Peygamberimiz bir bu ne güzel temenni.
Fakat bu temenni yaşanan gerçeğe tekabül ediyor mu? Bu temenninin aktüel
karşılığı var mı? Sahi bir mi
peygamberimiz, farzı muhal inandıkları peygamber kabrinden kalkıp gelse
peygamberimiz bir diyenler ona karşı kaç tür tavır ortaya koyardı? Bir tel
alabilmek için saçına sakalına hücum edenlerin, elbisesinden bir parça koparabilmek
için başına üşüşenlerin kopardıkları teli ya da elbise parçasını bir ömür
saklayıp ona kutsallık atfederek bir kurtuluş nişanesi haline getirenlerin
oranı acaba ne kadar olurdu. Ya hiç tanımayacak olanların yüzdesi… Yoksa benim
zihninde oluşturduğum imaj aslından daha iyi deyip gerçeğine sırt mı dönerlerdi,
peygamberlerini taşlayarak öldüren İsrailoğulları gibi taşlayanlarda çıkar mıydı?
Müslümanların zihninde oluşan
peygamber tasavvurlarını merak edip araştırsak birbirine hiç uymayan kaç
peygamber tasavvuru çıkardı dersiniz. Melek peygamber, yeryüzünde değil
gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan, iz bırakmadığı içinde
izlenemeyen, hayattan yüceltme bahanesiyle dışlanmış, dolayısıyla hayata
taşınması mümkün olmayan bir masal kuşu gibi hep Kaf Dağını mesken tutan,
hayatın içinde ve hayatımıza dâhil olmayan bir peygamber.
Ya da vahiy postacısı, Kur'an'ı bir ara kablosu
hüviyetiyle iletip müminlerin hayatından usulca geri çekilen bir peygamber. Bu
durumda o artık tarihin malıdır, misyonu yaşamıyla sınırlıdır. Dolayısıyla bu
misyonun taşınması, yaşanması, üretilmesi, ihya edilmesi, örnek alınması söz
konusu değildir.
İkisi de aynı kapıya çıkmıyor mu? Hayattan
dışlamak… Birincisi bu sonucu yüceltme adına gerçekleştirirken, ikincisi
indirgeme adına gerçekleştiriyor. Birinciler, peygamberlerini Hazreti İsa gibi
yücelteceğim derken yarı ilah haline getiren Hristiyanların yaklaşımını
sergilerken, ikinciler, peygamberlerini taşlayarak öldüren, iftira eden, onları
kovalayan, onlara sıradan biri muamelesi yapan Yahudilerin yaklaşımını
sergiliyor.
Şu bir gerçek ki.. Peygamber iki türlü yaşar. Birincisi fiziki
varlığıyla, ikincisi misyonuyla. Bir peygamber iki kez öldürülebilir, birincisi
fiziki varlığını ortadan kaldırarak ikincisi misyonunu ortadan kaldırarak. Eğer
peygamberin fiziki varlığı ortadan kaldırılmış fakat misyonu yaşıyorsa o
gerçekte yaşıyor demektir. Çünkü
Peygamberi peygamber yapan bedeni değil mesajıdır. Şayet ortadan kaldırılan
misyonu ise, işte peygamber asıl o zaman ölmüş ya da öldürülmüş demektir.
Tarihsel süreç içerisinde, bir de
İslami disiplinlerin kendilerine özgü peygamber portreleri oluşmuştu. Hadisçilerin
hep söz söyleyen, sürekli konuşan peygamber anlayışı, Fıkıhçıların, Hz.
Peygamber'in her söz ve davranışına bir hukuk definesi gibi baktıkları formel
aklın kodlayıcı peygamber anlayışı; ve Mistisizmin peygamberi adeta
buharlaştırıp bir "enerji bedene" dönüştüren "Nur-u
Muhammedi" felsefesine dayalı irfanî peygamber anlayışı...Bu problemli
tasavvurların sağlamasını neyle, nasıl yapacaktık? Yani, doğru bir peygamber
anlayışına nasıl ulaşacaktık?
Elbette Kur'an'la!
Çünkü, nasıl Kur'an'ı onunla tanıdıksa, onu da Kur'an'la
tanıyabilirdik. O nasıl Kur'an'ın aynasıysa, Kur'an da onun aynasıydı. Allah'ın
gör dediği yerden bakanlar, onu Kur'an'da Kur'an'ı onda görürlerdi. Kur'an onu
"tarihsel bir değer" olarak değil, aktüel bir değer olarak tanıtır ve
her müminin "şimdi ve burada"sına taşır. Kur'an'a göre o aktif,
kurucu ve inşa edici bir öznedir. Kur'an onu bir iletişim aleti" gibi, ya
da "melekleştirilmiş bir efsane varlık" gibi gören anlayışı dışlar.
En iyisi onu Kur'an'dan öğrenmek. Nasıl ki Kur'an'ı en iyi o
anlatmışsa, onu da en iyi Kur'an anlatmıştır.
Üç Muhammed de kim?" diye
soracak olanlara sıralayalım:
1. Olağanüstüleştirilip melekleştirilerek hayattan dışlanan Muhammed (asm)
2. Aşağılanarak, Allah'la insan arasında postacı seviyesinde -özürle- bir 'ara kablosu' gibi algılanan Muhammed (asm).
3. Bunların dışında ve karşısında yer alan Kur'an'ın tanıttığı ve kendisinde ahlaka dönüştüğü, sözcüğün en mükemmel çağrışımlarıyla 'insan' ve 'elçi' Muhammed (asm).
Bu kategoriden ayrı olarak bir de İslami disiplinlerin Hz. Peygamber'i tek boyutlu algılayışları var:
1. Muhaddislerin hiç susmamacasına hep konuşan, hayatı söz söylemekten müteşekkil olan peygamber anlayışı.
2. Sufilerin, biraz münzevi, biraz seçkinci, bir parça sermest, ama hep 'esrara' gark olmuş ve illa ki 'olağanüstü' peygamber tasavvuru.
3. Fakihlerin, sürekli kural koyan, en insani durumlardan dahi hukuki kurallar çıkaran, hayata salt hayatı kodlamak için gelmiş izlenimi veren ya da her haline 'kodifikasyon malzemesi' olarak bakılan peygamber tasavvuru..
Ve bütün bu farklı yaklaşım ve tasavvurlar arasında kaynayıp giden 'örneklik misyonu.'
Hem nasıl örnek alınsın ki?
Ama Kur'an onu ahlaki davranış alanında örnek göstermedi mi, diyeceksiniz.
Kesinlikle haklısınız. Zaten örnek olarak sunmak, örnek objesinin 'üretilebilmesiyle' mümkündür. Kur'an örnek alınması mümkün olmayan birini örnek göstermez. Eğer örnek göstermişse bu, "örnek gösterilenin", örneklik alanlarında insanlar tarafından yeniden üretilebileceği, her zamana ve zemine taşınabileceği anlamına gelir.
İnsanlar sesi herkesten gür çıkan, boyu herkesten uzun görünen, teni misk ü amber kokan, küçük abdesti şifa olan, büyük abdesti tahir olan, erkekliği kırk erkek gücüne denk olan bir peygamberi örnek alamazlar. Böyle bir peygamber tasavvurunun amacı insanlara "örnek göstermek" değildir; sadece ıslık çaldırmak ve Peygamber'i insan elinin ulaşamayacağı bir yüksekliğe (!) sürgün etmektir.
Böyle bir tasavvurun sahibi, "hayran" olur ama "örnek almaz"; belki "kurban olur" ama onu "hayata taşıyamaz." Zaten böyle bir peygamber tasavvuru ancak uğruna ölmeye yarar, onu ölü çağlara hayat veren bir âbıhayat gibi taşımaya, yaşamaya, yaşatmaya değil.
Aşağılayan ve onu paranteze alma cüreti gösteren karşı sapma, yukarıdaki ifrat davranışa bir tepki olarak palazlanmıştır. Bu sapma, peygambersiz bir vahyin olamayacağı yasasını yok sayarcasına, dinin kitabi kaynağına tutunma adı altında dinin hayati kaynağını görmezden gelmeyi teklif etmektedir. Haricilerle başlayıp Hind-İslam Modernizmi'yle sistemli bir söyleme kavuşan ve bugünlere gelen "Kur'ancılık" akımı, işte bu yanlışın farklı nedenler ve ortamlarda ortaya çıkan savunucularıdır.
Aslında bu iki dengesizlik, sonuçları açısından aynı gözede buluşmaktadırlar: Peygamber'i hayattan dışlamak. Amiyane tabirle bu sonuca 'topu taca atmak' da diyebiliriz. Ne var ki, peygamberi hayattan dışlama işini biri 'yüceltme' tavrı altında icra ederken diğeri 'indirme ve indirgeme' tavrı altında yapmaktadır. Neticede iki tavır da aynı kapıya çıkmaktadır.
Oysa ki Kur'an, Hz. Peygamber'in "örnek insanlığına" vurgu yaparak bu tavırların ikisine de daha baştan set çekmiştir. Bu mesajı Hz. Peygamber de içselleştirerek şu ölümsüz uyarıyı yapmıştır: "Meryem Oğlu'nu olağanüstüleştirdikleri gibi beni de olağanüstüleştirmeyin. Ben yalnızca bir kulum. Deyin ki: O Allah'ın kulu ve elçisidir."
Bu uyarı, Hz. Peygamber'in ümmetine "Hıristiyanlaşmayın, Yahudileşmeyin!" uyarısıdır.
Çünkü Hıristiyanlar peygamberlerini yüceltme adına tanrılaştırdılar ve sevgiyi cinayete dönüştürdüler: Allah'ın kulu ve güzel peygamberi İsa, asıl tanrılaşınca öldü. Onu öldürenler onu tanrılaştıranların da kendileridir. Çünkü insan putlaştırılınca örnek olarak hayatın içinde yaşama imkanını yitirir. Yahudiler ise tam tersi bir tavırla kendi peygamberlerini aşağıladılar, taşladılar, öldürdüler. Birincilerin yaptığıyla ikincilerin yaptığı aynı kapıya çıktı.
Mustafa İslamoğlu
Üç Muhammed kitabından
alıntıdır.
Cümlelerde bazı küçük
değişiklikler olmuş olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder