlamak bir farklılık olarak kabul edilebilir. Vahyin başlangıç âyetlerinin yer aldığı ‘Alak sûresinin ilk âyetindeki bismi rabbike tamlaması ile, bütün halinde ilk indirilen Fâtiha’nın başındaki Besmele’yi sûrenin ilk âyeti saymak hatalı değildir. Biz bu yaklaşım doğrultusunda âyeti incelemeye çalışacağız.

b) Besmele’nin Fazileti

Diğer bazı âyet veya sûrelerin olduğu gibi, “Besmele”nin de faziletine dair çeşitli rivayetler vardır.[3] Fâtiha sûresinin fazileti konusunda da söylediğimiz gibi, Kur’ân bütünüyle Yüce Allah’ın kelam sıfatıdır. O’nun sıfatlarında “faziletlilik” anlamında sınıflandırma yapmak uygun değildir. Bütün âyetler ve sûreler eşit değer ve önemdedir. Konuya bakışımız budur.
Besmele’nin faziletini kabul edenlerin yaklaşımlarına örnek olarak sadece şu iki bilgiyi nakletmekle yetinelim: Harf sayısının 19 olması ve Müddessir 74/30’daki cehennem görevlilerinin sayısının da 19 olarak belirlenmesi nedeniyle Besmele’nin “ateşten koruyuculuğu” özelliğine dikkat çekilmektedir. Ayrıca, Besmele ile başlamayan her önemli işin sonunun verimsiz olacağı da bu bağlamda hatırlatılan bilgiler arasında yer almaktadır.[4]

c) Besmele’nin Anlamı ve Önemi

Besmele, bir işin Allah’ın adıyla, Allah adına, O’nun verdiği güç ve sağladığı imkânla, sadece O’nun rızası ve hatırı için, işe O’nun adını katma duygusunu dile getirmenin vesilesidir. Kısaca Besmele, Allah’ı hatırda tutmanın ve her işe Allah’ı şahit tutmanın en güzel ifadesidir.
Bir işe başlarken niyetin önemi neyse, Besmele’nin önemi de odur. Besmele, hayatı bilinçli yaşamanın ve Allah adına farkındalığın Kur’âncasıdır. Bu farkındalık gereği insan, hatalardan ve yanlışlıklardan uzaklaşmayı da önemli ölçüde başarır.
Besmele’yi “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” şeklinde tercüme etmek mümkün olduğu gibi, “Rahmân Rahîm Allah Adına”[5] şeklinde çevirmek de mümkündür. Ayrıca “Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın aşkına” tercümesi de baştaki harfinin “sebebiyet” anlamına uygundur. Bu ifade ile insanlar, bir işe Allah’ın adıyla başladıklarını söyledikleri gibi, o işte Allah’ın rızasını gözettiklerini de ifade etmiş olurlar.
ı. İsm Kelimesinin Anlamı
Besmele’nin ilk tamlaması bismillâh ifadesinin ilk kelimesi olan اسْمِ ism sözcüğü “yücelik” anlamındaki sümüvv kökünden gelmektedir. Bu itibarla “Allah’ın adıyla” veya “Allah’ın adına” demek, aynı zamanda “O’nun yüceliğine inanarak” ve “bunu ifade ederek bir işe başlamak” demektir.
ıı. “Lafza-i Celâl” Yüce Allah’ın Özel İsmidir
اللّٰه Allâh kelimesi, Yüce Allah’ın özel ismidir. Bu keli­menin kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülmüş­tür. Biz bu iddialara girmeden, adına lafza-ı celâl (lafzatüllâh) denen bu kelimenin, Yüce Allah’ın özel ismi olduğunu belirtmek isteriz. Bu kelimenin herhangi bir kelimeden veya kökten türetil­mediğini kabul edenlerin görüşünü benimsediğimizi özellikle ifade etmeliyiz. Söz konusu isim, tekil bir kelime olup çoğulu yoktur. Başındaki hemze ve lâmdan oluşan ilk iki harfin diğer eliflâmtakıları gibi kabul edilme­mesi gerektiğini de hatırlatmak durumundayız.
اللّٰه Allâh kelimesi, tercüme edilemez; bu anlamda yapılan tercümeler eksiktir. Onun ye­rine kullanılan kelimelerin Arapçada farklı karşılıkları bulunmaktadır ve söz konusu kelimeler Yüce Allah’ın adı olmaktan ziyade, birer sıfatını karşılayabilirler. Bu durumda ilgili tercümelerle Allâh kelimesi değil, ilâh gibi başka sıfatlar kastediliyor demektir. Allah lafzı, harflerinin farklı sayıda okunması halinde de Yüce Allah’ı nitelendiren çok özel bir kelimedir. Lillâhilâhlehû vs. şeklindeki okumaların hepsinde sonuç Yüce Allah ile ilgili bir anlama çıkar. Bu nedenle Allâh kelimesini kullanmaya devamın çok önemli olduğunu ve onu tercümeye kalkışmamak gerektiğini belirtmekle yetinmek istiyoruz.
ııı. Rahmân – Rahîm Sıfatları Merhametinin Göstergesidir
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ “Rahmân’dır, Rahîm’dir.” Bu iki sıfatın anlam farkına değinmeden önce, şu hususun bilinmesi gerekir: Yüce Allah, ilâhî vahyinin ilk sûresinde kendisini iki defa iki farklı rahmet ve merhamet sıfatıyla tanıt­maktadır. Bu sıfatlar hak­kında pek çok yorum yapılmış, kelimeler çeşitli yönler­den ele alınarak iki kelimenin farklı anlamlar içerdiği ispatlanmaya çalışılmıştır.
Yüce Allah’ın merhametiyle ilgili olarak şu âyetleri hatırlatmakta yarar vardır: “Allah insanlara çok şefkatlidir; çok merha­metlidir”[6], “Rabbiniz merhameti Kendisine yazmıştır”[7], “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır”[8], “Biz seni ancak ve an­cak âlemlere rahmetimiz gereği gönderdik”[9], “Allah size merhamet (yardım) ediyor; melekleri de.”[10] Bu ve benzeri âyetlerde Yüce Allah, kendisini hem merhametin kaynağı, hem de merhamet eden varlık olarak tanıtmaktadır. Dolayısıyla Rahmânve Rahîm sıfatları, Yüce Allah’ın merha­metinin iki yönünü oluşturduğu muhakkaktır.
Süreklilik ve değişmezlik bildiren sıfat-ı müşeb­behe olarak Rahmân, “özünde merhametli”; oluş ve ye­nileniş bildiren ism-i fâil olarak Rahîm, “işinde merha­metli”[11] diye tanımlanabilir. Merhamet edebil­mek için elbette öncelikle merhametin sahibi olmak gerekir; Yüce Allah da Kendisini bu şekilde tanıtmaktadır.
Biri diğerinin zorunlu sonucu olarak ifadeye çalıştığımız Rahmân ve Rahîm sıfatları hakkında şöyle ayı­rımlar da yapılmaktadır: Rahmân, “kullardan veya başka varlıklardan benzerinin çıkması düşünülemeyen nimetleri veren”; Rahîm ise, “ben­zerlerini kulların da gerçekleştirebileceği nimetlendirmeyi yapan” anlamına gelir. Bu nedenle Rahmân, Allah’tan başkasına isim ola­rak verilemezken, Rahîm verilebilir.[12] “Yüce Allah’ın Rahmân oluşu, ezele (başlangıcının ol­mamasına), Rahîm oluşu da ölümsüzlüğüne göredir. Bundan dolayı yaratıklar Yüce Allah’ın Rahmân olması nedeniyle başlangıçtaki rahmetinden, Rahîm olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden doğan ni­metler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu nok­taya işaret etmek amacıyla Yüce Allah için “dünyanın Rahmân’ı, âhiretin Rahîm’i”denilmiştir. Aslında Yüce Allah, dünyanın ve âhiretin hem Rahmân’ıdır; hem de Rahîm’idir.”[13]
Rahmân ve Rahîm sıfatlarıyla ilgili şu son değerlen­dirmeyi yaparak konuyu toparlamak istiyoruz: İnsanın doğumundan ölümüne kadar çeşitli şartlarda hayat sürdüğünü bilmekte, görmekte ve bizzat yaşamaktayız. Hava şartları bazen sıcak, bazen soğuk, bazen ılık, bazen tipi, bazen yağmur, bazen kar yağışlı vs. şeklinde ger­çekleşmektedir. İnsanın bütün bu şartlarda her zaman aynı oranda mem­nun ve rahat olması veya herkesin eşit derecede mem­nuniyet içerisinde bulunması mümkün değildir. Bu nedenle, benzer şartlarda yaşamalarına rağmen çeşitli şikâyetlerin dile getirildiğine defalarca şahit olmuşuzdur.
Hayatın en rahat dönemi, insanın doğumundan ön­cesine aittir. Yüce Allah’ın: “En güçlü, en sağlam yer”[14] ifadesini kullandığı bu yer “ana rahmi”dir. Rahimdeki sıcaklık ve korunaklılık, insan hayatı için tam bir mü­kemmellik arz etmektedir. İşte insanın en rahat ve mu­hafazalı yeri olan rahm/erhâm (rahim/rahimler) ile Yüce Allah’ın bu ilk sûrede iki defa zikrettiği Rahmân ve Rahîm sıfatları aynı anlam kökünden, yani “merhamet”ten gelmektedir. Yüce Allah’ın, bir annenin yavru­suna beslediği şefkatinin kat kat fazlasını kullarına beslediğinde hiç şüphemiz yoktur.
Yüce Allah’ı merhametiyle tanımamız ve tanıtmamız için O kendisini bu iki sıfatıyla bize anlatmakta, biz­den de aynı doğrultuda eğitim yapmamızı istemektedir. Dışlayan, azap etmek için fırsat kollayan, kullarına azap etmekten zevk alan bir varlık değil de, merhameti bütün yaratılmışları çepeçevre kuşatan bir Allah anlayı­şını topluma kazandırmak durumundayız. “Sürekli ya­kan ve azarlayan Allah” motifi yerine, “seven, şefkat ve merhamet eden, koruyup kollayan, ödüllendirmede sınır tanımayan, bağışlayan, affetmek için dua isteyen bir Allah” moti­fiyle O’nu tanıtmak zorundayız; çünkü O, kendisini böyle nitelendirmektedir. Rahmân ve Rahîm sıfatları bize bu anlayışı vermek için ilk sûrede iki kez yer almaktadır.
2-4. ÂYETLER:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ ﴿2﴾ اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ ﴿3﴾ مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ ﴿4﴾
2-4. Hamd (övülme, övgü), Rahmân ve Rahîm (merhameti tüm varlıkları kuşatan), hesap gününün sahibi, âlemlerin de Rabbi olan Allah içindir.”
Yüce Allah, Fâtiha sûresinin bu üç âyetinde hamdin kime yönelik olduğuna ve sadece Kendisine özel bazı sıfatlarına değinmektedir.

a) İlk Konu: “Hamd”

“Hamd” kavramı, Fâtiha’nın, dolayısıyla Kur’ân’ın ilk konusudur. Hamd ile ilgili Kur’ân’da ne kadar kavram varsa, konuyla ilgili bütün âyetler işte bu âyetin açılımı durumundadır. Konuyu ve dolayısıyla “hamd” kavramını daha iyi izah edebilmek için bazı noktaları açıklamak gerekmektedir. Hamde layık varlık olan Yüce Allah bu bağlamda dört sıfatını gündeme getirmektedir.
ı. Hamd Sadece Yüce Allah’a Aittir
a) اَلْحَمْدُ  “Hamd (Allah içindir).” Fâtiha’nın üç konusun­dan ilki bu âyetlerde dile getirilen “hamd (övgü)” konusu­dur.
* Hamd, Medh, Şükür İlişkisi
1. Hamd, “övgü” anlamına gelen bir kavramdır. Arapça medh ile hamd arasında fark vardır. Medh canlı cansız her varlığa, iyilikten önce de sonra da yapılabildiği gibi, bazen de yasaklanabilir. Hamd ise sadece canlı varlıklara, iyiliklerden sonra yapılır ve teşvik edilir. Bu yapısıyla medh, hamdden daha geneldir.
2. Hamd ile şükür arasındaki farka gelince, hamd, kişinin kendisine veya başkasına iyilikte bulunması halinde yapılabilirken, şükür kişinin sadece kendisine yapılan iyilikler için gerçekleştirilir. Bazı görüşlere göre de hamd, defedilen belalar için, şükür ise alınan nimetler için yapılır. Bu durumda yorumunu yapmakta olduğumuz Fâtiha ikinci âyetteki “hamd, âlemlerin Rabbi Allah içindir” ifadesi şöyle yorumlanabilir: “İyilik bana ulaşsa da ulaşmasa da, iyiliği görsem de görmesem de, bana özel olsa da olmasa da, diğer varlıklar yararlanıyor olduğu ve kâinat bundan istifade ettiği için bütün övgüler sana olsun, ey Rabbim.” Bazı görüşlere göre de hamd defedilen belalar için, şükür ise alınan nimetler için yapılır.
* Hamd Nedir? Nasıl Yapılır?
Âyette احمد ahmedü “hamdederim” denilmeyip deاَلْحَمْدُ  el-hamdü “hamd” denmesinin nedeni, bu ifadenin daha kapsayıcı oluşundandır. İnsan hamd etse de etmese de, bugün ve burada hamd edilse de edilmese de, başka yerlerde, başka zamanlarda ve başka varlıklar tarafından Yüce Allah’a daima hamd ve tesbih edilmektedir. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ el-hamdü lillâhi ifadesi, hamdin Allah’ın varlığıyla birlikte başladığını da ifade etmektedir.
Hamd, Yüce Allah’ın hakkıdır; gerçek hamd sadece O’na layıktır ve Yüce Allah’a layık olan hamdi de sadece O bilir ve gerçekleştirebilir. Fâtiha’nın bu âyetinde aslında “ne yaparsa yapsın, kulun bir acziyeti ve tam anlamıyla hamd görevini yerine getirememekten kaynaklanan, dolaylı veya gizli bir itirafı” vardır. Adeta “ben kimim ki O’na layıkıyla hamdedeyim; O bütün hamd edenlerin hamdiyle övülmektedir” denmek istenmektedir.[15]
b) لِلّٰهِ “(Hamd) Allah içindir.” Anlamını verirken de söylediğimiz üzere, hamd sadece Allah’a aittir; sadece O’nun için yapılmalıdır. لِلّٰهِ lillâh kelimesinin başındaki lâm edatını “aidiyet” manasına alıp hamdin ancak ve ancak Yüce Allah için yapılabileceğini bilmek ve bunu belirtmek gerekir.
“İnsanlara hamd etmeyen, Allah’a da hamdetmez”[16] hadis-i şerifinde kastedilen hamdin asıl hedefi, yine verdiği imkânlar nedeniyle Yüce Allah’tır. Yani insana yönelik gerçekleştirilen hamdin asıl hedefi, Allah rızasını kazanmaktır. Kur’ân’da bu anlamda bize şu âyetler hatırlatılmaktadır: “Allah, kendisinden başka ilâh olmayan tek varlıktır. Hamd, en başta da en sonda da sadece O’na aittir; (O’na layıktır)”[17]; “Göklerde ve yerde hamde sadece O layıktır”[18]; “Hamd, sadece göklerin Rabbi, yerin Rabbi, yani bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’a layıktır.”[19] Âhirette, cennet nimetleri içerisinde “Dualarının sonu, hamd âlemlerin Rabbi Allah’a olsun”[20] sözünü söyleyebilmek için, dünyada hamdi dillerden ve gönüllerden eksik etmemek gerekir.
Bütün bunları da dikkate alarak şunu özellikle hatırlatmak istiyoruz: Cennette, “Dualarının sonu, hamd âlemlerin Rabbi Allah’a olsun”[21] sözünü söyleyebilmek için, dünyada hamdi dillerden ve gönüllerden eksik etmemek gerekir.
c) رَبِّ الْعَالَم۪ينَۙ “Âlemlerin Rabbidir.” Âyetteki رَبِّ rabb kelimesi Kur’ân’da “ilâh”,[22] “sahip, efendi, idareci”,[23] “kendini Rabbe adayan kişi”,[24] “üvey evlat”[25] gibi anlamlarda kullanılmaktadır.[26] الْعَالَم۪ينَ el-‘âlemîn kelimesi ise “insanlar ve cinler”,[27]“dönem, zaman”,[28] “tüm kadınlar”,[29] “misafirler, insanlar”[30] gibi anlamlarda yer almaktadır.[31]
Fâtiha sûresinin bu âyetinde rabb kelimesi, Yüce Allah’ın kendi dışındaki bütün varlıkların sahibi olduğunu, onları yetiştirdiğini, eğitip terbiye ettiğini, onları sahipsiz bırakmayacağını ve bütün yaratılmışların sığınağı olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, başka arayışların bâtıl olduğunu ve “mürebbilerin çocuğu koruması” gibi O’nun da bütün varlıkları koruduğunu bildirmektedir. Bu sebeple de sadece Yüce Allah hamde layıktır; gerçek ve mükemmel hamd sadece O’nun hakkıdır.
ıı. Yüce Allah Rahmân ve Rahîm’dir
اَلرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِۙ “Rahmân’dır; Rahîm’dir.” Yüce Allah, vahyin bu ilk sûresinde merhametinin erişilmezliğini ifade bağlamında Besmele’de yer verdiği iki sıfatını yeniden gündeme getirmektedir.
Besmele’de bu iki kavram üzerinde durmuştuk. Bu kavramlar bu defa, başlanan her yeni ve hayırlı işin Yüce Allah’ın merha­metiyle kolaylaşacağı anlamını verdiği gibi, bu kavramların hamd ile de derin bir anlam ilişkisine sahip olduğunu göstermektedir.
Hamde layık olan varlık, kâinatı merhametiyle kuşatan varlıktır ve o da, işte Rahmân, Rahîm ve âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’tır. Âlemlerin sahibi olan o yüce varlık, yaratıl­mışların hamurunu rahmet ve merhametle yoğurmuş­tur. Kendisi merhamet kaynağı ve merhametli olduğu için, kullarından da merhametli olmalarını ve yaratılmışlara o gözle bakıp öyle davranmalarını istemektedir.
ııı. Yüce Allah Hesap Günü’nün Sahibidir
مَالِكِ يَوْمِ الدّ۪ينِۜ “Hesap gününün sahibidir.” Âyetteki mâlik kelimesi “sahip”, يَوْمِ الدّ۪ينِۜ yevmi’d-dîn tamlaması ise “din günü” demektir.
Yüce Allah, Fâtiha’nın bu ilk grup âyetinde hatırlattığı sıfatlarını, yargılama günüyle de ilişkilendirerek, insanlara bir âhiret bilinci vermeyi amaçladığını göstermektedir. Bu âyet, âhiretteki sorgulamayı ifade eder.
İnfitâr sûresinde bu konuda şu bilgiler yer almaktadır: “Dîn (hesap) gününün ne olduğunu, mahiyetini sana bildiren nedir ki! Tekrar tekrar, sen bunun mahiyetini, ne olduğunu nereden bilebilirsin ki! İşte o gün, hiçbir can başka bir can için bir anlam ifade edemez, (hiç kimse kimseye yardım edemez, yarar sağlayamaz). O gün, iş bütünüyle Allah’a aittir (O günün yegâne sahibi ve hâkimi O’dur).”[32] Demek ki dîn günü, âhirette yaşanacak “diriltilme, toplanma, Allah’a arz olunma, bilgilendirilme, sorgulanma, değerlendirilme, ödül veya azapla buluşturulma, yani cennete veya cehenneme sevk edilme” aşamalarını oluşturan ve âhirete dair bütün bir günün genel adıdır.[33] İşte o günde tek yetkili varlık, Yüce Allah’tır ve kararlarını hiç kimseye danışmadan verecektir. Çünkü o gün, herkes O’nun huzurunda yargılanacaktır.[34]

b) Âyetlerin Mesajı

Yüce Allah, Fâtiha sûresinin ilk dört âyetinde kendisini “Rahmân, Rahîm, Âlemlerin Rabbi ve Hesap Günü’nün Sahibi” olarak tanıtmaktadır. Hamde layık olmak için bütün yaratılmışların sahibi olmak, merhametiyle onları kuşatmak, rahmet ve merhameti kendine yazmak ve hesap gününün de yegâne sahibi olmak gerekir.
Mülkünde ortağı olmayan Yüce Allah’ın, yargılama gününde de ortağı yoktur. Bu yönüyle âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah, gerçek ve mükemmel hamde, yani övülmeye layık olan tek varlıktır; hamd O’nun içindir ve sadece O’nun hakkıdır. O’na layık olan hamdin nasıl olacağını tam anlamıyla bilip uygulayamayacağımız için, bize bildirdiği kadarıyla ve gücümüz nispetinde hamd etmeye çalışmakla yükümlüyüz.
Hamd edenler bilmelidir ki, bizim hamdimizin Yüce Allah’a hiç bir katkısı yoktur. “Allah’a şükredenler kendi yararları için şükrederler.”[35] Hamd eden bizler, bu işimiz ve itirafımız nedeniyle hem bu dünyada, hem de âhirette ödülle buluşturulacağımıza inanır ve ona güveniriz.
5. ÂYET:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ ﴿5﴾
5. (Ey Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz.”
Fâtiha’nın bundan önceki âyetlerinde sûrenin ilk konusu olan hamd ele alınmış ve Yüce Allah’ın bazı sıfatları hatırlatılmıştı. Bu âyette ise “kulluk ve tevhid ilanı” şeklinde ikinci konu işlenmekte ve hamdden âciz olan insana yol gösterilmektedir. Böylece insanın nasıl bir “kulluk ve tevhid ilanı”nda bulunup samimiyet göstermesi gerektiği kendisine öğretilmektedir.

a) İkinci Konu: “Kulluk ve Tevhîd İlânı”

Fâtiha sûresinin bu âyetinde çok önemli bir kulluk örneği ifadesi yer almakta ve şahsiyet tanımı yapan bir mesaj içermektedir.
ı. Kulluk Sadece Yüce Allah’a Yapılmalıdır
اِيَّاكَ نَعْبُدُ “Sadece Sana kulluk ederiz.” Âyetteki اِيَّاكَ iyyâke ifadesi “sana, sadece sana”, نَعْبُدُ na‘büdü fiili ise “ibadet etmek, kulluk yapmak” demektir.
Bu cümle, yaratılışın gayesini belirleyen âyetlerden olan, “Ben cinleri ve insanları sadece Bana kulluk etsinler diye yarattım”[36] ifadesiyle anlam bütünlüğü oluşturmaktadır. Yaratılışın gayesi, Yüce Allah’a kulluk yapmak olduğu için, ilâhî planda şekillendirilen bu husus, kulun eyleminde de kendisini göstermelidir. İlâhî plan ile kulun eyleminin buluşması gerekliliği, bu âyetlerin birlikte okunup anlaşılmasıyla ortaya çıkmaktadır.
ıı. Yardım da Sadece Yüce Allah’tan İstenmelidir
وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ “Sadece Senden yardım isteriz.” Âyetteki نَسْتَع۪ينُ neste‘în fiili “yardım istemek” demektir.
Bu cümle ise “Ey iman edenler, sabır ve salât (namaz) ile yardım isteyin; Allah sabredenlerle beraberdir”[37] âyetiyle bütünlük oluşturmaktadır. Bu âyete “direnerek ve dik durarak yardım isteyin”[38] anlamı verilirse, yardım istemenin bir sonuç olduğu, öncesinde yapılması gereken fedakârlıklar bulunduğu anlaşılmış olur.
ııı. Âyetin Verdiği Mesaj
a) İlk âyetlerde hitap üçüncü tekil şahıs (o) şeklinde iken, bu âyette sesleniş muhataba (sen) ve mütekellime (biz) dönüştürülmektedir. Arapçada adına “iltifat sanatı” denen bu ifade tekniğine Kur’ân’da sıkça yer verilmektedir. Amaç, okuyucunun veya muhatabın dikkatini canlı tutmak, metinden ve mesajdan uzaklaşmamasını sağlamaktır.
b) Hitap, birinci ve ikinci şahıslara dönüştürülünce, bir anlamda insanın bu itirafı yapmasının şekli kendisine öğretilmiş olmaktadır. Rabb olan Allah kulunu eğitmekte, onu sahipsiz ve yolsuz bırakmamakta, Rabbine nasıl hamd edileceğini öğreterek onu inşaya, yani ahlâk bakımından şekillendirmeye başlamaktadır. Doğru bir istikamet sahibi olmak için öncelikle niyetin doğru belirlenmesi gerekir. Bir insan neyi, niçin yapacağını bilerek bir işe koyulmalıdır.
c) Başka varlıkların yardım yapamayacağını bilenler, onlardan yardım istemez ve o varlıklara kulluk yapmazlar. “Yardım edenin gerçekte sadece Allah olduğunu bilenler, sadece O’ndan yardım isterler. Duanın kıblesini Allah’tan başkasına çevirmek, o yöne kulluk etmek demektir. İbadet, Allah’ın razı olduğunu yapmak, ubudiyyet ise Allah’ın yaptığından razı (memnun) olmaktır.”[39]
d) Din, gönülden inanmayı ve inanılan değerler uğruna fedakârlık yapmayı gerektiren bir kurumdur. Bu haliyle düşünüldüğünde, dindar insanın boş durmaya zamanı olmadığı anlaşılır. Böylece hak etmeden istemenin de karşılık bulmayacağının farkına varılmış olunur.
e) Fâtiha’nın bu âyeti, dua etmeden önce fedakârlığın zorunlu olduğunu gösterir. Tıpkı Fâtır 35/10’da belirtildiği gibi, güzel sözler Allah’a yükselir; ancak onları Allah’a yükselten şey ise sâlih ameldir. İşte Fâtiha 5’teki ilk cümle sâlih ameli, ikincisi ise dua ve isteği karşılamaktadır.
f) Müslümanlar dua yaparlarken ellerini semaya kaldırır ve öyle istekte bulunurlar. Elleri kaldırmanın elbette sebepleri vardır. Öncelikle maksat, yüce bir makamdan istekte bulunulduğunu anlamaktır. Daha aşağıdaki birinin makamca yukarıda bulunandan istekte bulunması bir anlamda acziyetin de itirafıdır.
g) Kanaatimizce duada elleri kaldırmanın bir başka anlamı da şudur: Eller, yapması gereken her şeyi öncelikle yapmış olmalıdır. Daha sonra dua ve niyazda bulunmalıdır. Görevini yapan ellerle Yüce Allah’a yalvarmak gerekir. Fedakârlık yapmayan elleri semaya kaldırmanın bir anlamı olmasa gerektir. Yüzümüzü görevini yapan ellere çevirmek ve elleri de Yüce Allah’a açmak, duanın mantığını ortaya koymada çok anlamlıdır. Yüzümüz kızarmadan bakabileceğimiz ellerimiz, ellerimize yönlendireceğimiz yüzümüz ve bu ikisiyle birlikte Yüce Allah’a çevireceğimiz benliğimiz olmalıdır. Eğer “dualarımız niçin kabul edilmiyor?” diye sorarsak, sebebini görevimizi gereği gibi yapmamada arayabiliriz.
h) “(Ey Rabbimiz!) Yalnız Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden yardım isteriz” âyeti, “ben adına, tek kişi için veya ferde yönelik” değil, “biz adına, hepimiz için, toplum menfaatine yönelik” isteklerde bulunmayı öğretmektedir. Bu âyet, Müslümanlara sadece kendileri için değil, başkalarıyla beraber ve onların da hayrına yaşamayı öğretmeyi amaçlamaktadır.
i) Âyetteki “biz” ifadesinde maksat elbette insanlardır. Ancak mesajı evrensele taşırsak canlı-cansız bütün yaratıkların Allah’a kul olduklarını lisan-ı hâlleriyle ilan ettiklerini söyleyebiliriz. İradeli-iradesiz bütün müslümanlar Allah’a kul olduklarını bu ifadeyle ortaya koymaktadırlar. Âyetin böyle de bir anlam açılımı içerdiğini söylemek hatalı değildir.

b) Müslümanın Kimliği Nasıl Olmalıdır?

Fâtiha sûresinin 5. âyeti, aslında bir Müslüman portresi çizmekte, Müslümanın kafa karışıklığına sahip olamayacağını bildirmektedir. Müslüman, neye, niçin inandığını, kim için ve ne uğruna yaşaması gerektiğini, kimden ve neyin karşılığında yardım talebinde bulunacağını bilmelidir. Ayrıca istenen şekilde bir duruş ortaya koymanın asgari gereklerinin nelerden oluştuğunun da farkında olmalıdır.
Müslüman, Ra‘d 13/ 14’te de ifade edildiği gibi, Allah’tan başkasından yardım istemenin, aslında boşa kürek çekmekten başka bir şey olmadığını anlayan insandır. Müslüman, günlük namazlarının her rekâtında tekrarladığı bu “emre âmâde oluş” ilânını, anlamını bilmeden, sadece bir lafız seslendirmesinden ibaret saymayan kişidir. Müslüman, verdiği tevhid sözünün arkasında gereği gibi duran ve davranışlarıyla bu itirafının sahibi olduğunu gösteren, sözünün eri adamdır.
Müslüman, namazlarındaki bu cümleyi dünü için, dünü temizlemek, dünkü hatayı silmek için söylemekle yetinemez. Dahası, -belki de bu esnada yapacağı yeni hataların planını yapan- insan olamaz. Müslüman, namazındaki bu esas duruşu ve gönülden gelip diline döktüğü tevhid ilânını, yaşadığı ânı ve geleceği bilinçli yaşama kararlılığını gösteren insandır. Müslüman, bu âyeti söyleyerek, aslında “ya Rabbi, beni yaratma gerekçenin farkındayım, buradayım ve emrine amadeyim” diyerek bir sonraki namazına kadar Yüce Allah’ın gazabını gerektirecek hatalar yapmama sözünü veren kişidir.
Müslüman, tevhid ilânının arkasında durarak namazlarını, öncenin muhasebesi ve yeni görev talimatlarını almanın vesilesi sayan insandır. Müslüman, tevhidi varlığın esası kabul edip, Tek olan için, O’nun adına ve O’nun rızasını kazanma duygusuyla fedakârlık yapmayı canına minnet sayan kişidir. Müslüman, elinden ve dilinden diğer Müslümanların, dolayısıyla bütün insanların, hatta canlı-cansız diğer varlıkların güven duyduğu adamdır. Müslüman, bu güvenin kaynağında Yüce Allah’ın olduğunu bilen ve bunu ilân eden mertlik ve yiğitlik abidesidir.
Müslüman, mü’min olma bilinciyle inanılması gereken değerlerin bütününe inanan, inandığı değerlere güvenen, kendisini güvende hisseden ve çevresine de güven veren yiğit insandır. Müslüman, hayatının kaynağını Yüce Allah’ta, istikametini vahiyde ve örnekliğini de Hz. Peygamber’in önderliğinde gören, bulan ve yaşayan adamdır. Hâsıl-ı kelâm, Müslüman, Kur’ân’ın inşa ettiği “adam gibi adam”dır.
6-7. ÂYETLER:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ﴿6﴾
 صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّآلّ۪ينَ ﴿7﴾
6-7. Bize, gazaba uğratılmışların ve sapmışların yolunu değil; doğru yolu, nimet verdiklerinin yolunu göster.”
Sûrenin üçüncü konusu da bu âyetlerde ele alınan “dua”dır. Yüce Allah insanların nasıl bir yol istemesi gerektiğini öğretmektedir. Bu âyetlerde “doğru yol, nimet verilenler, gazap ve şaşkınlık” konuları gündeme getirmektedir.

a) Üçüncü Konu: “Hidâyet İçin Dua”

Yüce Allah sûrenin altıncı âyetinde hayatın vazgeçilmez değeri olan sırat-ı müstakim denilen “doğru yol” kavramını gündeme getirmektedir.
ı. Duanın Konusu Hidayettir
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ “Bize doğru yolu göster.” Âyetteki اِهْدِ ihdi emri “hidayet etmek, yol göstermek, rehberlik yapmak”,الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ es-sırâta’l-müstakîm tamlaması ise “dosdoğru yol” demektir.
Fâtiha’nın bu son iki âyetini şöyle de tercüme edebiliriz: “Bizi doğru yola, kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna ilet; gazaba uğratılmışların ve sapmışların yoluna değil.” Bu tercümeden de anlaşılabileceği gibi âyetin başındaki اِهْد ihdi emri ve dolayısıyla bu kökten gelen kelimeler, Kur’ân’da değişik anlamlara gelmektedir.[40] Bu detaya girmeden belirtmeliyiz ki, söz konusu kelime “göstermek” anlamına geldiği gibi, “iletmek, ulaştırmak” anlamına da gelmektedir.
a) Hidâyet, bir varlığın ne için yaratılmışsa o uğurda varlığını sürdürmesidir. Tâhâ 20/50 ve A‘lâ 87/3’te geçen “hidayet etmek” fiilleri, “yaratılmışların yaratılış gayelerine uygun halde programlanması” demektir. Her varlığın bir yaratılış gayesi vardır. Canlı-cansız çevremizde görebildiğimiz veya göremediğimiz, bildiğimiz ya da bilemediğimiz ne kadar varlık varsa hepsinin mutlak surette bir yaratılış amacı vardır. Pek çok âyette olduğu gibi, Dühân 44/38-39’da da bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: “Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Onları bir amaç uğruna yarattık; ancak insanların çoğu bu gerçeği bilmiyorlar.” Demek ki yaratılmışların elbette bir yaratılış amacı vardır. Her yaratık, büyük düzenin birer parçası olarak, varlıklar âleminde görev yapmaktadır. Bu varlıkları ve yaratılış gayelerini insanların bilmek istememesi, sonucu değiştirmez.
b) Hayatın ve ölümün var ediliş gayesi, insanın imtihan edilmesidir.[41] İnsanoğlu, abes olsun diye yaratılmamıştır[42] ve dünyada başıboş bırakılmadığı gibi âhirette de başıboşluğa terk edilmeyecektir.[43] Üstelik insanoğlu sadece “inandım” demekle de salıverilmeyecek; önceki milletler gibi olmasa da, çeşitli sınavlara mutlaka tâbi tutulacaktır.[44] İmanda, ahlâkta ve davranışlarda yanlış, bozuk, eksik ve çirkin olan her şey, yerini doğru, sağlam, tastamam ve iyi olana terk edinceye kadar bu değişim devam ettirilecektir.[45]
ıı. Önce Hidâyet İstenmelidir
a) Kur’ân’da hidayetin isteyene verileceği açıkça beyan edilmekte, bunun şansa bırakılacak veya tamamen ilâhî kadere terk edilecek herhangi bir yönünden de söz edilmemektedir. Yüce Allah isteyene hidayet verir; isteyeni de sapıklıkta terk eder.[46] Hz. Peygamber bile sevdiğine hidayet edemez; Allah isteyene hidayet verir.[47] Peygamberin (as) yapabileceği şey, Allah’ın yolunu göstermek ve ona davet etmektir.[48] İman edene[49] ve Hakk’a yönelen kişiye hidayet edilir.[50]Çünkü hidayet bir isteğin sonucudur.[51]
b) Fâtiha sûresinin 6. âyetinde Yüce Allah bize “Kendisinden hidayet istememizi ve bunun dua şeklini” öğretmektedir. Yûnus 10/25 ve benzer âyetlerde de dile getirildiği üzere, insanlar kendi iradeleriyle hidayet isteyecekler ki Yüce Allah da yaratsın. İsteyen insandır; ancak hidayeti verecek olan yine Yüce Allah’tır. Kehf 18/27, Teğâbün 64/1 ve İnsân 76/3 gibi âyetlerde insanın irade hürriyetine dikkat çekilmekte ve verdiği kararın sonucuna katlanması gerektiği beyan edilmektedir.
c) Yüce Allah’ın insan hayatına bir anlamda müdahalesi demek olan peygamberlik kurumu, ilk insan neslinden itibaren başlatılmış ve son ümmetin peygamberi olan Hz. Muhammed’in gönderilmesiyle tamamlanmıştır. Kur’ân’ın ifadesiyle “Allah’a ibadet edin, şeytandan kaçının” diye her ümmete mutlak surette bir peygamber gönderilmiş,[52] her kavmin bir hidayete çağırıcısı var edilmiş[53] ve her ümmetin bir peygamberinin olması sağlanmıştır.[54] İşte bu son ümmetin de peygamberi Hz. Muhammed, hidayet kitabı ise Kur’ân-ı Kerîm olarak belirlenmiştir.
d) Fâtiha’nın bu âyetlerinde yapmamız istenen dua, sırât-ı müstakîm denen dosdoğru yolla, yani Yüce Allah’ın nimetlendirdiği insanların yoluyla buluşturulmaktır. Hidayet isteyenin hidayetle buluşturulması, Yüce Allah’ın insan iradesine verdiği önemli bir ayrıcalıktır. Burada en önemli nokta, insanın bu isteğini kime veya hangi makama yönlendireceğidir. Bilinmelidir ki, asıl ve doğru rehberlik, Yüce Allah’tan gelendir.[55] Başkalarından hidayet beklemek sadece aldanmaktır. Fâtiha’nın bu âyetleri insanı bu anlamda bilinçlendirmekte, Allah’tan yapılacak en önemli isteğin hidayet olması gerektiğini onlara öğretmekte ve her namazın her rekâtında bunu insan bilinciyle de buluşturmaktadır.
5. Hidayeti, doğruyu, hakkı istemek elbette çok önemlidir; ama bundan daha da önemli olanı, hidayet üzere kalmak ve hidayette istikametten şaşmamaktır. Bakara 2/2’de Kur’ân’ın, muttakîler için bir rehber olduğundan söz edilmektedir. Muttakîler, “takva sahipleri, duyarlı insanlar, sorumluluğunu bilenler, donanımlı olanlar, sorumluluğu gereği günahtan ve azaptan korunmaya çalışanlar” olarak tanımlanabilir. Bu durumda “zaten muttakî olanların hidayete veya rehbere ne ihtiyacı vardır ki?” diye bir soru yöneltilebilir. Bunun cevabı, “insanın takva sahibi olarak kalmasını sağlamak” şeklinde verilmelidir.
Yüce Allah, “iman edenlerin ve doğru yolda olanların hidayetini artıracağını”[56] beyan ederek, hidayet üzere ve muttakî bile olsa, her insanın Kur’ân’ın rehberliğine muhtaç olduğunu beyan etmektedir. Dolayısıyla hiç kimse “ben yeterince olgunlaştım, benim herhangi bir şeye ihtiyacım yoktur” dememelidir. Çünkü Kur’ân’ın her hakikati, herkese yeni ufuklar kazandıracak şekilde bir içeriğe sahiptir. İnsanlar namaz kılarken de diğer zamanlarda da Kur’ân’dan bu anlamda yararlanmaya devam etmelidirler.
Hidayet konusundaki geniş açıklamlarımızı İnsân 76/3’te yapmaya çalışacağımız için burada kısabilgilerle yetinmek istiyoruz.
ııı. Sırât-ı Müstakîm Nedir?
Kur’ân’ın sırât-ı müstakîm dediği “dosdoğru yol”, sınırlarını ve içeriğini Yüce Allah’ın belirlediği Kur’ân’ın yoludur.[57] Bu yol hayatın hemen hemen bütün alanlarını içeren çeşitli emirler ve yasaklardan oluşur.[58] İnsanın daha huzurlu bir hayat yaşamasını ve dünyayı zindan etmemesini amaçlar.[59] Bir sonraki âyette de ifade edeceğimiz üzere “Sırât-ı müstakîm” denilen yola hidayet edilmenin sonucu mahşerde “peygamberlerle, sıddîklarla, hakka şahit olanlarla, özü, sözü ve davranışları bir olan sâlihler”le birlikte olmaktır. Bu anlamda Kur’ân, doğruya götüren yegâne yoldur; onun akvam oluşu, “en doğru oluşu”nu değil, “tek doğru oluşu”nu ifade eder.[60] Başka kaynakların doğru olup olmaması Kur’ân’a uygunluk şartına bağlıdır; Kur’ân’a uygun olan doğrudur; aykırı olan ise yanlıştır; Hz. Peygamber’in öğütlediği anlayış budur.

b) Sırât-ı Müstakîm – Nimet – Gazap – Sapıklık İlişkisi

Fâtiha’nın 6. âyetinde Yüce Allah’a yönelik niyazımız, “dosdoğru yol” demek olan sırât-ı müstakîme ulaştırılmamızdır. Acaba bu yol kimlerin yoludur? İşte bu sorunun cevabı ise sûrenin son âyetinde dile getirilmektedir.
ı. Dosdoğru Yol, Nimetlendirilenlerin Yoludur
صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْۙ “Nimet verdiklerinin yolunu (göster).” Âyetteki صِرَاطَ sırât kelimesi “yol”, اَنْعَمْتَ en‘amte fiili ise “nimet vermek, nimetlendirmek” demektir.
Bu son âyet, bir önceki âyetteki sırât-ı müstakîmin kimlerin yolu olduğunu açıklamaktadır. Nisâ’ 4/69’da da sayıldığı gibi Yüce Allah’ın nimet verdiği insanlar şu dört gruptur: en-Nebiyyûn “Peygamberler”, es-sıddîkûn “gerçeği onaylayanlar”, eş-şühedâ’ “hakka şahit olanlar” ve es-sâlihûn “inancıyla davranışı bir olanlar, yanlışları düzeltenler.” Aynı âyette Yüce Allah’ın belirttiğine göre bu dört grup insan “güzel arkadaşlar”dır. Bu ümmet içerisindekilerden, mahşerde azaptan kurtulmak isteyenler bu grupların son üçü arasında olmalı ve bu uğurda çalışmalıdırlar. İlk grup, yani peygamberlik kurumu, Hz. Muhammed ile sona erdiği için, dünyada yaşantı olarak geri kalan üçüne katılmak hedef olmalıdır. Bunu başarmanın sonu ise onlarla mahşerde arkadaş olmaktır.
Kur’ân Yüce Allah’ın bir nimetidir; ihsanıdır. Yüce Allah’ın nimet vermesi “sonuç”tur. “Sebep” hak etmektir. Nimet, hak edene verilir. Bu nimetle buluşmak isteyenler Kur’ân’a sarılmalı ve onun ilkeleriyle hayatı yaşamalıdırlar. Böylece Yüce Allah’ın ihsanıyla nimetlendirdikleri arasına girerler.
ıı. Gazaba Uğratılanlar ve Şaşkınlar Kimdir?
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّآلّ۪ينَ “Gazaba uğratılmışların ve sapmışların yolunu değil!” Âyetteki الْمَغْضُوبِ el-mağdûb kelimesi “gazaba uğratılmış olmak”, الضَّآلّ۪ينَ ed-dâllîn sözcüğü ise “şaşkınlıkta ve sapıklıkta kalanlar” demektir.
a) Nisâ’ 4/69’da sayılan dört grup, hakkı, istikameti ve doğruyu temsil etmektedir; geride kalan “gazaba uğratılmışlar ve sapıklıkta kalanlar” ise kaybeden herkesi içermektedir. Bunları sadece bazı Yahudi ve Hıristiyanlar olarak yorumlamak, âyetin evrensel mesajını daraltmaya neden olur. Kaldı ki Yüce Allah isim vermemekte; nitelikler üzerinde durup “şahısları” değil, onların “yolunu” sakıncalı olarak nitelendirmektedir. Zaten bu sûrenin indirildiği dönemde Mekke’de Hz. Peygamber’i rahatsız edenler arasında bunlar yoktu ki onlarla ilgili bilgiler gelmiş olsun.
b) الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ “Gazaba uğratılmışlar” ifadesi, ilk insan neslinden Kıyâmet sabahına kadar gelecek olan ve ilâhî gazabı hak eden herkestir; bunların içinde inkârcı Yahudiler de elbette vardır. الضَّآلّ۪ينَ “Sapıklıkta kalanlar” ifadesi de, benzer şekilde hakka karşı inanç şaşkınlığını tercih eden ve gerçeğin karşısına dikilenlerdir. Şaşmakla kalmayıp şaşırtmaya çalışan ve yoldan çıkmışlıkla nitelendirilen herkestir. Elbette bunların içinde bu özellikteki Hıristiyanlar da vardır. Benzer özelliklerin sahibi olan herkes bu hitabın muhatabıdır.
Kısa Sûrelerin Tefsiri, Mehmet Okuyan, 1. Cilt

[1]   Neml 27/30.
[2]   Hûd 11/41.
[3]   Bazı örnekler için bk. Ebû Abdirrahman Ahmed b. Şuayb en-Nesâî, es-Sünen, İstanbul, 1992, İftitâh, 25.
[4]   Ahmed b. Hanbel, II, 359.
[5]   Esed ve İslâmoğlu Besmele’yi bu şekilde tercümeyi tercih etmişlerdir.
[6]   Bakara 2/143.
[7]   En‘âm 6/54.
[8]   A‘râf 7/156.
[9]   Enbiyâ 21/107.
[10]             Ahzâb 33/43.
[11]             İslâmoğlu, age., s. 3’te 4. not.
[12]             Râzî, age., I, 233-234.
[13]             Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, sad. İsmail Karaçam, Emin Işık, Nusrettin Bolelli, Abdullah Yücel, İstanbul, 1992, I, 51.
[14]             Mü’minûn 23/13; Mürselât 77/21.
[15]             Hamd hakkında geniş açıklamalar için bk. Râzî, age., I, 218-222.
[16]    Tirmizî, Birr, 35; Ahmed b. Hanbel, II, 258; III, 32.
[17]    Kasas 28/70.
[18]    Rûm 30/18.
[19]    Câsiye 45/36.
[20]    Yûnus 10/10.
[21]             Yûnus 10/10.
[22]             Âl-i İmrân 3/80.
[23]             Yûsuf 12/42.
[24]             Âl-i İmrân 3/79, 146; Mâide 5/44, 63.
[25]             Nisâ’ 4/23.
[26]             Bu kelimenin geniş izahı için bk. Mehmet Okuyan, Kur’ân’da Vucûh ve Nezâir, Samsun, 2007, s. 440-441.
[27]             Furkaan 25/1.
[28]             Bakara 2/47; Sâffât 37/79.
[29]             Âl-i İmrân 3/42.
[30]             Hıcr 15/70.
[31]             Bu kelimenin geniş izahı için bk. Okuyan, Vucûh ve Nezâir, s. 64.
[32]             İnfitâr 82/17-19.
[33]             Âhirette yaşanacak bu yedi aşama hakkında geniş bilgi için bk. Okuyan, Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Kabir Azabı Var Mı?, İstanbul, 2007, 4. bölüm.
[34]             Mâide 5/109; A‘râf 7/6; Sebe’ 34/40-41.
[35]             Lokmân 31/12.
[36]             Zâriyât 51/56.
[37]             Bakara 2/153, 45.
[38]             İslâmoğlu, age., s. 19.
[39]             İslâmoğlu, age., s. 3’te 7. not.
[40]             H-d-y kökünden kelimelerin anlamları için bk. Okuyan, Vucûh ve Nezâir, s. 271-277.
[41]             Mülk 67/2.
[42]             Mü’minûn 23/115.
[43]             Kıyâmet 75/36.
[44]             ‘Ankebût 29/2-3.
[45]             Âl-i İmrân 3/179.
[46]             İbrâhim 14/4.
[47]             Bakara 2/272; Kasas 28/56.
[48]             Şûrâ 42/52-53.
[49]             Teğâbün 64/11.
[50]             Ra‘d 13/27.
[51]             Hacc 22/16.
[52]             Nahl 16/36.
[53]             Ra‘d 13/7.
[54]             Yûnus 10/47.
[55]             Bakara 2/120; Âl-i İmrân 3/73; En‘âm 6/71.
[56]             Kehf 18/13; Meryem 19/76; Muhammed 47/17.
[57]             Âl-i İmrân 3/101; Mâide 5/3; Zümer 39/3; Şûrâ 42/52-53; Zuhruf 43/43.
[58]             En‘âm 6/151-153, 161-162.
[59]             Tâhâ 20/2.
[60]             İsrâ 17/9.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder