Mehmet OKUYAN
1-5. ÂYETLER:
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ ﴿1﴾ اَلَّذ۪ي خَلَقَ فَسَوّٰىۙۖ﴿2﴾ وَالَّذ۪ي قَدَّرَ فَهَدٰىۙۖ﴿3 ﴾
وَالَّذ۪يٓ اَخْرَجَ الْمَرْعٰىۙۖ﴿4﴾ فَجَعَلَهُ غُثَآءً اَحْوٰىۜ ﴿5﴾
“1-5. Yaratıp düzene koyan, takdir edip takdire uygun imkânlar sunan, (topraktan) otlak çıkaran, sonra da onu kapkara kuru ota çeviren Yüce Rabbinin adını tesbih et.”
A‘lâ sûresinin bu ilk âyet grubunda Yüce Allah, O’nu tesbih etmemiz gerektiğini ifade ettikten sonra, kendi sıfatlarından bir grubu bizlere sunmaktadır. Bütün yaratıklar anlamında kâinattaki sistem hakkında ayrıntılı bilgilerin yer aldığı bu bölüm, Yüce Allah’ı tanıma noktasında çok faydalı bilgiler içermektedir.
a) Tesbîhin Önemi
Sûrenin ilk âyeti, tesbihin gerekliliği ve Yüce Allah’ın erişilmez yüceliğinin ifade edildiği bir mesaj vermekte, bir anlamda kulluk bilincinin vazgeçilmezi olarak tesbih ibadetinin önemine vurgu yapılmış olmaktadır.
سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ “Yüce Rabbinin adını tesbih et.” Âyetteki سَبِّحِ sebbıh emri “tesbih etmek”, اسْمَ رَبِّكَ isme rabbik tamlaması “Rabbinin adı”, الْاَعْلٰىۙ el-a‘lâ kelimesi ise “yüce, en büyük” demektir.
Bu âyette Yüce Allah öncelikle Hz. Peygamber’e, ardından bütün insanlara, O’nun adını tesbih etmelerini emretmektedir.
ı. Tesbihin Anlamı
Tesbîh, -insan için- hatırda tutulan şeyin dile getirilmesidir. Zihnin Yüce Allah’ı yüceltmesi ve peşinden kendisinin de yücelmesidir. Tesbih, kozmik ilâhiye katılım çağrısıdır. Tesbîh Allah için, O’nun adına hareket etmek demektir.[1] Tesbîhin Allah adına hareket etmek anlamı, özellikle bu sûrenin 2 ve 3. âyetlerinin mesajıyla gayet uyumludur. Orada da ifade edeceğimiz üzere, varlıklar ne için yaratılmışsa ona uygun programlanmışlardır. İnsan da Allah’a kulluk için yaratıldığına göre, bu amacı gerçekleştirmek için yaşamalıdır; âyetteki tesbîh emrinin bir amacı da budur.
Pek çok âyette belirtildiği üzere, bütün varlıklar Yüce Allah’ı kendi halleriyle tesbih etmektedir.[2] Diğer varlıkların tesbihinde bilinç ve kelime tekrarı şart olmadığı için, bunların tesbîhini insanlar anlayamamaktadır. Zikirde ise özellikle bilinç şarttır. Bu durumda tesbih, kâinattaki iradesiz koroya iradeyle katılmak ve onlardan ayrı düşmemek demektir. Bu koroyu terk edenleri ise derin bir terk ediliş beklemektedir.[3] Yüce Allah’ın adını tesbih etmek demek, O’nun farkına varmak ve O’nun istediği gibi yaşamak demektir. İradeli tesbîh, diğerlerine göre çok daha anlamlı ve etkilidir; çünkü bu tesbihle adeta hayat programlanmaktadır.
ıı. el-A‘lâ Kelimesinin Âyetteki Konumu ve Anlamı
الْاَعْلٰىۙ el-a‘lâ kelimesi, âyetteki ism kelimesini nitelendiriyorsa “en yüce” anlamına gelir. Çünkü İsrâ 17/110’da Yüce Allah’ın Allâh ve Rahmân kelimeleriyle anılmasını emreden hitap vardır. Fâtiha’da iki âyette iki defa Rahmân ve Rahîm kelimeleri geçmekte, böylece bütün besmelelerde bu iki sıfat tekrarlanmış olmaktadır. Demek ki, isimlerin birbirine göre farklılık arz edebilme durumu vardır. Ancak yine A‘râf 7/180 ve İsrâ 17/110’a göre, bütün güzel isimler sadece Allah’a aittir; O’na bu isimlerle dua edilmelidir. Bu nedenle isimlerin güzeli veya en güzelinin bulunması doğaldır.
الْاَعْلٰىۙ el-a‘lâ kelimesi, eğer âyetteki rabb kelimesini nitelendiriyorsa, bu durumda kelime “yüce” anlamına gelir. Râzî’nin de belirttiği gibi ism-i tafdîl, yani “görecelilik” kalıbı Yüce Allah için “en büyük, daha büyük” gibi anlaşılmamalıdır. Çünkü bu durumda sanki başka büyükler de varmış gibi algılanabilir. Bu sakınca nedeniyle, Yüce Allah için bu ifadeleri “gerçek ve tek” şeklinde anlamak daha isabetlidir. Allâhü ekber tamlaması “Allah en büyüktür” şeklinde değil de, “Allah gerçek ve tek büyüktür” şeklinde tercüme edilse, bu daha doğru olur.
Âyetteki الْاَعْلٰىۙ el-a‘lâ kelimesi, en yakınındaki kelime rabb olduğu için, öncelikle onu nitelendirmek durumundadır. Bu nedenle biz de tercümeyi bu şekilde yaptık.
ııı. Tesbih – Namaz İlişkisi
Bu âyetin duaya çevrilen formunda dile getirilen سبحان ربي الأعلي sübhâne rabbiye’l-a‘lâ veya سبحان ربي العظيم sübhâne rabbiye’l-azîm şeklindeki ifadelerde ism kelimesi yoktur; hem الأعلي el-a‘lâ, hem de العظيم el-‘azîm kelimeleri doğrudan rabbkelimesinin sıfatı olarak kullanılmışlardır. Bu kullanımlar da haklılığımızın bir delilidir.
Sûrenin bu ilk âyetini okuyunca, Hz. Peygamber’in سبحان ربي الأعلي sübhâne rabbiye’l-a‘lâ “Ey Yüce Rabbim, seni her türlü eksiklikten tenzih ederim” dediği rivayetlerde yer almaktadır.[4] Aynısını söylemek bizim de görevimizdir.
Bu âyet indirildiğinde Hz. Peygamber’in, “bunu secdelerinizde yapın” buyurduğu, ayrıca “Yüce Rabbinin adını tesbih et” şeklindeki Vâkı‘a 56/74, 96 ve Hâkka 69/52. âyetler indirildiğinde ise “bunu da rukûlarınızda yapın” diye emir buyurduğuna dair rivayetler bulunmaktadır.[5] Bu rivayetler çok önemli bir hususa açıklık getirmektedir. Demek ki, rukûda سبحان ربي العظيم sübhâne rabbiye’l-‘azîm, secdede iseسبحان ربي الأعلي sübhâne rabbiye’l-a‘lâ şeklinde tesbih yapmak “nâfile” değil, bir görevdir. Yüce Allah tesbihi emretmiş, Hz. Peygamber de bu emrin uygulanma yerini ve şeklini göstermiştir.
Yüce Allah’ın emri ile Hz. Peygamber’in bu emri uygulama biçimine nâfile veya sünnet denmesi doğru olmasa gerektir. Rukû ve secdeler namazın olmazsa olmazları olduğuna göre, bu rükünlerde tesbih yapmak da aynı değerde bir öneme sahiptir. Hz. Peygamber namazın nasıl kılınacağını öğretirken namazla ilgili âyetlerin nerelerde ve nasıl okunacağını da bize göstermiştir. Demek ki, namazlarda sadece hareketler değil, aynı zamanda kıraat ve tesbihler de zorunludur. Namaz, bir dua ve tesbih eylemidir. Bu isme uygun olarak, dua ve tesbîh içerikli âyetleri okumak, namazın ismine ve ruhuna uygun bir bilinçli okuma biçimidir.
b) Yüce Allah’ın Yaratmasının ve Hidâyetin Anlamı
ı. Yüce Allah Yaratan ve Şekil Verendir
اَلَّذ۪ي خَلَقَ فَسَوّٰىۙ “O, yaratan ve düzene koyandır.” Âyetteki خَلَقَ haleka fiili “yaratmak”, سَوّٰىۙ sevvâ fiili ise “düzenlemek” demektir.
Bu âyette Yüce Allah’ın daima yaratıcılığı ve yarattığı her şeyi düzene koymakta olduğu beyan edilmektedir.
- a) اَلَّذ۪ي خَلَقَ ellezî haleka ifadesi, aslında خالق hâlık Yaratıcı olmak O’nun ayrılmaz bir niteliği olduğu için yaratılanların neler olduğunun âyette açıklanmamış olması, maksadın bütün yaratıklar olduğunu ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda اَلَّذ۪ي خَلَقَ ellezî haleka “yaratan” ifadesi, bir anlamda خالق كل شيء hâliku külli şey’ “her şeyin yaratıcısı” demektir.
Halk/haleka fiilinin Kur’ân’daki kullanımlarına bakıldığında, bunun “yoktan var etmek”ten ziyade “var olandan başka bir şeyi var etmek” anlamında kullanıldığı görülmektedir. Kur’ân’da insanın yaratılış objesinden söz edildiği gibi, başka varlıkların da nereden yaratıldığı noktasında bazı bilgilendirmeler görmekteyiz. Durum böyle olsa da, bütün varlıkların yoktan var edicisi Yüce Allah’tır; bunda hiçbir şüphe yoktur. Yoktan var etmede fetara, bede‘a gibi farklı fiiller kullanılmaktadır.
- b) سَوّٰى sevvâ fiili, “tesviye etmek” anlamında yaratılan her şeyin düzgün bir şekle sokulup bir düzene sahip kılındığını ve rastgelelikten uzak tutulduğunu ortaya koymaktadır. Buradaki sevvâ fiilinin başına fâ edatı getirilmesinin anlamı yaratmanın hemen peşinden, hatta yaratma esnasında düzenlemenin de yapıldığını göstermektir. Varlıkların birer yaratılış gayesi olduğu için, yaratılışın da o gayeyi gerçekleştirecek şekilde düzenlenmesi gerekiyordu. İşte âyetteki sevvâ fiili, bir anlamda bu amaç doğrultusunda varlıkların şekil düzgünlüğüne sahip bir yapıda yaratılması anlamına gelmektedir.
Kehf 18/37’de insanın topraktan ve zigottan yaratılışının peşinden, onun insan şeklinde tesviyesi, yani düzenlenmesi zikredilmektedir. Sevvâ fiili, İnfitâr 82/7’de A‘lâ sûresindekine uygun olarak “yaratma”nın peşinden getirilmektedir. Bu fiil insan ile ilgili ise, anlamı “hücrenin insan şekline sokulması” demek olur. Bu durumda Şems 91/7 ve Tîn 95/4’teki gibi en güzel şekilde yaratılmış olmayı ifade eder. Ancak, A‘lâ sûresindeki sevvâ fiilinin sadece insanı değil, bütün yaratılmışları ilgilendirdiğini düşündüğümüz için, izahı insanla sınırlı tutmadık.
ıı. Takdir Eden ve Programlayan da O’dur
وَالَّذ۪ي قَدَّرَ فَهَدٰىۙ “Takdir edip takdire uygun imkânlar sunan da O’dur.” Âyettekiقَدَّرَ kaddera fiili “takdîr etmek”, هَدٰى hedâ fiili ise “hidayet etmek” demektir.
Bu cümlenin başındaki وَالَّذ۪ي vellezî edatı, söz konusu sıfatlara Yüce Allah’ın devamlı sahip olduğunu göstermektedir. Tıpkı bir önceki âyette olduğu gibi, burada da takdir ve hidayet sisteminin olup bittiği değil, olmaya devam ettiği mesajı verilmektedir.
- a) Âyetteki قَدَّرَ kaddera fiili, “takdir etmek” anlamına gelmektedir. Yüce Allah her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır. Mülk 67/3-4’te belirtildiği üzere, Yüce Allah’ın yaratmasında herhangi bir düzensizlik veya uygunsuzluk yoktur. ‘Abese 80/19’da insanın ana rahmi yolundaki zigot halinden sonra, onun bir ölçüye göre takdir edilip şekillendirildiği belirtilmektedir. Talâk 65/3’te Yüce Allah her şey için bir ölçü koyduğunu beyan etmektedir. Ayrıca Kamer 54/49’da geçtiği gibi, her şeyin bir kadere göre, yani bir ölçü ve bir sisteme sahip olarak yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Hıcr 15/21’de belirtildiği üzere, bulutlardan yağmurun indirilişindeki ölçülülükten, kâinattaki bütün varlıkların düzen ve ölçüye sahip kılınmışlığına kadar bütünüyle mahlûkat aynı ölçünün sonucu olarak varlık âlemine getirilmişlerdir. Bundan sonra getirilecek olanlar da aynı ölçüye tâbi olacaklar ve rastgelelikten uzak tutulacaklardır.
Ölçülü yaratılmış olmak aynı zamanda boşuna yaratılmamışlığı[6] ve abes olmamayı[7] da beraberinde getirir. Bu iki husus, yaratılışta bir oyun ve eğlencenin amaçlanmadığını göstermektedir.[8] Boşuna yaratılmamışlık ise haliyle anlamlı olmayı gerekli kılmaktadır.[9] Bütün bunlar zincirleme olarak birbirine bağlanmış hakikatlerdir. Takdîr etmek ifadesi, “kaderle buluşturulmak, ölçüye sahip kılınmak ve başıboşluktan uzak tutulmak” anlamına da gelmektedir. Dolayısıyla A‘lâ 3’teki takdiri, Yüce Allah’ın kâinata koyduğu bir “yaratma amacı”nın habercisi olarak kabul etmek durumundayız.
- b) Âyetteki هَدٰى hedâ fiili ise, genellikle “hidayet etmek” şeklinde “doğru yola ulaştırılmak” olarak anlaşılmıştır. Bir önceki âyette geçen sevvâ fiili, insanla ilişkili kabul edilince, buradaki hedâ fiiline de bu anlam verilebilir. Ancak biz bu âyetlerdeki fiilleri Yüce Allah’ın birer sıfatı olarak kabul ettiğimiz ve bütün varlıkları içerdiğini benimsediğimiz için, maksadın insanla sınırlı tutulmaması gerektiğini düşünmekteyiz.
Buradaki hidâyet, “varlıkların yaratılış amacına uygun bir şekilde programlanması” demektir. “Tesviye”nin bir adım ilerisi olarak düşünülürse hidâyet, “her varlığın hangi şey için yaratılmışsa ona yönlendirilmesi” olarak algılanmalıdır. Rüzgârın hidayeti, esmesi veya bulut yoğurması vs.dir; suyun ve yağmurun hidayeti, akması, yağması vs.dir; güneşinki ışık ve ısı vermesidir; ayınki güneş etrafında onu takip etmesi ve insanların hesaplarına öncülüğü vs’dir. Toprağın hidayeti, içindekileri örtmesi, bitki bitirmesi vs’dir; hayvanın hidâyeti otlaması ve insanın hizmetine sunulmasıdır; insanınki ise adına “fıtrat” denen ilâhî programa uygun olarak tevhid dairesinde Allah’a kul olmasıdır.
Şu husus bilinmelidir ki, bütün yaratılmışların mutlak surette bir yaratılış amacı vardır; işte Kur’ân, bu amaca “onların hidayeti” demektedir. Hz. Mûsâ ve Hz. Hârûn’a Firavun’un sorduğu; “Sizin Rabbiniz kimmiş?” sorusuna, Hz. Mûsâ şu cevabı vermiştir: “Bizim Rabbimiz her şeye yaratılışını veren ve onu yaratılış amacına uygun yönlendirendir.”[10] İşte buradaki hidâyet kelimesi, tüm varlıkları çepeçevre kuşatan ve hepsinin bir yaratılış amacının bulunduğunu ortaya koyan bir anlamdadır.
Yüce Allah’ın yaratmasında herhangi bir uygunsuzluk, boşunalık, oyun, eğlence ve abes olmadığı gibi, kesinlikle bir amaçsızlık da yoktur. İlâhî sistem anlam ve amaç üstüne programlanmıştır. İşte hidayet etmek “yaratılış hedefini göstermek” demektir.
ııı. Otlaklar ve Farklı Yapılandırmalar da O’na Aittir
وَالَّذ۪يٓ اَخْرَجَ الْمَرْعٰىۙ فَجَعَلَهُ غُثَآءً اَحْوٰىۜ “(Topraktan) otlak çıkaran, sonra da onu kapkara kuru ota çeviren O’dur.” Âyetteki اَخْرَجَ ahrace fiili “çıkartmak”, الْمَرْعٰىۙ el-mer‘â kelmesi “mera, çayır, otlak”, غُثَآءً اَحْوٰىۜ ğüsâen ahvâ tamlaması ise “kapkara, kuru ot” demektir.
Âyette, Yüce Allah’ın erişilmez kudretinin ve değişik varlıkları değişik amaçlar için yarattığının bir örneği olarak toprak ve otlaklar hatırlatılmaktadır.
- a) Buradaki الْمَرْعٰى el-mer‘â kelimesi, aslında “otlak” anlamına gelmesine rağmen, bunun “bitkileri ve meyveleri” ifade ettiği de söylenmiştir.
Kur’ân’ın Mekkî sûrelerinde ele alınan ana konulardan biri, “âhirete iman”dır; çünkü Mekke müşriklerinin büyük bir bölümü, mahşerde diriltilmeye inanmıyordu. Bu nedenle sûrelerde özellikle bu mesajın verilmekte olduğunu hatırdan çıkartmamak durumundayız. Bu amaç doğrultusunda âyette kullanılanاَخْرَجَ ahrace fiili ile öncelikle ölü toprağın diriltilip ondan otların çıkartılması ifade edilmekte, böylece ölüden diri çıkartılması mucizesine dikkat çekilmektedir.
- b) غُثَآءً اَحْوٰىۜ ğusâen ahvâ tamlaması ise, otların sonuçta kara ve kuru bir hale gelmesini, yani bir anlamda çer-çöp olmasını anlatmaktadır. Otlar ve onların çer-çöp oluşu hakkında bazı değişik kanaatler ileri sürülerek, tabiatta yaşanan birtakım hakikatlerin hatırlatıldığı beyan edilmektedir. Hatta Elmalılı merhum, siyah hale gelen organik madde olan otlardan maksadın, çok uzun süre sonra onların “taşkömürü”ne dönüşmesi olduğunu belirtmektedir.[11]
Öldükten sonra diriltilmeye dair ilk âyette böyle bir işaret verildikten sonra, bu defa ikinci âyette bitkilerin kapkara-kupkuru bir hale gelmesi de başka bir gerçeğe işaret etmektedir. O da şudur: Elmalılı’nın dile getirdiği “taşkömürü” yorumundan hareketle diyebiliriz ki, ölü topraktan diri otlar çıkartan Yüce Allah, çer-çöp haline getirdiği ve işe yaramaz sanılan bu maddeleri, asırlar sonra tekrar kullanıma sunacaktır. Böylece kâinatta yeniden var ediliş sürerken, öldükten sonra tekrar diriltilmeye inanmamak nasıl izah edilebilir ki?
Yüce Allah, kâinata bir takdir ve hidayet yasası koymuş, hatta tabiatın en alt mertebesi olan ve çürüyüp gitmesi mukadder olan bitkileri dahi bu yasaya dâhil etmiştir. Böyle olunca, âyetlerden şu sonucu çıkartabiliriz: Ey insan; Allah seni nasıl bu yasanın dışında tutar? Çöle dönen kalpler, vahiy yağmuruyla göle döner.[12]
Evet, işte tam da bu ifadelerde olduğu gibi, hak yolda diriltilemez sanılan insanlardan ümit kesmemek gerekir. Bir gün onların da hak yolu bulmak anlamında diriltilebileceklerine inanmak, bu âyetlerin bize verdiği ölümsüz mesajlar arasında yer almaktadır. Kur’ân, susuz çöllerin suyu gibi, inançsız gönüllerin şifasıdır, hayat suyudur. Önemli olan, ondan kana kana içilecek yolların açılmasını sağlamaktır; geri kalan iş, Yüce Allah’ın iradesini ve kararının tecellisini beklemektir. Biz görevimizi yapmakla yükümlüyüz; sonucu yaratacak olan Yüce Allah’tır.
6-8. ÂYETLER:
سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ ﴿6﴾ اِلَّا مَا شَآءَ اللّٰهُۜ اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفٰىۜ ﴿7﴾
وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرٰىۚ ﴿8﴾
“6-7. Sana (Kur’ân’ı) Biz okutacağız. Allah’ın dilediği hariç unutmayacaksın. Şüphesiz ki Allah, açığı ve gizleneni bilir. 8.(Böylece) seni en kolaya muvaffak kılacağız.”
Sûrenin ilk âyetindeki tesbîh emri ile her varlığın hidayetinin bulunduğu şeklindeki hatırlatmanın peşinden, şimdi de insan için hidayetin asıl kaynağına dikkat çekilmekte, açık ve gizli bütün varlıkların her türlü bilgisinin Yüce Allah’a ait olduğu beyan edilerek, moral verici bir mesaja yer verilmektedir.
- a) Okutmanın ve Unutmamanın Anlamı
Yüce Allah, tesbihin gerekliliğini ve yaratıklara yönelik yüceliğini beyan ettikten sonra, bu defa konuyu bir başka kudret alanına getirmektedir. İnsanın, peygamber bile olsa Allah’ın iradesini hesaba katmadan kendi aklını ve zekâsını yeterli görmemesi gerektiğini beyan etmektedir.
ı. Okutan da Unutturan da Yüce Allah’tır
سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ “Sana (Kur’ân’ı) Biz okutacağız ve sen unutmayacaksın.” Âyetteki نُقْرِئُ nukriü fiili “okutmak”, لَا تَنْسٰىۙ lâ tensâ fiili ise “unutmamak” demektir.
Vahyin gelmeye başladığı daha ilk dönemlerde, Hz. Peygamber’de vahyin korunabilmesi konusunda bazı tereddütler bulunması muhtemeldir.
- a) Yazı kültürünün gelişmiş olmadığı ve malzemenin çok yaygın bir halde bulunmadığı, dahası kurumsal anlamda vahiy kâtipliğinin henüz şekillenmediği bir ortamda Hz. Peygamber’in vahyi unutma endişesi duyması gayet doğaldı. Elbette Hz. Peygamber’in önderliğinde Kur’ân metinleri bazı kişilere yazdırılıyordu; ancak yaşanan sıkıntılı ortam, bu işlemin tek başına yeterli olmayabileceği endişesini de beraberinde getiriyordu.
- A‘lâ sûresinin, indiriliş sırasına göre sekizinci sûre olduğu dikkate alındığında, bu âyetin mesajı daha kolay anlaşılabilecektir. Bu sûreye kadar vahyedilenlerin bir bölümü bütün sûre olarak değil, sûrenin bazı parçaları olarak gelmişti. Dolayısıyla, daha işin başı sayılabilecek bir dönemde böyle bir motivasyonun sağlanması son derece anlamlıdır. Dahası bu bilgilendirme, anlaşılabilir bir ihtiyacı karşılamaya yönelikti. İşte böylece bu anlamda, Hz. Peygamber moral bakımından desteklenmekte ve endişeye gerek olmadığı kendisine bildirilmektedir. Unutma korkusuyla sürekli tekrarlamaya çalışması, hatta bazen vahiy tamamlanmadan önce aceleyle okuması konusunda uyarılması,[13] onun bu endişesini açıkça ortaya koymaktadır. Yorumunu yaptığımız A‘lâ 6. âyetin de benzer bir olay üzerine indirildiği kaynaklarda yer almaktadır.[14]
- Okutma işleminde kastedilenin, her yıl özellikle Ramazan ayında tekrarlanan “arz” olayı olması da mümkündür. Bilindiği üzere her yıl gelen bütün vahiyleri Hz. Peygamber Cebrail (as)’a okuyor, arz ediyor, o da kontrol ediyordu. Bu işleme “arz” veya “arza” denmekteydi. Hatta bu işlem son yıl iki kez tekrarlanınca, bazı sahâbîlerin artık Hz. Peygamber’in vefatının yakın olduğunu anladıkları, özellikle kızı Hz. Fatma’nın endişelendiği ve Hz. Peygamber’in de onu teselli ettiği rivayet edilmektedir.[15]
- Âyette yer alan سَنُقْرِئُكَ senukriüke fiili, “sana okutacağız” anlamıyla, Hz. Peygamber’in de yakında okuyabileceği bir ilâhî metnin, kendisine tam olarak verileceğini ve ona bunun öğretileceğini ifade etmektedir. ‘Ankebût 29/48’e göre, Hz. Peygamber, Kur’ân vahyinden önce herhangi bir ilâhî kitap veya kutsal metin okumamıştı; dolayısıyla, aktardığı vahiyleri okumadığı bir kitaptan kopya edip kendi eliyle yazacak hali de yoktu. Zaten aksi bir durum olsaydı, hakkı iptale şartlananlar daha fazla kuşkuya düşerlerdi. Durum Hz. Peygamber’in başka bir kutsal metin okumamış olmasıyla ilişkilidir; nitekim Şûrâ 42/52’de onun el-kitâb anlamında belirli bir ilâhî metni ve el-imân anlamında kurumsal imanı bilmediği açıkça belirtilmektedir. Mesele böyle olduğu için, Allah ona katından bir rûh, yani Kur’ân’ı vahyetmiştir.
Kasas 28/86’da açıkça ifade edildiğine göre, Hz. Peygamber kendisine böyle bir kitabın verileceğini zaten beklemiyordu. Bu nedenle “acaba bana verilecek olanla öncekilerin ilişkisi nasıldı?” şeklinde bir soru sorup cevabını beklemesi anlamsızdı. Böyle bir merak sahibi olmayan Hz. Peygamber, vahiy ile buluşturulunca, onun da okuyacağı bir metinle buluşturulmaya devam edeceği kendisine haber verilmiş olmaktadır.
- سَنُقْرِئُكَ senukriüke fiiline “sana okutacağız” anlamının yanında, “seni okutacağız” anlamını vermek de mümkündür. Bu durumda maksat, Hz. Peygamber’in yeni başladığı risâlet görevinde sahipsiz ve bilgisiz bırakılmayacağını ona bildirmek olabilir. Hatta zaman zaman kısa süreli de olsa vahyin kesilme olayları yaşandığı için, moralinin yüksek tutulması da söz konusu edilebilir. Benzer bir durum Duhâ 93/4’te dile getirilmekte, Yüce Allah’ın Hz. Peygamber’i terk etmediği ve ona darılmadığı beyan edilmektedir.
- b) فَلَا تَنْسٰىۙ “Unutmayacaksın.” Bu ifade, “seni okutacağız” anlamındaki fiilin sonucu olarak, artık Hz. Peygamber’in unutmayacağını ortaya koymaktadır. Unutma endişesinin yersiz olduğu ve risâlet döneminin başından beri ilâhî korumaya alındığı mesajı verilerek morali yüksek tutulmuş, böylece ümitsizlik ve çaresizlik psikolojisinden uzaklaştırılmıştır.
- c) تَنْسٰىۙ tensâ fiilinin başındaki لَا lâ edatının nefy, yani “olumsuzluk” değil, nehy yani “yasak” anlamında olduğu da belirtilmektedir. Buna göre, تَنْسٰىۙ tensâ fiilinin sonunda yâ şeklinde yazılan elif harfi de -Ahzâb 33/66-67’nin sonunda olduğu gibi- sûrenin bütün âyet sonlarıyla uyum sağlansın diye getirildiği anlaşılmış olur. فَلَا تَنْسٰىۙ felâ tensâ şeklinde yazılan bu ifade, bu durumdaفَلَا تَنْس felâ tense şeklinde bir yasak içerir ve anlamı da “sakın unutma, görevini yap; aksi takdirde unutursun” şeklini alır.[16]
Pek itibar görmeyen bu görüş, esasında çok da yanlış sayılmaz; çünkü insanın bir konuda uyarılmadan o konuda korku yaşaması gerekmez. Yüce Allah ona vahyi okutacağını, onu bellemesini sağlayacağını belirttikten sonra, artık görevin Hz. Peygamber’e geçtiği ve sorumluluğun da ona ait olacağı beyan edilmiş olabilir.
Vahyi aldıktan sonra unutmamak için çalışan, çeşitli önlemler almaya başlayan Hz. Peygamber’e yine de kendine tamamen güvenmemesi ve devamlı olarak Yüce Allah’ın yardımına sığınmasının gerekli olduğu hatırlatılırcasına, bu defa şu ifadeler gelmektedir:
ıı. Yüce Allah Dilerse İnsan Unutur
اِلَّا مَا شَآءَ اللّٰهُ “Allah’ın dilediği hariç (unutmayacaksın).” Âyetteki شَآءَ şâe fiili dilemek, istemek” demektir.
- a) Burada yer alan “Allah’ın dilemesi” meselesi hakkında çeşitli açıklamalar yapmamız gerekmektedir.
- Yedinci âyetin ilk cümlesi bir istisna içermektedir. “Allah’ın dilediği hariç” ifadesi, son yorumumuzun devamı olarak şöyle anlaşılabilir: “Sen, sana okutulanı tekrarla ve unutmamaya çalış; ancak her şeye rağmen, yine de kendine çok güvenme; çünkü Allah unutmanı dilerse sen de unutursun.” Nitekim rivayetlerde nakledildiğine göre, bir namazda Hz. Peygamber âyetin bir bölümünü unutmuş, Übeyy unutulan kısmın neshedildiğini, yani kaldırıldığını sanarak konuyu Hz. Peygamber’e sorunca Nebî (as): “Onu unuttum” cevabını vermiştir.[17]
- Görüldüğü gibi, burada aktarılan unutma işi çok kısa süreli, hatta anlık bir unutmadır. İddia edildiği gibi, bu tür rivayetler vahyedilen bir âyetin sonradan tamamen unutturulduğunun bir delili olarak kullanılmamalıdır. Aksi bir anlayış söz konusu olsaydı, bu durum Kur’ân’ın Yüce Allah tarafından koruma garantisine alındığı gerçeğine aykırı olur,[18] sonuçta mevcut metnin güvenilir ve tam oluşu keyfiyeti derin ve onulmaz bir yara alırdı.
- Kanaatimizce, âyette hatırlatılan husus şudur: Yüce Allah, Hz. Peygamber’e vahyi okutma ve kavratma işlemini gerçekleştireceğini beyan etmiş, ondan da bunu unutmaması için çaba sarf etmesini istemişti. Elbette çaba ortaya konulacaktı ve pratikte çeşitli meşguliyetlerde vahyi unutmama gayretlerinin olumlu sonuçlar verdiği görülmekteydi.
Bunlara bakarak kendi hafızasına sınırsız bir güven oluşur ve alınması gereken tedbirlerde gevşeklik yaşanır diye, bu defa Hz. Peygamber’e şu nokta hatırlatılmıştır: Her şeyi bilen ve bilgisi sınırsız olup bilgi sahibi olmak için herhangi bir araca ihtiyaç hissetmeyen varlık sadece Yüce Allah’tır. O dilerse insanlar bazı şeyleri unutur. Nitekim Hz. Peygamber’in namazda unuttuğu âyet örneği bunun açık delili durumundadır.
- Bu âyetteki istisna, Yüce Allah’ı hesaba katarak ve O’nu unutmayarak hayatı yaşamayı öğretme amaçlı olabilir. Tıpkı Kehf 18/23-24’te olduğu gibi, ileride yapılacak bir iş için kişinin inşâallâh demeden karar vermemesi, kendi zihnine ve hafızasına sınırsız bir şekilde güvenmemesi de öğretiliyor olabilir. Ayrıca Kalem 68/17-32’de inşâallah dememenin, bütün ürünlerin kaybına neden olduğu açıklıkla ortaya konulmakta, bu bilgiler ışığında muhatapların daha dikkatli davranmaları gerektiği kendilerine hatırlatılmaktadır. Hatayı yaptıktan sonra çözmeye çalışmaktansa, hata yapmamayı öğretmek ve önlem alarak yaşamaya çalışmak elbette daha doğru bir yöntemdir.
- Bu âyette geçen istisnanın, gerçekleşmediği görüşü de dile getirilmektedir. Yani her istisna edilen şey veya uyarılan konu ya da şarta bağlanan bir mesele, mutlaka gerçekleşmek zorunda değildir. Meselâ İsrâ 17/86’da geçtiği üzere “Dilersek sana vahyettiklerimizi gideririz” cümlesi sadece bir uyarıdır; bu uyarının ilgili olduğu konu elbette gerçekleşmemiştir.
Zümer 39/65’te yer alan “Şirk koşarsan amelin boşa gider ve sen de ziyana uğrayanlardan olursun” ifadesinin muhtevası da elbette gerçekleşmemiştir. Hz. Peygamber -hâşâ- şirk koşmamıştır; ameli de boşa gitmemiştir.
Benzer bir başka uyarı ise En‘âm 6/116’da dile getirilmekte ve “Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar” denilerek, Hz. Peygamber ve dolayısıyla bütün ümmet uyarılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, bu uyarılar sorun çıkmasını önlemek için yapılmaktadır.
- b) Neshten[19] söz eden Bakara 2/106’da “Bir âyeti nesheder veya unutturursak daha hayırlısını veya dengini getiririz” ifadesi yer almaktadır. Buradaki maksat, sadece Yüce Allah’ın gücünü ortaya koymaktır. Nesh, “eski şeriatlerdeki bazı hükümlerin değiştirilmesi, kaldırılması veya unutturulması” konusu ile ilişkilendirilince, bunun gerçekleştiği kabul edilmelidir; ancak “nesh” konusu Kur’ân ile ilişkilendirilince Kur’ân’da hiçbir âyetin hükmünün kaldırılmadığının özellikle bilinmesi gerekir.
Bakara 2/106’nın son cümlesinde de yer aldığı üzere, Yüce Allah’ın her şeye gücü yetmektedir. Bu ifade, meselenin peygamber gönderilmesi veya bazı eski şeriat hükümlerinin değiştirilmesi maksadına yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Zaten sûrenin 105. âyetinde konu ehl-i kitap kâfirleriyle müşriklerin Hz. Peygamber’e veya müminlere daha hayırlı bir vahyin gönderilmesini istememeleriyle ilişkilendirilmiştir. Onların tartıştığı konu, Hz. Peygamber’in peygamberlik görevi ve bütünüyle Kur’ân’dı; yoksa Kur’ân bünyesindeki herhangi bir âyetin hükmünün kaldırılmasıyla ilgili bir durum söz konusu değildi.
- c) Tekrar A‘lâ sûresindeki istisnaya dönecek olursak, âyetteki maksadı şöyle de anlayabiliriz: Yüce Allah, Kendi gücüne dikkat çekmekte, insanların kendi hafızalarına gereğinden fazla ve abartılı bir şekilde güvenmemeleri gerektiğini ve bazı unutmaların insan için hayırlı ve vazgeçilmez olduğunu onlara hatırlatmaktadır.
İnsan olmak, bizatihi bazı noksanlıklara sahip olmak demektir. İşte bunlardan biri “unutmak”tır. Bu nedenle insân kelimesinin nisyândan türetildiği görüşü yaygındır. İnsan unutabilir ve bu durum bazen Yüce Allah’ın bir lütfu olarak görülmelidir. Unutulan şeylerin önemli bir kayıp halini almaması için, onlar üzerinde hassasiyet gösterilmesi gerekir. Hassasiyete rağmen unutuluyorsa, bilinmelidir ki unutturan varlık Yüce Allah’tır; böylece insana kapasitesi, kalitesi ve acziyeti hatırlatılmış olmaktadır. “Ben her şeyi bilirim” anlayışı şeytan kaynaklıdır.
İnsan her şeyi bilemez; bazen bildiklerinin bir bölümünü de unutabilir. Bu onun ayrılmaz özelliklerindendir. Kaldı ki, bazı acılar ve hatırlanması istenmeyen olaylar vardır ki, onların unutulması tarifi imkânsız bir nimettir. Bu itibarla, Yüce Allah’ın iradesiyle gerçekleşen unutmalar, sanıldığı gibi felaket değil, iyilik ve lütuftur. En azından unutulan şeylerden sorumlu tutulmayacak oluşumuz önemli bir rahatlama vesilesidir.
ııı. Yüce Allah’ın Bilgisi Sınırsızdır
اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفٰىۜ “Şüphesiz ki Allah, açığı ve gizleneni bilir.” Âyetteki يَعْلَمُ ya‘lemü fiili “bilmek”, الْجَهْرَ el-cehr kelimesi “açık, açıktan”, يَخْفٰىۜ yahfâ kelimesi ise “gizli olan” demektir.
İşte âyetin bu bölümü, yaşanabilecek bazı eksiklikler için her şeyi bilen Yüce Allah’a sığınmayı öğretmektedir. Allah açık olanı veya açıktan yapılanı da bilir; gizlide kalanı veya gönülden geçeni de bilir. Vahyi alırken Hz. Peygamber’in yaptığı ezberleme tekrarlarını, yani unutmama çabasını da bilir; içinde sakladığı unutma korkusunu da bilir.
Beled 90/7’de genişçe izah edeceğimiz üzere, O’nun bilgisi sınırsız ve vasıtasız olduğu için, O’na güvenenler mahçup olmayacaklardır. Her şeyi bilenin gönderdiği vahiy ile donanımlı olanlar, O’nun desteğini de arkalarında veya yanı başlarında bulacaklardır; yeter ki O’na sığınılmış ve O’ndan yardım beklenmiş olsun.
- b) Kolayın Kolaylaştırılması Nedir?
Yüce Allah, vahyi okutturma ve onun unutulmamasının garantisinin Kendi iradesi olduğunu beyan ettikten sonra, bu noktada Hz. Peygamber’in herhangi hiçbir tereddüdünün bulunmamasını sağlamak üzere, kolaylaştırıcının da sadece O olduğunu hatırlatmaktadır.
وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرٰىۚ “Seni en kolaya muvaffak kılacağız.” Âyetteki نُيَسِّرُ nüyessiru fiili “kolaylaştırmak”, اليُسْرٰىۚ el-yüsrâ kelimesi ise “kolay olan” demektir.
Burada kastedilen hususla ilgili şu görüşler ileri sürülebilir:
- a) Kolayın kolaylaştırılması, zaten kolay olan vahyi anlama işleminin Hz. Peygamber’e daha da müyesser kılınmasıdır. Kur’ân’ın kolay olduğu çeşitli âyetlerde açıkça ortaya konulmaktadır. “Yemin olsun ki biz Kur’ân’ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık; hani öğüt alanlar nerde?”[20] “Biz onu senin diline kolaylaştırdık ki öğüt alsınlar.”[21] Bu âyetler vahyin tabiatının kolay olduğunu ve onun kolayca anlaşılabileceğini açıkça ortaya koymaktadır.
- b) Elbette A‘lâ sûresindeki bu ifade, öncelikle vahyin Hz. Peygamber tarafından anlaşılmasını ve ona kolayca ulaşmasını ifade etmekte, yaşadığı muhtemel bazı tereddütleri ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Ancak mesajı evrensele taşıdığımızda maksadın, Kur’ân’ın kolayca anlaşılmayla ilgili olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İlkelerine uyulduğu sürece Kur’ân’ı anlamak son derece kolaydır; tabii ki ışığı ve hakikati onda aramak kaydıyla bu böyledir.
Başka taraflara yönelerek Kur’ân’ın aydınlığından yararlanmak malesef mümkün olmamaktadır. Bağlam dikkate alınırsa anlaşılması gereken husus da budur. Vahyin Hz. Peygamber’e ulaştırılması ve onun anlaşılmasının sağlanması ilâhî irade için son derece kolaydır. O’na güvenenler bu kolaylığı ve imkânı bizzat gözlemleyebileceklerdir.
- c) Kolaylaştırılan şeyin, Leyl 92/7’de olduğu gibi âhirette cennet olması da mümkündür; ancak bu anlam diğerine göre uzak bir ihtimaldir.
- d) “Biz sana okutacağız” cümlesinin anlamını “seni eğitime ve öğretime tâbi tutmaya devam edeceğiz” şeklinde genel olarak eğitim diye kabul edersek, “Seni en kolaya muvaffak kılacağız” cümlesini ise “başarıya giden yolu sana kolaylaştıracağız” şeklinde anlamak gerekmektedir. Başarının yolu öğretimden ve okumaktan geçmektedir.[22]
Bu çok önemli açılım, Kur’ân mesajının evrensele taşınmasının ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Elbette bazı âyetlerin bir veya daha çok iniş sebebi olabilir. A‘lâ 6-8’in de asıl ve öncelikli muhatabı Hz. Muhammed’dir; ancak o şimdi beden olarak yaşamadığına göre, onunla ilgili âyetlerin bile günümüze getirilmesi, çağa taşınması ve onlardan hayat için ilkeler çıkartılması çok önemli bir bakış açısıdır.
Kur’ân’ın yaşanan hayat için canlılığı ve yol göstericiliği bu şekilde daha anlamlı ve faydalı hale gelir. Bu yöntemle Kur’ân tarihte bırakılmaktan kurtarılır ve hayatın içinde onu yönlendiren asıl misyonuyla buluşturulmuş olur.
9-13. ÂYETLER:
فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ ﴿9﴾ سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشٰىۙ ﴿10﴾
وَيَتَجَنَّبُهَا الْاَشْقٰىۙ ﴿11﴾ اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرٰىۚ ﴿12﴾ ثُمَّ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰىۜ ﴿13﴾
“9. O halde öğüt fayda vereceği için öğüt ver. 10. (Allah’a) saygı duyan kişi öğütten yararlanacaktır. 11-12. En büyük ateşe girecek olan en azgın kimse ise öğütten kaçınacaktır. 13. Sonra böylesi kişi ateşte ne (tam) ölür, ne de (tam) yaşar.”
Önceki âyet grubunda belirtildiği üzere, başarının yolu öğretimden ve okumaktan geçtiğine göre, bu âyet grubunda da konu öğüt vermeye getirilmekte, öğütten kimlerin yararlanacağı veya kimlerin kaçınacağı açıklığa kavuşturulmaktadır.
- a) Öğüt Vermenin Hükmü ve Yararları
Yüce Allah, Hz. Peygamber’e vahyi okutanın Kendisi olduğunu ve onu korumasını kolaylaştıracağını, sonuçta ödülle buluşturulmasının da son derece kolay olduğunu belirttikten sonra öğüdün yararlarına değinmektedir.
ı. Öğüt Vermek Görevdir ve Fayda Verir
فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ “O halde, öğüt fayda vereceği için öğüt ver.” Âyetteki ذَكِّرْ zekkir emri “hatırlatmak, öğüt vermek”, نَفَعَتِ nefe‘at fiili “yarar sağlamak”, الذِّكْرٰىۜ ez-zikrâ kelimesi ise “öğüt” demektir.
Bu âyetin tercümesinde çeşitlilikler ve anlam zorlukları yaşanmaktadır.
- a) Tercih ettiğimiz tercüme, Zâriyât 51/55’teki, “Öğüt ver; muhakkak ki öğüt, müminlere yarar sağlayacaktır” ifadesine dayanmaktadır. Bu tercüme aynı zamanda âyetteki in edatının iz veya kad anlamına gelmesi fikrinden de kaynaklanmaktadır. Âl-i İmrân 3/139’da da geçtiği üzere in edatı bazen iz anlamına gelmektedir.[23] Bu tercih, ayrıca öğüdün her akıl sahibine bir çeşit fayda vereceği düşüncesinden destek almaktadır.[24]
Öğüdün muhatabına ne kadar fayda verip vermeyeceği önceden bilinemez; ancak öğüt veren kişi görevini yaptığı için bunun ona faydası kesindir. Çünkü tebliğ, önemli bir görevdir; bunu yapanlar karşılığını sevap olarak elbette alacaklardır. Öğüt verilenler açısından da sonuçta zaman zaman bazı farklılıklar yaşanmakta olduğu bilinen bir gerçektir.
- b) Bakara 2/6 ve Yâsîn 36/10’da gördüğümüz, “Uyarıp uyarmaman onlar için birdir; inanmıyorlar” cümlesi, “sen uyarsan da olur, uyarmasan da” şeklinde anlaşılmamalıdır. Dolayısıyla A‘lâ 9’un “Yarar sağlayacaksa öğüt ver” şeklindeki tercümesi sorunludur. Uyarı yapılacaktır; ancak uyarılanların öğüt alıp almaması onların bileceği iştir. Kaldı ki bugün uyarıdan ders almayanların yarın da almayacağı kesin değildir. Bugün ders almayan yarın alabilir; burada ders almayan başka yerde alabilir; birinden etkilenmeyen, başkasından etkilenebilir. Dolayısıyla, âyetteki öğüt emrinin verenle ilgili kısmı elbette görevdir ve mutlaka yerine getirilmelidir.
- c) Yüce Allah’ın Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn’u Firavun’a gönderme gerekçesi de ancak bu şekilde anlaşılabilir.[25] Öğüt almayacağı Yüce Allah tarafından bilinmesine rağmen yine de ona tebliğciler göndermesi, bu görevin zorunluluğunu göstermektedir. Benzer şekilde, secde etmesi için İblis’e yöneltilen emir de insanlara tebliğin önemini kavratmayı amaçlamış olmalıdır. Bu son iki örnek, öğüt almayacağı Yüce Allah tarafından kesin olarak bilinen varlıklarla ilgilidir. Buna rağmen, insanlara öğüt verme görevinin önemi en uç örneklerle gösterilmiş olmaktadır. İblis ve Firavun örneği ortada iken, onlar kadar azgın olamayacağı bilinen diğer insanların tebliğden yoksun bırakılması düşünülemez.
- d) Öğüt, muhatap açısından mümin için bir hatırlama ve ders alma vesilesidir; kâfir için ise aleyhte bir delil olmaktadır. İbn Abbâs’ın dediği gibi öğüt dostlara yarar sağlar; düşmanlara ise sağlamaz.[26] Ancak, uyarı yapmadan karşıdakinin öğüt alıp almayacağı nasıl belirlenebilir ki? Bu nedenle, öğüde devam edilmelidir. Helak edilecek veya azaba uğratılacaklara nasihat edilmesinin gerekçesi sorulduğunda verilen şu cevap çok anlamlıdır: “Rabbinizin katında sorumlu olmayalım (bir mazeretimiz olsun) diye; bir de belki sorumluluklarını hatırlarlar umuduyla.”[27] A‘lâ 9. âyet, öncelikle Hz. Peygamber’e görevini tekrar hatırlatmaktadır. Ayrıca “Sen uyar, çünkü sen sadece uyarıcısın”[28] ifadesi, bu görevin ciddiyetini ve önemini ortaya koymaktadır.
- e) Necm 53/29’da geçen, “Öğüdümüzden yüz çevirenlerden sen de yüz çevir” ifadesi ile, bu söylediklerimiz arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü orada da yüz çevirenler, kendilerine önce öğüt verilenlerdir. Hiç öğüt vermeden, yüz çevirmekten söz edilemez. Şimdilerde din tebliğinde bulunanlar da aynı görevi yapmakla sorumludurlar. “Nasıl olsa öğüt almayacak; ne gerek var!” deyip sorumluluktan kaçamazlar, kaçmamalıdırlar.[29]
- f) Cürcânî’nin vurguladığı gibi, fayda vermese de öğüt vermek vaciptir, gereklidir, görevdir. Bu durumda A‘lâ 9. âyeti “Öğüt fayda verse de vermese de sen öğüt ver”[30] şeklinde anlamak zorundayız. Bu tercih, esas aldığımız anlamla da örtüşmektedir.
- g) Söz konusu âyetteki in edatını mâ anlamına alarak âyeti şöyle anlamak da mümkündür: “Fayda verecek şeyleri öğüt ver.”[31] Nahl 16/125’te, Allah’ın yoluna davette, hikmet denilen anlamlı ve içi dolu kavramlarla güzel öğüdün kullanılması emredilmektedir. Şüphe yok ki bu iki özelliği toplayan kaynak Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu nedenle En‘âm 6/70 ve Kaaf 50/45’te, Kur’ân ile öğüt vermenin farz olduğu açıkça beyan edilmektedir. İşte, Kur’ân’ı en iyi anlayan ve onun ilk muhatabı olan Hz. Muhammed’in de peygamberliği boyunca yaptığı buydu. Şimdilerde onun sünnetini arayanlar Kur’ân’a sarılmalı, onu anlamalı, yaşamalı ve insanlığa anlatmalıdır.
Daha önce de değindiğimiz üzere, A‘lâ 9. âyeti “Öğüt fayda verirse öğüt ver” şeklinde tercüme etmek çeşitli sorunlara neden olmaktadır. Çünkü bu durumda öğüdün kime yarar verip kime vermeyeceği sanki insanlar tarafından önceden biliniyormuş gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Oysa Yüce Allah dışında, öğüdün sonucunu hiç kimse bilemez. Her şeyden önce, öğüdün nasıl verileceği ve ne ile yapılacağı noktasında insanların bilinçlenmesi gerekir. Yanlış metotlar ve yanlış kaynaklar kullanılarak yapılan öğüt verme çalışmaları elbette olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Buradan hareketle “demek ki öğüt fayda vermiyormuş” bahanesine sığınmak kesinlikle doğru bir yaklaşım değildir. Bu anlayışın, yani “öğüt fayda verecekse yapılsın” anlayışının doğru olmadığının en önemli delili devam eden âyetlerdir.
ıı. Saygılı Olanlar Öğüt Alır
سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَخْشٰىۙ “(Allah’a) saygı duyan kişi öğütten yararlanacaktır.” Âyetteki يَذَّكَّرُ yezzekkeru fiili “öğüt almak”, يَخْشٰىۙ yahşâ fiili ise “saygı duymak” demektir.
Allah’a kimlerin saygı duyacağı ancak öğüt verme işleminden sonra ortaya çıkacaktır. Öğüt almak elbette öğüt verilmesinden sonra gerçekleşebilir.
Bu âyette yer alan يَخْشٰى yahşâ fiili, “haşyet” denen duyguyu ifade etmektedir. “Haşyet”, muhatabın yüceliğinden kaynaklanan bir duygudur. Allah’a duyulan tazim, hürmet, sevgi ve yüceltmeyi içerir; bu duygu Kur’ân’da devamlı olarak övülür. Haşyetin kaynağı bilgidir.[32] “Yüce Allah’a kulları içerisinden sadece âlimler hakkıyla saygı duyarlar”[33] âyetinde vurgulanan husus da budur. Haşyet, aynı zamanda meleklerin de bir sıfatı olarak Kur’ân’da yer almaktadır.[34] Anlaşılan o ki haşyet, sahibini olgunlaştıran bir değerdir ve âlimler ile melekleri nitelendirmektedir.
Yâsîn 36/11’de haşyetin uyarı ile ilişkisine dikkat çekilmektedir. Buradan hareketle, izah etmeye çalıştığımız âyete göre de haşyetin, insanlar için öğüdün sonucu olarak gerçekleşeceğini söylemek bir yanılgı olmasa gerektir. Her öğüdün fıtrata yöneltilmesi ve bunun doğru bir şekilde yapılması durumunda faydasının olacağı açıktır.
Öğüt-haşyet ilişkisi bu şekilde kurulduktan sonra, söz, öğütten yararlanmayanlara getirilmektedir.
ııı. Öğütten En Azgınlar Kaçınır
وَيَتَجَنَّبُهَا الْاَشْقٰىۙ “En azgın kimse ise öğütten kaçacaktır.” Âyetteki يَتَجَنَّبُ yetecennebü fiili “kaçınmak, uzaklaşmak”, الْاَشْقٰىۙ el-eşkaa kelimesi ise “en azgın kişi” demektir.
İşte bu ve peşinden gelen âyet, öğütten azgınların kaçınacağını, uzaklaşacağını ve sonunda cehennemi boylayacağını ifade etmektedir.
الْاَشْقٰىۙ el-eşkaa kelimesi, şakî şeklinde “azgın”,[35] el-eşkâ kalıbında “en azgın, en kötü, en duyarsız kişi”[36] şeklinde geçmekte, bir âyette ise “hakkı yalanlayıp ondan yüz çevirenler”[37] olarak tanımlanmaktadır. Tâhâ 20/2’de teşkâ kalıbında “hayatı zindana çevirmek” anlamında fiil olarak da kullanılmaktadır. İşte böyleleri öğütten yan çizerler, ona yanaşmazlar ve ondan yararlanmak istemezler.
Bir insan hakkında “bir şeyden kaçtı” diyebilmek için önce onu o şeye çağırmak gerekir. Çağırmadan, kaçmakla suçlamak doğru olmaz. Bu nedenle kişilere önce öğüt verilmeli, daha sonra öğüde sırt dönerlerse o zaman bu şekilde isimlendirilmeli ve değerlendirilmelidirler.
- b) Öğütten Kaçmanın Sonuçları
Âyette, öğütten kaçınanların “en azgın” kişiler olduğu belirtildikten sonra, bunun sonuçları hakkında iki farklı bilgi zikredilmektedir.
ı. Ateşe Yaslanmak
اَلَّذ۪ي يَصْلَى النَّارَ الْكُبْرٰىۚ “(O azgın) en büyük ateşe girecek kişidir.” Âyetteki يَصْلَى yaslâ fiili “yaslanmak, girmek”, النَّارَ الْكُبْرٰىۚ en-nâra’l-kübrâ tamlaması ise “büyük ateş, cehennem” demektir.
Öğütten kaçmanın sonu, en büyük ateşe yaslanmaktır. Kişi ya öğüde yaslanmalı, ondan yararlanmalı ve o doğrultuda hayatını yaşayıp cennete gidebilmeli; ya da öğütten yararlanmayarak sonuçta ateşe yaslanacağını bilmeli ve ona göre davranmalıdır.
- a) Âyetteki يَصْلَى yaslâ fiili, s-l-y kökündendir ve “bir şeye veya bir yere yaslanmak” anlamına da gelmektedir. Bu kökten gelen kelimeler Kur’ân’da ister fiil (salâ, yaslâ, sallâ, yüsallî, vs.) ister mastar (tasliye), isterse isim (sâl) olsunlar, “cehenneme atılmak” anlamına gelmektedirler.[38] Hatta bu kelime, Meryem 19/70’te cehenneme yaslanmaya en elverişli olma ve adeta oraya ait olmayı ifade eden sıliyyâ kalıbında dahi gelmektedir.
- b) Aynı kökten gelen salât kelimesinin “namaz” ve “Hz. Peygamber’e salât ve selam” duasındaki kullanımı hakkında da şunları söylemek durumundayız:
Salât kelimesi, “Allah’a yaslanmak, tercihini O’ndan yana belirlemek, O’nun değerlerine gönülden bağlı olmak” anlamlarında, dinin direği olan “namaz” ibadetinin adı olarak belirlenmiştir. “Birine salât etmek” demek, ona destek vermek demektir. Hz. Peygamber’e yönelik salât-selâm, onun için dua etmek anlamına geldiği gibi, ona destek olmak ve onun getirdiği değerlere gönülden teslim olmak anlamına da gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde bu ifade böyle anlaşıldığı ve uygulandığı için, Müslümanlar üstün gelmişlerdi. Şimdilerde, salât-selâm denilince sadece dua ile yetinerek Hz. Peygamber’e ve onun tebliğ ettiği dine yardım etmemek, salâtın asıl anlamını yeterince kavramamaktan kaynaklanmaktadır.
Cehennem azabının “en büyük, en şiddetli azap” olduğu, Kur’ân’da defalarca dile getirilmektedir.[39] Buna uygun olarak, yorumunu yaptığımız âyette getirilen الْكُبْرٰى el-kübrâ kelimesi, tıpkı Müddessir 74/35’te olduğu gibi, bu büyüklüğü ifade etmekte ve muhataplara açık bir bilinç kazandırmayı amaçlamaktadır.
ıı. Ölüm ve Hayatın Anlamsızlaşması
ثُمَّ لَا يَمُوتُ ف۪يهَا وَلَا يَحْيٰىۜ “Sonra o, ateşte ne (tam) ölür, ne de (tam) yaşar.” Âyetteki لَا يَمُوتُ lâ yemûtü fiili “ölmemek”, لَا يَحْيٰىۜ lâ yahyâ fiili ise “yaşamamak, dirilmemek” demektir.
- a) Bu âyet, öğütten yüz çevirip cehenneme gidecek olanların oradaki durumlarını anlatmaktadır. Cehenneme gidenler, ölümle işin bitmiş olmasını arzu edecekler,[40] orada toprak olmayı,[41] hatta yok olmayı[42] Cehennemi görenler veya içerisine atılanlar oradan çıkartılmayı ve dünyaya geri döndürülmeyi dileyecekler;[43] ateşi uzaktan görenler, onun uğultusunu duyacaklar, dar bir yerden oraya atılınca da ölüp yok olmayı derin bir özlemle dile getireceklerdir.[44]
İşte hem A‘lâ sûresinin bu âyeti, hem de Tâhâ 20/74. âyet, cehennemde ölüm olmadığını, bu nedenle orada yeniden bir dirilmenin de söz konusu olamayacağını ve azap durumunun devamlı olacağını beyan etmektedir. Bu anlamın bir gereği olarak, âyete “orada ölmeyecekler ki dirilsinler” anlamını vermek de mümkündür.
- b) Azaptaki durum, ne ölümdür ne de hayat. Yok olmak mümkün olmadığı için orada ölüm yoktur; oradaki sağ oluş da huzur içermediği için tam hayat anlamına gelmemektedir. Cehennemde ölüm ne tam ölümdür ne de yaşamak tam yaşamaktır. Ölüm ve hayat kavramları cehennemde anlamlarını yitirmektedir. Oraya gidecek olanları tarifi imkânsız bir sıkıntı beklemektedir. Buradan hareketle şunu belirtebiliriz: Yüce Allah işte bu âyetleriyle “ölüm” ve “hayat” kavramlarına yeni bir boyut kazandırmakta, kavramların sadece bilinenden ibaret olmadığını hafızalara kazımaktadır. Nitekim şehitlere ölü denmemesi, onların insanların anlayamayacağı şekilde diri olduğu gerçeği[45] de ölüm ve hayat kavramlarının farklı boyutlar içerdiğinin başka bir örneğidir.
Öğütten yararlanmak istemeyenler kendilerini böyle bir ortamın beklediğini bilmelidirler. İşte bunun muhataplara bildirilmesi de öğüt vermekle gerçekleşir. Bu bildirimi yapmadan, kişileri nelerin beklediğini onlara önceden haber vermeden onları bilgisizliğe terk etmek, âyette kastedilen anlama aykırıdır. Bu nedenle, öğütle ilgili âyetin mutlak surette öğüt vermek şeklinde anlaşılması gerekmektedir. Bu yaklaşımımızı doğrulayan delillerden biri de şimdi incelemeye çalışacağımız âyetlerdir.
14-17. ÂYETLER:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ ﴿14﴾ وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ ﴿15﴾
بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ ﴿16﴾ وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ ﴿17﴾
“14-15. Doğrusu (bu dünyada) arınan ve Rabbinin adını anıp O’na kulluk eden kişi mutluluğa ermiştir. 16. Fakat siz (ey inançsız insanlar), dünya hayatını tercih ediyorsunuz. 17. Oysa âhiret daha hayırlıdır ve daha kalıcıdır.”
Bu âyetlerde öncelikle 10. âyetin açılımı yapılmakta, öğütten yararlananların yararlanma biçimleri hakkında bilgi verilmekte ve üç nitelik üzerinde durulmaktadır. Daha sonra ise insanın dünya hayatını tercihteki hatasına dikkat çekilmektedir.
- a) Kurtuluşun Üç Temel Şartı
Yüce Allah, kurtuluşun temel direklerini bu âyet grubunda üç esas şeklinde belirlemektedir. Böylece sûrenin ilk âyetleriyle de bir anlamda ilişki kurulmaktadır.
ı. Kötülüklerden Arınmak
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰىۙ “Doğrusu (bu dünyada günahlardan) arınan kişi mutluluğa ermiştir.” Âyetteki اَفْلَحَ efleha fiili “kurtulmak”, تَزَكّٰىۙ tezekkâ fiili ise “arınmak” demektir.
Kur’ân’da konuların anlatılışında, adına “mesânî oluş” denilen şöyle bir teknik vardır: Mesânî, “çifterli veya ikili anlatım, tekrarlamak, bir şeyi zıddıyla ele almak” gibi anlamlara gelir. İyiler-kötüler, dünya-âhiret, iman-küfür, hayır-şer, cennet-cehennem, hak-bâtıl, aydınlık-karanlık, ilim-cehâlet gibi konularda birbirini takip eden anlatım metodu, Kur’ân’da sıklıkla kullanılmaktadır. Bu nedenle sûrenin 11-13. âyetlerinde öğütten kaçınanlar ve sonuçları hakkında bilgi verildikten sonra, söz iyilere ve onların sonlarına getirilmektedir.
- a) Âhirette gerçekleşecek kurtuluş için اَفْلَحَ efleha geçmiş zaman kalıbı kullanılması, Kur’ân’ın bir üslubudur. Kur’ân’da özellikle gerçekleşeceği kesin olan olaylar için geçmiş zaman kipi kullanılır. İşte bu kural gereği, âyetteki kurtuluş sanki gerçekleşmiş gibi geçmiş zamanla ifade edilmiştir ve fiilin başına da “muhakkaklık” anlamında قَدْ kad edatı getirilmiştir.
- b) Sûrenin iniş zamanı dikkate alındığında, bu âyette sözü edilen arınmanın, her türlü şirk, küfür ve isyandan uzaklaşıp Allah’ın emirlerine sarılmak ve onları yerine getirmekle ilişkili olduğu ortaya çıkacaktır. Şirk ve küfürden arınmak, لا اله الا الله lâ ilâhe illallâh demekle başlar, diğer bütün ilâhî emirlere sarılmakla birlikte haramlardan kaçınmakla sonuç verir.[46]
- c) Mü’minûn 23/4’te, kurtuluşa erenler arasında “arınmak için çalışanlar” ifadesi kullanılmaktadır. Her iki âyetteki maksadı birlikte düşündüğümüzde genel anlamda arınma amaçlı her türlü faaliyetin bu kapsama girdiğini söyleyebiliriz. Bunu gerçekleştirenler için hem bu dünyada söz konusu kötülüklerden kurtulmak, hem de âhirette tarifi imkânsız cennet ödülleriyle buluşturulmak mümkün olacaktır. Kurtuluş her iki âlemi de içermektedir.
- d) Şems 92/8-9’u dikkate aldığımızda, yorumunu yaptığımız bu âyetteki arındırmanın, takvâyı artırmak, yani nefse yerleştirilen takvâya yatırım yapmak olduğu da söylenebilir. Bakara 2/197’deki takvâ azığını hazırlama işlemi de bu şekilde anlaşılmalıdır. Bu durumda, arındırma işleminin hayat boyu süreceği ve kurtuluşun âhirete yönelik bir müjde olduğu sonucuna varılmış olur. Arınmaya çalışmak dünya hayatını içerir. Zaten âyetteki fiilin تَزَكّٰى tezekkâ şeklinde getirilmesi bunun bir süreç halinde gerçekleşeceğini ortaya koymaktadır. Bu kalıp, bir işin gerçekleşmesinde sürecin gerekliliğini ifade eder.
Arınmış olmanın tam anlamıyla ne demek olduğu veya kimin arınmış olduğu, âhirette belli olacaktır. Bu nedenle, haksız yere kendini temize çıkaranlar, bir anlamda arınma iddiasını ispatlayamayanlar Kur’ân’da kınanmaktadır. Arınmışlık nitelendirmesini yapmak sadece Yüce Allah’a aittir.[47]
ıı. Yüce Allah’ın Adını Çokça Anmak
وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ “Rabbinin adını anan (kişi mutluluğa ermiştir).” Âyetteki ذَكَرَ zekera fiili “öğüt almak, hatırlamak”, اسْمَ رَبِّه۪ isme rabbih tamlaması ise “Rabbinin ismi” demektir.
Öğüt almanın ve kurtuluşa ermenin üç parçasından biri, Yüce Allah’ın adını anmak, yani O’nu zikretmektir. Âyetteki bu ifade, sûrenin “Yüce Rabbinin adını tesbih et” şeklindeki ilk emriyle uyumludur. Buradan hareketle, “tesbîh”le “zikr”in birbiriyle yakın ilgisinin olduğunu, tesbih emrinin insanlar tarafından zikirle de karşılanabileceğini söyleyebiliriz.
- a) Sûrenin ilk âyetlerinde Yüce Allah tesbih emrini verdikten sonra, kâinata yerleştirdiği kanunlar çerçevesinde her varlığın bir yaratılış amacının bulunduğunu ve varlıkların da o amaca uygun şekillerde yaratıldığını beyan etmişti. İşte diğer varlıklar, Yüce Allah’ı, kendi varlık özelliklerine göre sadece tesbih ederken, insanoğlu tesbihle birlikte zikir de yapabilmektedir. Âyet bu ayırımı ortaya koymada son derece ufuk açıcı bir mesaj verir.
- b) Yüce Allah’ı zikretmek O’nu hatırlamaktır; hatta O’nu mümkün olduğu kadar hatırdan çıkartmamaktır. Allah’ın çokça zikredilmesi, hayat pratiklerimizde O’nun şahitliğini ve gözetleyiciliğini akıldan çıkartmamayı sağlar. Böylece Allah’ı hatırlayanlar imanlarına şahit tuttukları Allah’ı amellerine de şahit tutmuş olurlar. Hayatının her anında Yüce Allah’ı hatırlamaya çalışanlar, mahşerdeki duruşmada sıkıntıya düşmeye neden olacak yanlışlıkları bu dünyada yapmamaya çalışırlar; işin önemini daha çok kavramış bir hayat ortaya koyarlar.
- c) Yüce Allah’ın “adı”nı anmak, “Allah”ı anmak demektir. Âyette Allah kelimesinin değil de, rabb kelimesinin kullanılmış olması, Allah’ı hatırda tutmak anlamında sonucu değiştirmez. Ancak rabb kelimesi, başka yönlerden çok önemli mesajlar içermektedir. “Sahip, efendi, idare eden, terbiye eden ve yetiştiren” gibi anlamlara gelen rabb kelimesi, Hz. Peygamber’in de insan olduğunu ve onun da kulluk yapması gerektiğini kendisine hatırlatmaktadır. Bu kelime Hz. Peygamber’in sahipsiz olmadığını, onu daima destekleyen varlığın Yüce Allah olduğunu beyan etmektedir. Bu kelimenin kullanılmasıyla, bir taraftan Hz. Peygamber ve inananlar motive edilirken, diğer taraftan karşıtlarına gözdağı verilmektedir.
Rabb kelimesi, Hz. Peygamber’in risâlet görevindeki sunumlarının kendisine ait olmadığını, onun Yüce Allah’ın emir ve yasaklarını insanlara iletmekte olduğunu da ifade etmektedir. Bu durumda, Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği esasları yalanlayanların, aslında Yüce Allah’ın âyetlerini yalandıkları,[48] bu düşmanlıklarının sonucunda karşılarında Yüce Allah’ın gazabını bulacaklarını bilmeleri gerektiği de ortaya konulmaktadır.
ııı. Yüce Allah’a Kulluk Yapmak
فَصَلّٰىۜ “O’na kulluk eden kişi (mutluluğa ermiştir).” Öğüt almanın ve kurtuluşa ermenin bu âyet grubundaki son esası, “salât etmek” olarak belirlenmiştir.
- a) Bazı âlimlerimiz bu kelimeyi “beş vakit namaz kılmak, bayram namazı kılmak” şeklinde yorumlamışlardır. Hatta bazıları bir önceki âyetteki tezekkî (arınma)yı “fıtır sadakası”, bu âyetteki zikri “iftitah tekbiri”, salâtı da “namaz” olarak yorumlamışlardır.[49]
Oysa bu sûre, Mekke’de ve vahyin ilk dönemlerinde, yani sekizinci sırada indirilmiştir. Sûrenin indiriliş yeri ve zamanı dikkate alındığında konunun bayram namazı ve fıtır sadakası ile ilişkili olamayacağı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki Râzî’nin de dediği gibi, namaz ve zekâttan birlikte söz eden âyetlerde önce namaz sonra zekât gelmekteyken, burada bu sıra tutmamaktadır.[50] Dahası Kur’ân’da namaz ibadetinden söz eden âyetlerde salât kelimesi tek başına getirilmez. Namazın kılınması onun “ikame edilmesi” şeklinde verilir; dolayısıyla bu ifadeyi “özel olarak namaz ibadeti” şeklinde yorumlamak sorunludur.
- b) Tercümede de verdiğimiz gibi, bunu “Allah’a kulluk etmek” şeklinde anlamak daha kapsayıcıdır. Şekli ve vakitleri henüz tespit edilmemiş de olsa, namaz niyetiyle yapılan her türlü tevhid içerikli eylem bu kapsamda var kabul edilebilir.
- c) Taberî’nin de ifade ettiği üzere, buradaki maksadın “Allah’ı zikretmek, O’na dua etmek ve O’na yönelmek” olduğu bazı âlimlerce de benimsenmiştir.[51] Dolayısıyla salât kelimesini, “yaslanmak” anlamından hareketle, “Allah’a yöneltilen, O’nun rızası için yapılan, tercihi Allah’tan yana belirlenmiş olan her türlü tevhid eylemi” olarak anlamak, namazı da diğer ibadetleri de kuşatacaktır. “Allah’a yaslanmak ve O’ndan istemek” şeklindeki bütün yakarışlar Allah’tan yana olmayı ortaya koyan ve O’nun vazgeçilmezliğini ilan eden davranışlardır. Kurtuluşun başkaca sağlanabilme yolu yoktur.
Salât kelimesi bu anlam doğrultusunda “Allah’a yaslanmak, tercihini O’ndan yana belirlemek, O’nun değerlerine gönülden bağlı olmak” anlamlarında “namaz” ibadetinin adı olarak belirlenmiştir. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, “birine salât etmek” demek, ona destek vermek demektir. Hz. Peygamber’e yönelik salât-selâm, onun için dua etmek anlamına geldiği gibi, ona destek olmak ve onun getirdiği değerlere gönülden teslim olmak anlamına da gelmektedir. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde bu ifade böyle anlaşıldığı ve uygulandığı için Müslümanlar üstün gelmişlerdi.
Hz. Peygamber’e yönelik olan ilk âyetteki tesbih ve 9. âyetteki öğüt emrinin, aslında bütün insanlığa yönelik olduğu işte 14-15. âyetlerden anlaşılmaktadır. O tesbih ve öğüt emrinin sonuçları bu üç maddede detaylandırılmakta ve adeta alt başlıkları verilmiş olmaktadır.
b) Dünya Hayatı ile Âhiretin Karşılaştırılması
Yukarıda anlatılan gerçeklere rağmen, insanlardan dünyayı tercih edenler olacağı bilgisiyle Yüce Allah dünya ve âhiret hakkında karşılaştırma yapmaktadır.
ı. Dünya Hayatını Tercih Felâkettir
بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ “Fakat siz (ey inançsız insanlar), dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” Âyetteki تُؤْثِرُونَ tü’sirûne fiili “tercih etmek”, الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ el-hayâte’d-dünyâ tamlaması ise “yakın hayat, dünya hayatı” demektir.
Âyetten maksat, elbette bütün insanlar değil, içlerinden söz konusu şekilde yanlış davrananlardır. Bu böyle olduğu için âyetin muhatabı da ilgililerdir. Sanki bütün insanlar böyleymiş gibi bir anlam akla gelmemelidir. Her insanda benzer eğilimlerin olması mümkündür; ancak, burada özellikle kınamaya dönüşen tercihler dikkate sunulmaktadır. Bu tür insanlar, iki hayattan dünyaya nispet edileni tercih etmekte, ona önem vermekte ve layık olduğundan çok daha fazla özen göstermektedirler.
- a) Âyetin başındaki بَلْ bel edatı, önceki âyetlerde sözü edilen hakikatlere rağmen yapılan tercihe dikkat çekmekte, dünyaya yönelik tercihin daha baştan yanlış olduğu bu edatla belirtilmiş olmaktadır. Bel edatı, “bilakis” şeklinde kendisinden önceki ifadenin tersi bir anlam verir. Bu durumda âyetlerde şu mesajın kast edildiğini söyleyebiliriz: “Kurtuluş ve arınmanın yolu, Allah’ı anıp O’nun için fedakârlık yapmaktan geçmesine rağmen, sizler hâlâ dünya hayatını tercih ediyorsunuz.” Benzer bir ifade Kıyâmet sûresinde geçmekte, orada da insanların dünyaya yönelik sevgi ve tercihleri kınama içerikli bir üslupla dile getirilmekte, ancak tühıbbu kelimesi kullanılmaktadır.[52]
- b) Âyetteki تُؤْثِرُونَ tü’sirûne fiili, “tercih etmek” demektir ve burada nankör insanların dünyayı tercihlerini ifade etmektedir.
Ayrıca Nâzi‘ât 79/37-39’a göre, bazı insanlar azgınlıkları gereği dünya hayatını tercih etmekte ve onun sonucunda cehennemi boylamaktadırlar. Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, dünya hayatını tercih edenler bütün insanlar değil, insanların azgın olanlarıdır.
A‘lâ 16’da geçen تُؤْثِرُونَ tü’sirûne fiili, Kur’ân’da her zaman olumsuz anlamda kullanılmamaktadır. Hz. Yûsuf’un Yüce Allah tarafından seçilip tercih edilmesinde veya kardeşlerine üstün görülmesinde aynı kökten âsera kelimesi kullanılmaktadır.[53] Firavun’un seçtiği büyücüler Hz. Mûsâ’nın tarafını tutunca, ona “Bize gelen gerçeklerin karşılığında seni asla tercih etmeyeceğiz” sözünü söylerken de nü’sira kelimesini kullanmışlardır.[54]
Haşr 59/9’daki yü’sirûne kelimesinin anlamı ise daha sonra kültürümüzde “îsâr” şeklini almış ve çok övülen bir duyarlılık olarak sunulmuştur. Îsâr, “kendisi muhtaç olmasına rağmen kardeşini kendisine tercih etmek” demektir. Bu kullanımlardan anlaşıldığına göre, tercih, ne için ve ne uğruna yapılmışsa ona göre değer ve anlam kazanmaktadır.
- c) Âyette yer alan ve Kur’ân’da oldukça fazla kullanım örneği bulunan الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ el-hayâtü’d-dünyâ tamlaması, “dünya hayatı” olarak tercüme edilmektedir. Aslında bu tamlamadaki dünyâ kelimesi, “yakın” veya “düşük” anlamına gelmektedir. Âhiret hayatına göre bu hayat daha az değerli olduğu için, bu âlemde yaşanan hayata “dünya hayatı” denmiş olması mümkündür; ya da şimdi, yakında, içinde yaşandığı için bu ad verilmiş olabilir. Bu gerekçeler dikkate alınınca, söz konusu tamlamaya neden “dünya hayatı” dendiği anlaşılmaktadır. Hayat dünyanın olduğu için değil, sadece yakın olduğu için bu tercüme tercih edilmektedir. İşte azgın insanlar, âhirete genellikle inanmadıkları veya onu çok uzakta kabul ettikleri için yakın olan dünya hayatını tercih etmektedirler. Onlar âhireti uzak görseler de âhiret çok yakındır.[55]
ıı. Kalıcı Hayat Âhirettedir
وَالْاٰخِرَةُ خَيْرٌ وَاَبْقٰىۜ “Oysa âhiret daha hayırlıdır ve daha kalıcıdır.” Âyetteki الْاٰخِرَةُ el-âhıra kelimesi “âhiret”, خَيْرٌ hayr sözcüğü “daha hayırlı”, اَبْقٰىۜ ebkaa kelimesi ise “daha kalıcı” demektir.
Kur’ân’da dünya ve âhiret karşılaştırması yapılan âyetler vardır; işte onlardan biri de bu âyettir. Âyetteki الْاٰخِرَةُ el-âhıretkelimesi, e-h-r kökünden الْاٰخِرُ el-âhır kelimesinin müennesi, yani dişilidir. Dolayısıyla الأخرة el-âhıret kelimesi, ألأولي el-ûlâkelimesinin zıddıdır.
Hadîd 57/3’te geçen,الْاَوَّلُ el-evvel kelimesi, “her şeyden önce var olan” anlamına gelmekte, الْاٰخِرُ el-âhır kelimesi de “her şeyden sonraya kalan” anlamıyla Allah’ın sıfatı olmaktadır. Kur’ân’da çeşitli kullanımlarda 100’den fazla yerde geçen ve “evvelin zıddı, son, sonra gelen” anlamlarına gelen âhıret kelimesi, genellikle “dünya hayatının sonu ve karşılığı”nı ifade için kullanılmaktadır.[56]
Yorumunu yaptığımız bu âyette, dünyaya göre âhiretin daha hayırlı ve kalıcı olduğu ortaya konulmaktadır. “Sizin yanınızdakiler geçicidir; Allah’ın katındakiler ise kalıcıdır.”[57] “Servet ve çocuklar dünya hayatının süsüdür; güzel kalıcı işler ise Rabbin katında daha hayırlı ve daha ümit edilmeye değerdir.”[58] Bu ve benzer âyetlerde dünyanın ve malının geçiciliği, âhiretin ve âhiret için yapılan fedakârlıkların kalıcı olduğu ortaya konulmakta, akıllı insanların âhirete yönelik yatırımlar yapması gerektiği herkese hatırlatılmaktadır.
c) Âhiret Hayatı Dünyayı İhmali Gerektirir mi?
- Âyette yer alan hayr kelimesi, âhiretin daha hayırlı olduğunu ortaya koyarken, dünyanın işe yaramazlığını belirtmiş olmaz. Daha hayırlı bir şey varsa, daha az hayırlılar da var demektir. Buradan hareketle, insanların âhiret için güzellik istemelerinin yanında, dünya hayatı için de güzellik istemeleri daha kolay anlaşılmış olacaktır. İşte hac esnasında yapılan ve bizim her namazımızda okuduğumuz Rabbenâ dualarından biri bize bunu bildirmektedir. “Ey Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver; âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.”[59]
- Kur’ân, bize dünya hayatını dışlamayı veya hiç önemsememeyi öğütlemez. Dünya ne kadarını hak ediyorsa o kadar önemsenmeli, âhiret de öyle. Başka bir ifadeyle, dünyada ne kadar yaşayacaksak ona o kadar önem vermeliyiz; âhirette ne kadar kalacaksak orası için de o kadar çalışmalıyız. Dahası, ateşe ne kadar dayanabileceksek o kadar günah işlemeyi göze almalı, ne kadar ödülle mutlu olacaksak o kadar fedakârlık yapmalıyız.
- Dünya önemsiz olsaydı, ebedî olan âhiret hayatı buradan kazanılmazdı. “Dünya âhiretin tarlasıdır”[60] mealindeki hadiste söylenen husus, dünyanın önemine vurgu yapmaktadır. İyi, verimli ve uygun olmayan bir tarladan nasıl verim elde edilemezse, kalitesiz ve değersiz bir dünyadan da âhiret elde edilemez. Önemli olan bir yerin imtihanı, hiç değeri olmayan bir yerde yapılmaz. İmtihan doğru ve adaletli bir şekilde yapılsın diye, bütünüyle kâinat insanın hizmetine sunulmuş ve imtihanı kazanması için karar yeri olarak dünya belirlenmiştir.
- Genellikle layık olduğu kadar değil de, çok daha fazla, ölçüsüz ve abartılı bir dünya sevgisi anlayışı toplumlarda hâkim olduğu için, bu sevgiyi azaltma gereği söz konusu olmaktadır. Bu işlem, “dünyayı hiç sevmeyin, ona hiç değer vermeyin” demek değildir. İfrat şeklinde abartılı ve ölçüsüz, tefrit şeklinde de aşırı indirgemeci ve dikkate alınmayan bakışlar doğru değildir; zaten doğru sonuçlar da vermemektedir. Aksine, dünyaya layık olduğu ve lazım olduğu kadar değer verip ölçüyü kaçırmamak en doğru davranıştır.
- Dünya hayatı âhiret için bir araç konumundadır; dünyanın araç olduğunu, amaç olmadığını bilerek davrananlar, her ikisi için de gerektiği kadar fedakârlık yapmayı başarabilirler. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalışmak” şeklinde belirlenen ve her iki âlemin değerini ortaya koyan bu eşsiz tanım, meseleye nasıl bakılması gerektiğini de açıkça ortaya koymaktadır.
- Dünyayı beğenmeyip kendini ona kaptırmama duygusuyla çalışmayanların, başka insanlara nasıl muhtaç oldukları herkesin gözü önündedir. Fert için sonuç muhtaçlık olurken, toplumlar için felâketin boyutunu varın siz hesap edin. İşte İslâm dünyasının bugün içinde bulunduğu içler acısı durum, herhalde bu duyarsızlığın hayata yansıma biçimidir. Çalışmayan ve üretmeyenler, çalışıp üretenlere mağlup ve mahkûm olurlar. Bilim üretmeyip sadece üretilenleri tüketmekle ömür geçirenlerin de toplumlar arenasında nasıl gerilerde kaldığı ve alay konusu haline getirildikleri bilinmektedir.
- Müslümanlar olarak, yaşadığımız bu dünyayı başkalarına terk edemeyiz; biz de çalışıp üretmeliyiz; bizim de kâinatı tanımak ve onu insanlara tanıtmak gibi görevlerimiz vardır. Sürekli başkalarının icatlarıyla uğraşmaktan ve onları geriden takip etmektense, önde biz olmalı ve başkaları tarafından takip edilmeliyiz. Tarihte örneğini verdiğimiz ve yüzümüzü ağartan manzaraları şimdilerde başkalarında görmekten gözlerimize neredeyse aklar inmektedir. Oysa kitabımız, bize dünyayı ihmal etmeyi önermemektedir. O sadece, dünyaya tapmamayı bildirmekte, asıl hayat olan âhiret için bu dünyada hazırlık yapmayı hatırlatmaktadır.
- Sanıldığı gibi, insanoğlunun dünya hayatı serüveni bir ceza değildi; yani Hz. Âdem’in ve eşinin cennetten kovulmasıyla başlamamıştı. Dünya hayatı bir suçun cezasının çekilme yeri ya da sürgün adresi değildir. Suçların veya iyiliklerin karşılık bulacağı yer âhirettir. Hz. Âdem’in de eşinin de yaratıldığı toprak bu topraktı; onlar bir hatanın sonucu, özel olarak nimetlendirildikleri bir cennetten, yani bahçeden çıkartılmış, adeta hayatın zorluklarıyla baş başa bırakılmışlardı. Hıristiyanların sahip olduğu ezeli günah veya ilk günah anlayışı bizde kesinlikle yoktur. Hz. Âdem ve eşinin yaptığı hata onları ilgilendirmekteydi; zaten istiğfar edip tevbeyi gerçekleştirdikleri için Yüce Allah da onları affetmişti. Suçlu doğmak ve kötü bir yere gönderilmiş olmak gibi bir anlayışımız olamaz, olmamalıdır. Bu doğrultuda dünyayı hor ve hakir görmemek durumundayız. İslâmoğlu’nun isabetle vurguladığı gibi, dünya, insanın sürgün mekânı değil, imarı için görevlendirildiği yerdir. Bir anlamda, insan dünyaya atılmamış, adeta oraya görevli olarak atanmıştır; halife olmak zaten anlamını ancak bu şekilde bulabilir.
- İnsanların âhirette hesaba çekilecekleri şeyler, onlara dünyada verilen nimetlerdir,[61] hatta dünya bile bir nimettir. Adına nimet denilen bu hayat mekânını anlamsız ve değersiz görmek, âhiret imtihanının sorularını da hafife almak demektir. Böyle bir yaklaşım, sahibini yanlış sonuçlara götürür.
- Nâmerde muhtaç olmayacak ve ailenin geçimini sağlayacak kadar çalışmak bir ibadettir. Hac esnasında bile rızık arayışında vebal olmadığı bir hakikattir.[62] “Allah’ın ihsanından siz de arayın” anlamında Kur’ân’da emirler yer almaktadır.[63] “Allah’ın sana verdiği şeylerde âhiret yurdunu ara; dünyadan da nasibini unutma”[64] anlamındaki âyette verilen mesaj, âhiret için yatırım yapmayı ve dünyadan da nasipkâr olmayı emretmektedir. Bizler ibadeti sadece namaz, oruç, hac, zekât gibi belli uygulamalardan ibaret görmemeliyiz. Kâinat kitabını okumak da bir ibadettir; hatta bu dinin ilk emri budur. Dünya için de çalışmak zorundayız; ancak bu çalışma, burada kalacağımız süre kadar olmalıdır.
- Bu amaç doğrultusunda elbette sadece yemek için yaşamamalıyız; yaşamak için yemeliyiz. Yaşayacağız ki diğer fedakârlıkları yapalım. Bunun tersi doğru olsaydı, İslam dininin fakirleri gözetme emri nasıl yerine getirilebilir, mâlî ibadetler nasıl yapılabilirdi? İslam dininin sosyal düzenin sağlanması için toplumsal yardımlaşma türlerine verdiği önem herkesçe bilinmektedir. Bu anlamda İslam dini çalışıp servete sahip olmayı ve ekonomik anlamda gücü elinde bulundurmayı önemsemektedir. Bu nedenle “köle azadını”, “topluma emanet edilen yetimlerin gözetilmesini” ve “yoksulların bakımının sağlanmasını” inanırlarından özellikle istemektedir.
Sözün özü şudur: Mala sahip olmak dünya hayatı için gereklidir. Ancak bunu mala “sahip olmaktan” çıkartıp mala “ait olmaya” dönüştürünce, işte o zaman âhiret hayatı maalesef unutulmuş olmakta ve felaket haberleri kaçınılmaz hale gelmektedir. Her şeye, layık ve gerekli olduğu kadar önem ve değer verilmeli, abartıdan ve küçümsemekten kaçınılmalıdır. Dünya ve âhiret dengesi iyi kurulmalı, dünyanın âhiret karşısındaki durumu gözden uzak tutulmamalı, araç olan dünya hayatını amaç olan âhiret için değerlendirmeye gayret edilmelidir.
18-19. ÂYETLER:
اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ ﴿18﴾ صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى ﴿19﴾
“18-19. Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki vahiylerde, (meselâ) İbrâhim ve Mûsâ’nın sahifelerinde de vardı.”
Sûrenin son iki âyetinde ilâhî mesajların ruh birlikteliği hatırlatılmakta ve örnek isim olarak iki peygamberden söz edilmektedir.
- a) İlâhî Mesajlardaki Misyon Birlikteliği
Yüce Allah, elbette mesajlarını birbirinin reddiyesi olarak göndermemektedir. Dolayısıyla, Kur’ân’da geçmiş ümmetlere ait pek çok kıssa örneği vardır. Hem kıssa bağlamında, hem de net mesajlar şeklinde zaman zaman önceki peygamberlere göndermeler yapılmaktadır. İşte sûrenin son iki âyeti bunun bir örneğidir.
اِنَّ هٰذَا لَفِي الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ “Şüphesiz bu (anlatılanlar), önceki vahiylerde de vardı.” Âyetteki الصُّحُفِ الْاُو۫لٰىۙ es-suhufü’l-ûlâ ifadesi, “ilk sahifeler, önceki sahifeler” demektir.
Burada kastedilenler, sadece iki peygambere nispet edilen sahifeler değildir. Elbette onlar da aynı kategoride değerlendirilmektedir; ancak suhuf-i ûlâ tamlaması, ilâhî mesajların en eski tarihlisinden itibaren, insanlığın atasına ve onun ümmetine kadar uzanmaktadır. Hz. İbrâhîm ve Hz. Mûsâ isimleri, tercümede de verdiğimiz üzere, “yani, meselâ” ara kelimesiyle karşılanırsa âyetin mesajı daha doğru bir şekilde ortaya konulmuş olabilir.
- b) Hz. İbrahim ve Hz. Mûsâ Örneği
Yüce Allah, önceki peygamberlere ait kıssalar ifadesini iki örneğe dönüştürmekte ve Mekkelilerin adlarını ve büyük ölçüde kıssalarını bildiği iki peygambere gönderme yapmaktadır.
صُحُفِ اِبْرٰه۪يمَ وَمُوسٰى “(Meselâ) İbrâhim ve Mûsâ’nın sahifelerinde (de vardı).” Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ’nın sahifelerinde bütün bu gerçeklerin yer aldığının bildirilmesi, Kur’ân’ın mesaj içerikli âyetlerinin ve temel konularının önceki mesajlarda da bulunduğunu göstermektedir.
- Şu‘arâ’ 26/192-196. âyetler oldukça dikkat çekicidir: “Şüphesiz bu mesaj, elbet âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir; onu güvenilir ruh (Cebrâîl), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arapça bir lisan ile senin kalbine getirmiş, indirmiştir. Yine şüphe yok ki, bu mesaj, öncekilerin hikmet dolu sayfalarında da vardı.” Demek ki, Kur’ân’ın mesaj derinlikleri öncekilerin sayfalarına kadar uzanmakta, oralarda da yer almış olarak, bir misyon birlikteliğine vurgu yapılmaktadır.
- Yüce Allah’ın ilk peygamberden son peygambere kadar gönderdiği bütün mesajların ortak adı “islâm”dır. Hz. Nûh’a neler vahyedilmişse, şeriat olarak Hz. Muhammed’e de onlar vahyedilmiştir.[65] Ayrıca önceki ümmetlerin inanırlarına da Yüce Allah tarafından “müslüman” adı verilmiştir.[66]
- Hiçbir günah yüklüsünün başkasının günah yükünü yüklenemeyeceği, insana sadece kendi yaptığının fayda vereceği, yaptığı işlerin kendisine gösterilip, yaptıklarının tam karşılığının verileceği bilgisi hem Hz. Mûsâ’nın, hem de Hz. İbrâhim’in sahifelerinde bildirilmiş gerçekler olarak bizlere sunulmaktadır.[67]
- “Sahife” ile “kitap” arasında anlam içeriği bakımından herhangi bir fark yoktur. Bir peygamberin sahifeleri demek, ona verilen kitap demektir; yani ona verilen ilâhî mesaj anlamına gelmektedir.
- Yüce Allah, insanlığa vahiy gönderirken onları birbirinin karşıtı veya zıddı olarak göndermiş değildir. Peygamberler de birbirlerinin rakibi değil, birbirlerinin onaylayıcısı ve destekleyicisidirler. En‘âm 6/83-90’da pek çok peygamber zikredildikten sonra, Yüce Allah Nebî (as)’a “Sen de onların hidayetine uy” talimatını vermiş, hidayetin herkes açısından aynı değeri ve anlamı ifade ettiğini belirtmiştir.
- Ahkaaf 46/9’da şöyle bir ifade yer almaktadır: “De ki: ben peygamberlerin ilki değilim; bana da size de ne yapılacağını bilmiyorum.” Âyette geçen bid‘ kelimesi, bir taraftan “bidat” anlamına geldiği gibi, diğer taraftan da “türedi, öncesi olmayan” anlamına gelmektedir. Demek ki Hz. Peygamber ilk peygamber değildi; peygamberlik anlamında herhangi bir bidat da ortaya koymuyordu; çünkü peygamberlik kurumu onunla başlamamıştı. O peygamberler zincirinin son halkasıydı; risâlet kurumu onunla bitirilmiştir.
- Hz. Peygamber’in peygamberliğinin evrenselliği ve bütün insanlara gönderilmiş oluşu da, anlamını Kur’ân’ın bu yönünden almaktadır. Bozulmamış bir inanç sahibi, Kur’ân vahyi ile karşılaştığında onu yadırgamayacak, adeta kendi çocuğunu tanır gibi, mesajı veya Hz. Peygamber’i de tanıyacaktır.[68] Nitekim Mâide 5/82-84’te böyle insanların varlığından söz edilmekte ve itiraflarına uzun uzun yer verilmektedir.
- Kitap ehlinden öylesi vardır ki, kendisine bir hazine emanet etsen, zerresine tenezzül etmeden onu sana iade eder; öylesi de vardır ki bir dinar versen, dünyayı başına yıkmadan, başına dikilmeden onu sana geri vermez.[69] Demek ki kitap ehli insanlar tek tip değil, çeşitlilik arz etmektedirler. Onların övülenleri Kur’ân’ın da emrettiği hareketleri yapan, yani Kur’ân ahlâkını taşıyanlardır.
- Âl-i İmrân 3/113-115’te, kitap ehlinden bazılarının gece boyunca Allah’ın âyetlerini okudukları, sağlam bir duruş sergiledikleri ve secdelere kapandıkları belirtilmektedir. Bunların Allah’a ve âhiret gününe inandıkları, iyiliği emredip kötülüğü yasakladıkları, hayırda yarıştıkları ve sâlih kullardan olmayı hak ettikleri beyan edilmekte, yaptıkları hiçbir fedakârlık ve hayrın inkâr edilmeyeceği, dahası onların da muttaki oldukları ifade edilmektedir.
- Âl-i İmrân 3/199’da, kitap ehlinden bazılarının hem kendilerine indirilmiş olana, hem de bizlere indirilene iman ettikleri, Allah’a derin bir saygı içerisinde boyun eğdikleri ve Allah’ın âyetlerini az bir dünyevî bedel karşılığında satmadıkları, bu nedenle ödüllerinin de Yüce Allah katında tam olduğu açıkça beyan edilmektedir.
Bütün bu âyetlerde vurgulanan husus, peygamberlerin ve getirdikleri mesaj içeriklerinin ruh ve misyon açısından birlikteliklerini ortaya koymaktır. Bu itibarla tekrar vurgulayalım ki, önceki peygamberlere veya kitaplara nispet edilen ilâhî mesajların doğruluk değeri veya doğruluk ölçüsü, Kur’ân’a uygunluk şartına bağlıdır. Kur’ân’a uygun iseler doğru ve geçerlidirler; aykırı iseler bozulmuşlardır ve geçerliliklerini de haliyle yitirmişlerdir.
[1] İslâmoğlu, age., s. 835’te 8. not; 1102’de 1. not; 1124’te 1. not.
[2] Ra‘d 13/13; İsrâ 17/44; Haşr 59/1; Saff 61/1; Cum‘a 62/1; Teğâbün 64/1.
[3] Tesbihte tenzih ve nefiy vardır; yani tesbih, Yüce Allah’ı eksikliklerden ve olumsuzluklardan uzak tutmak, eksikliklerle onu buluşturmamak demektir. Takdîste de bunlar vardır; ayrıca takdis ve hamdde isbat vardır; yani Yüce Allah’ı bütün kemâl sıfatlarıyla birlikte bilmek, anmak ve yüceltmek vardır (Tesbih, takdis ve hamd hakkında geniş bilgi için bk. Razî, age., II, 171-174). “Kelime-i tevhid” dediğimiz lâ ilâhe illallâh cümlesi tesbih ve takdisi birlikte içermektedir. Bu cümlede önce tesbih, sonra takdis yer almaktadır. Bu doğrultuda bakıldığında, İhlâs sûresinin ilk iki âyeti takdis, son iki âyeti ise tesbihtir, diyebiliriz.
[4] Süleymân b. Eş‘as Ebû Dâvûd, es-Sünen, Beyrut, 1992, Salât, 147.
[5] Ebü’l-Hüseyn Müslim b. Haccâc, el-Câmi‘u’s-Sahîh, İstanbul, 1992, Salât, 207; Ebû Dâvûd, Salât, 147; Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şu‘ayb en-Nesâî, es-Sünen, Haleb, 1986, Tatbîk, 8, 9; Ebû Abdillâh Muhammed b. Yezîd ibn Mâce, es-Sünen, İstanbul, 1992, İkâme, 20; Dârimî, Salât, 69; Ahmed b. Hanbel, IV, 155.
[6] Sâd 38/27.
[7] Mü’minûn 23/115.
[8] Dühân 44/38.
[9] Dühân 44/39.
[10] Tâhâ 20/49-50.
[11] Yazır, age., IX, 149-154.
[12] İslâmoğlu, age., s. 1248’de 7. not.
[13] Tâhâ 20/114.
[14] Semerkandî, age., III, 571; Kurtubî, age., XX, 14.
[15] Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail el-Buhârî, el-Câmi‘u’s-Sahîh, İstanbul, 1992, Fedâilü’l-Kur’ân, 7; Ahmed b. Hanbel, VI, 282.
[16] Bu yorumların benzerleri için bk. Taberî, age., XXX, 154; Zemahşerî, age., IV, 726; Râzî, age., XXXI, 141; Kurtubî, age., XX, 15.
[17] Zemahşerî, age., IV, 726; Râzî, age., XXXI, 142; Kurtubî, age., XX, 14.
[18] Hıcr 15/9.
[19] Nesh, “şer‘î bir hükmün sonradan gelen bir delille kaldırılması işlemi”dir. Kur’ân’da geçmiş şeriatlere ait bazı hükümleri yürürlükten kaldıran âyetler olduğu gibi Hz. Peygamber’in bazı uygulamalarına son veren âyetler de vardır. Bunun dışında Kur’ân’da hükmü kaldırılan hiçbir âyet yoktur; bütün âyetler geçerliliğini ve insanları eğitme görevini devam ettirmektedir.
[20] Kamer 54/17, 22, 32, 40.
[21] Dühân 44/58; Meryem 19/97.
[22] Bu yorumlar için bk. Bayraklı, age., XXI, 65-67.
[23] Kurtubî, age., XX, 15.
[24] Tercüme için bk. Semerkandî, age., III, 571.
[25] Tâhâ 20/43-44.
[26] Kurtubî, age., XX, 15.
[27] A‘râf 7/164.
[28] Ğâşiye 88/21; Tûr 52/29.
[29] Bu âyet, tüm insanlığın Hz. Peygamber’in ümmeti olduğuna delildir. Muhammedî davete icabet edenler “ümmet-i icâbet”, henüz icabet etmeyenler ise “ümmet-i davet”tir (Bk. İslâmoğlu, age., s. 1248’de 12. not).
[30] Kurtubî, age., XX, 15.
[31] Kurtubî, age., XX, 15.
[32] İslâmoğlu, age., s. 385’te 2. not.
[33] Fâtır 35/28.
[34] Enbiyâ 21/28.
[35] Hûd 11/106.
[36] Leyl 92/15.
[37] Leyl 92/16.
[38] Nisâ’ 4/115; Sâffât 37/163; Vâkı‘a 56/94; Hâkka 69/31; İnfitâr 82/15; Mütaffifûn 83/16; Leyl 92/15.
[39] Ra‘d 13/34; Tâhâ 20/127; Secde 32/21; Zümer 39/26; Kalem 68/33.
[40] Hâkka 69/27.
[41] Nebe’ 78/40.
[42] İnşikaak 84/11.
[43] Mü’minûn 23/99-100; Secde 32/12, 20; Fâtır 35/37; Mü’min 40/11.
[44] Furkaan 12-13.
[45] Bakara 2/154; Âl-i İmrân 3/169.
[46] Benzer görüşler için bk. Taberî, age., XXX, 155-156.
[47] Nisâ’ 4/49; Nûr 24/21; Necm 53/32.
[48] En‘âm 6/33.
[49] Taberî, age., XXX, 155; Zemahşerî, age., IV, 728; Râzî, age., XXXI, 147-148; Kurtubî, age., XX, 17.
[50] Râzî, age., XXXI, 147.
[51] Taberî, age., XXX, 155.
[52] Kıyâmet 75/20-21.
[53] Yûsuf 12/91.
[54] Tâhâ 20/72.
[55] Me‘âric 70/6-7.
[56] Âhıret kelimesinin anlamı için bk. Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü’l-Arab, Mısır, trs., I, 38-40; Muhammed Murteza el-Hüseynî ez-Zebîdî, Tâcü’l-‘Arûs, Dârü’l-Fikr, baskı tarihi yok, IV, 9; Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdülkadir er-Râzî, Muhtâru’s-Sıhâh, Beyrut, 1995, s. 9; Ebû Nasr İsmâil b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhâh: Tâcu’l-Luğa, Beyrut, 1979, I, 12; Ahmed b. Yûsuf b. Abdi’d-Dâim Semîn el-Halebî, ‘Umdetü’l-Huffâz fî Tefsîri Eşrafi’l-Elfâz, Beyrut, 1996, I, 72-73.
[57] Nahl 16/96.
[58] Kehf 18/46. Benzer âyetler için bk. Meryem 19/76; Duhâ 94/4.
[59] Bakara 2/201.
[60] Bu rivayetin Gazâlî’nin İhyâ’sında var olduğu, manasının doğru olduğu ifade edildiği gibi, bunun sahih olmadığını ifade edenler de vardır. Bilgi için bk. İsmail b. Muhammed el‘Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs, Beyrut, 1988, s. 412.
[61] Tekâsür 102/8.
[62] Bakara 2/198.
[63] Cum‘a 62/10.
[64] Kasas 28/77.
[65] Şûrâ 42/13.
[66] Hacc 22/78. Benzer âyetler için bk. Âl-i İmrân 3/52; A‘râf 7/126.
[67] Necm 53/36-41.
[68] Bakara 2/146; En‘âm 6/20.
[69] Âl-i İmrân 3/75.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder