5 Temmuz 2017 Çarşamba

Müddessir Sûresi'nin Tefsiri (1-10 Ayetler)

Müddessir Sûresi'nin Tefsiri

 (1-10 Ayetler)

Mehmet OKUYAN

1. DERS:

“1. Ey (risalet görevine) bürünen (Peygamber)! 2. Kalk ve (insanları) uyar. 3. Sadece Rabbini yücelt. 4. Kendini (elbiselerini) arındır. 5. Tüm kötü ve pis şeyleri terk et. 6. (Yaptığın iyiliği) çok görerek başa kakma. 7. Sadece Rabbin için sabret.”


Peygamberliğin bir nübüvvet bölümü bir de risalet boyutu vardır. Kanaatimiz odur ki, Hz. Peygamber’in bu sûreye kadar aldığı vahiyler onun nübüvvetini inşa ederken Müddessir sûresi ile de risalet görevi başlamıştır. Her peygamber hem nebîdir, hem de rasûldür; ancak önce nebidir, sonra rasûldür.



Peygamberler peygamber olabilmek için her şeyden önce ilâhî bilgilerle buluşturulmuş olmalıdırlar; sonra da söz konusu bilgileri muhataplara ulaştırmalıdırlar. İlâhî bilgilendirmeye muhatap olmadan peygamberlik söz konusu olamaz. Bu nedenle nübüvvet ve risaletin her peygamber için söz konusu olan iki özellik olduğunu beyan ederek risalet kurumu hakkında bazı açıklamalar yapmak istiyoruz.

a) Risalet Kurumu
Yüce Allah, peygamber gönderme gerekçesi olarak çok önemli bir ilke koyduğunu hatırlatarak, bu tür görevlendirmelerin insanları azaptan ve sıkıntıdan kurtarma amacına yönelik olduğunu bildirmektedir. Bu amaçla insanların ilk nesilden itibaren peygambersiz bırakılmadığı bir gerçektir.



1. Kur’ân’da kendisine ayrıntılı şeriat verilen ilk peygamber olarak Hz. Nûh’un zikredildiğini ifade edebiliriz. Buradan hareketle ondan önce peygamber gönderilmediği gibi bir sonuç kesinlikle çıkartılmamalıdır. Çünkü Kur’ân’da adı verilen ve kıssası anlatılan peygamberler peygamberlerin tamamı değildir. Yüce Allah Nisâ 4/163-164 ve Mü’min 40/78’de çok açık bir şekilde kıssası anlatılan peygamberler olduğu gibi kıssası anlatılmamış peygamberlerin de bulunduğunu beyan etmektedir. 

Sadece bu açıdan bakılsa bile Hz. Nûh’tan önce başka peygamber gönderilmediği veya peygamberlik kurumunun onunla başladığı söylenemez.


İnsanlık tarihinin ne kadar eski olduğu ve Hz. Peygamber’in ifadesiyle 24.000 veya 124.000 peygamberin gönderildiği düşünüldüğünde mesele biraz daha ortaya çıkmış olur. Elbette bu sayıların da rakamsal bir değer vermesi şart değildir; ancak ne olursa olsun, maksadın çok fazla sayıda peygamber gönderildiğini söylemek olduğu aşikârdır.



2. Bu arada bir konuya daha kısaca değinmekte yarar olabilir. Kur’ân’da acaba neden sadece 28 peygamberden söz edilmektedir? Buna birkaç şekilde cevap verebiliriz: Öncelikle o peygamberlerin kıssalarında bu son ümmet için dersler olması nedeniyle onlar seçilmiş olabilirler. Ayrıca Kur’ân vahyinin indirildiği dönemde ilk muhataplar sadece bu peygamberlerin adını bildikleri için bunlarla sınırlı kalınmış olabilir. Bir başka sebep olarak da Ortadoğu bölgesinde yaşayan peygamberlerin adı bilindiği için Hz. Peygamber’in muhatapları tarafından yalanlanmaması sağlanmak istenmiş olabilir.

Daha başka gerekçelerin olabileceğini ifade ederek özellikle şu hususun altını çizmek istiyoruz: İnsanlık tarihi ne kadar eskilere gidiyorsa risalet de o kadar eskiye gitmektedir. Bu nedenle Hz. Nûh’un ilk peygamber olduğu iddiası hatalı olduğu gibi Kur’ân’da adı verilen peygamberlerin bütün peygamberler olduğu kanaati de aynı şekilde hatalıdır.



3. Yüce Allah’ın Hz. Âdem’e bilgi öğrettiği ve onun da Yüce Allah’tan çeşitli kelimeler aldığı Kur’ân’da açıkça bildirilmektedir. Dahası Yüce Allah seçkin kıldığı insanları sayarken ilk olarak Hz. Âdem’i zikretmekte, ardından Hz. Nûh, Hz. İbrâhim ailesi ve İmran ailesini sıralamaktadır. Dolayısıyla risaletin Hz. Âdem’le başladığı, onun da peygamber olduğu rahatlıkla söylenebilir. Aksi takdirde insanoğlunun önceleri başıboş bırakıldığı, ortalığa salındığı, hatta materyalistlerin ileri sürdüğü gibi yontma taş devri, cilalı taş devri gibi çeşitli devirlerden geçtiği, daha sonra kendi çabasıyla ve tecrübeleriyle bilinçlendiği gibi sonuçlar kaçınılmaz olur.



Yüce Allah insanı yarattığında onu bilgilendirdiğini ve onu kendisini ifade etme yeteneğiyle buluşturduğunu beyan etmektedir. Bunun doğal sonucu olarak insanın halife olarak görevlendirdiği de Kur’ân’da ifade etmektedir. Yaratılış gayesinin ele alındığı İnsân sûresinin ilk âyetlerinde insanın imtihan edilmek için yaratıldığı bildirilmektedir. İmtihan edileceklerin bütün insanlık olduğu düşünüldüğünde bunun ilk insan neslinden itibaren başladığı rahatlıkla söylenebilir. Böyle olunca kendi aklî güçleriyle hakkı bulamayan ve dolayısıyla toplumda huzursuzluk çıkartanların ıslahı için ilk nesle de peygamber gönderilmesinin gereği kendiliğinden anlaşılmaktadır.



4. Yüce Allah meleklerden ve insanlardan elçiler seçtiğini haber vererek peygamberlik kurumunu kendisinin şekillendirdiğini ifade etmiş olmaktadır. Her topluma bir peygamber gönderildiği, her toplumun bir hidayete çağırıcısının bulunduğu da Kur’ân’da açıkça beyan edilmektedir. Risâlet öğretilerine ulaşamayan, bir anlamda vahyî bilgilerden haberdar olamayanlara azap edilmeyeceği ise bir başka gerçektir.



Bütün bu anlattıklarımızdan şu sonucu çıkartabiliriz: İlk insan nesli ilk peygamberle de buluşturulmuştur. Muhatapların durumu veya ihtiyacı ne oranda ise risaletin içeriği de elbette ona uygun şekillendirilmiştir. Bu açıdan bakıldığında kurulu bir din veya hukukî düzenlemeler içeren bir şeriatın Hz. Nûh ile başladığı ve bu kurumun Hz. Muhammed (as) ile sona erdirildiği inkâr edilemez bir gerçektir. İşte son peygamber Hz. Muhammed’in risalet görevi Müddessir sûresi ile başlamakta, artık kendisine yönelik ilâhî bildirimleri muhataplara ulaştırması gereği bu sûre ile ona öğretilmektedir.



Yüce Allah sûrenin ilk âyetlerinde, Hz. Peygamber’i risalet için inşa etmekte ve hayatı boyunca ayrılmaması gereken ilkeleri ona öğretmektedir. Peygamberliğin ilk döneminde ona yönelttiği ilkeleri diğer müminlere de hayat prensibi olarak göndermiş olmaktadır. Bu nedenle ele alınacak ilkeleri bize yönelik olarak da okumak durumunda olduğumuzu unutmamalıyız.

b) el-Müddessir Ne Demektir? 


Yüce Allah, peygamberlik görevi verdiği Hz. Peygamber’e hitap ederken Kur’ân’da farklı kelimeler kullanmaktadır. Rasûl ve nebî kelimeleri en yaygın olanlarıdır. Bunlardan ayrı olarak, önceki sûredeki el-müzzemmil ve bu sûredeki el-müddessir kelimeleri de Hz. Peygamber için kullanılan özel sözcüklerdir. “Örtünen, bürünen” anlamına gelen bu kelime ile ilgili detay vermeden önce âyetlerin nüzul sebebi hakkında bilgi vermek istiyoruz.



ı. Âyetlerin İniş Sebebi

Âyetlerin nüzûl sebebi olarak kaynaklarımızda çeşitli rivayetler yer almaktadır. Birkaç tanesini nakletmekle yetinelim.



a) Hz. Peygamber bir gün, örtüsüne bürünmüş bir halde uyurken, Cebrâîl (as) gelip onu uyandırmış ve bu âyetleri kendisine indirmiştir.



Bu rivayette sûrenin ilgili âyetlerinin indiriliş yeri ve zamanı hakkında bilgi verilmemekte, sadece uyku halindeyken bu âyetlerin kendisine indirildiği beyan edilmektedir.



b) Câbir b. Abdillâh’tan gelen bir rivayete göre Nebî (as) olayı şöyle anlatmıştı: “Hira Dağı’ndaydım. Aniden ‘Ey Muhammed, sen Allah’ın elçisisin’ diye bana seslenildi. Sağıma soluma bakındım; hiç kimseyi göremedim. Yukarıya doğru bakınca, gök ile yer arasında bir taht üzerinde oturur vaziyette o meleği gördüm. Korktum ve Hatice’nin yanına vardım. ‘Beni örtün, üzerime soğuk sular dökün’ dedim. Bunun üzerine Cebrâîl (as) gelip, ‘Ey örtüsüne bürünen’ âyetlerini indirdi.”



c) Yine Câbir’den gelen başka bir rivayete göre, Rasûlüllah (as) vahyin bir süre kesilmesinden söz ederken, gökten bir ses duyduğunu, başını yukarı kaldırdığında Hîrâ’da kendisine gelen meleğin gök ile yer arasında bir kürsüye oturmuş bir halde olduğunu ifade etmiştir. Devamla Nebî (as), bunun üzerine korkarak eve döndüğünü ve ailesine, zemmilûnî zemmilûnî “beni örtün, beni örtün” dediğini, onların da kendisini örttüğünü belirtmiştir.



Önceki rivayete benzeyen, ancak sonraki dönemlerle ilgili olduğu anlaşılan bu rivayete göre, Hz. Peygamber daha önceden Cebrâîl (as)’ı gördüğünü beyan etmiş olmaktadır. Demek ki, bu âyetler iddia edildiği gibi vahyin ilk âyetleri değildir; muhtemelen kısa kesintiden sonra gelen ilk bölümdür.



Olay eğer vahyin ilk yaşandığı Hirâ Mağarası’ndan dönüşle veya kısa kesintiden sonrası ile ilgili ise, Hz. Peygamber’in kendisini örtme isteğinde bulunduğu kişi Hz. Hatice olmalıdır. Ona yönelik isteğinde zemmilû veya dessirû şeklinde çoğul bir ifade değil, zemmilî veya dessirî şeklinde “müfred müennes”, yani tekil dişi kalıp söz konusu olmalıydı. Buradan hareketle, meseleyi maddî bir nesne ile örtünme şeklinde anlamanın çok sağlıklı bir tercih olmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. O halde, söz konusu “örtünme” nasıl anlaşılmalıdır? Şimdi bu konuyu ele alalım.



ıı. Hz. Peygamber Ne ile Örtünmüştü?



يَآ اَيُّهَا الْمُدَّثِّرُۙ “Ey (risalet görevine) bürünen (Peygamber)!” Âyetteki الْمُدَّثِّرُ el-müddessir kelimesi, “içine kapanmış, bürünmüş olan, örtünen kişi” demektir.



Vahyin ilk dönemlerinde Hz. Peygamber’i inşa etmeye dair esasların ele alındığı bu sûrede sözü edilen ilk kelime الْمُدَّثِّرُ el-müddessir sözcüğüdür. Bu kelime d-s-r kökünden türetilmiş, müzzemmil kelimesinde olduğu gibi tedessera kalıbındaki değişiklikle iddessera mâzî kalıbından el-müddessir şeklini almıştır.

1. Kök anlamı itibariyle bu kelime, hem maddî hem de manevî olarak bir şeyle örtünme anlamını birlikte verebilir. Müfessirlerimizin önemli bir çoğunluğu, bu örtünmeyi Hz. Peygamber’in vahiy alacağını hissettiği zaman üzerine maddî olarak yorgan veya keçe ya da kadife türü bir nesne alması şeklinde anlamışlardır. Bazı müfessirlerimiz ise el-müddessir kelimesini Hz. Peygamber’in uyurken elbiselerini üzerine örtmesi şeklinde yorumlamıştır.



2. el-Müzzemmil kelimesinin kalıbı olan tezemmele fiili “bir şeyi üstüne almak” anlamına gelirken, el-müddessir kelimesinin kalıbı olan tedessera fiili “bir şeyi altına almak” şeklinde bir anlam verir. Buna göre ilk maddede naklettiğimiz ve genelde kabul edilen anlam çok sağlıklı görünmemektedir.



3. Görüldüğü üzere, el-müddessir kelimesini “maddî şeylerle örtünmek” şeklinde anlayınca, mesele içinden çıkılmaz bir hal almaktadır. Bu nedenle ilgili kelimeyi mecâzî anlamda yorumlamak diğerine göre çok daha isabetlidir. Bu doğrultuda üç değişik yaklaşımı hatırlatarak konuyu incelemeye çalışalım.

a) Taberî’nin İkrime’ye nispetle naklettiği bir görüşe göre, bu kelime “Hz. Peygamber’in nübüvvet ve risalet elbisesine bürünmesi” anlamındadır. Bu doğrultuda sûrenin ilk iki âyetinin anlamı şöyle olur: “Ey nübüvvet ve risalet elbisesine bürünen peygamber! Kalk ve insanları uyar.”


b) Yine bu anlamla uyumlu olacak şekilde, söz konusu kelime Hz. Peygamber’in Hira Mağarası’ndaki saklanmışlığını ve yalnızlığını da ifade edebilir. Buna göre ilgili âyetlerin mesajı şöyle olur: “Ey yalnızlığa bürünüp saklanan peygamber! İşinin gereğini yerine getir; sessizlik ve yalnızlık köşesinden çıkıp halkı uyar ve onları hakka davet et.”



c) Üçüncü bir anlam da şöyledir: “Ey şerefli ilim, güzel ahlâk ve mükemmel rahmet elbiselerine bürünen peygamber! Kalk ve Rabbinin azabı hususunda insanları uyar.”



Görüldüğü üzere, üçüncü maddede naklettiğimiz görüşlerin her biri ilk maddedeki yaklaşımdan daha isabetlidir. Çünkü o yaklaşıma göre mesele maddîdir. Oysa konuyu maddî bir örtüyle ilişkilendirmek, mesajı daraltmaya ve sorumluluğu basite indirgemeye neden olabilir. Esasında anlam maddî örtünmeyle ilgili olsaydı, burada libâs, siyâb gibi başka kelimelerin kullanılması da mümkündü. Kur’ân’da birer defa ve sadece bu iki sûrede geçen el-müzzemmil ve el-müddessir kelimelerinin kullanılması, anlamlarının da derin mesajlar verecek özellikte olmasını gerektirir.



Sorumluluk sahibi olmak, peygamberlik kurumuyla tam uyumlu bir yaklaşımdır. Nitekim Yüce Allah takvâ örtüsünden söz etmekte, böylece örtünmenin maddî varlıklarla sınırlı olmağını, manevî bürünmüşlüğün de bu kavramın kapsamında yer aldığını, hatta bu örtünmenin çok daha hayırlı olduğunu ifade etmektedir. “Takvâ örtüsü” nasıl manevî bir bürünme ise, el-müzzemmil ve el-müddessir kelimeleri de benzer şekilde manevî olarak “risalet görevini üstlenmek” anlamına alınmalıdır.



Yüce Allah, Müzzemmil 73/5’te Hz. Peygamber’e “ağır bir söz vahyedeceğini” beyan etmekte, böylece hem vahyin içeriğinin dolu olduğunu, hem de sorumluluğunun ağırlığını dile getirmiş olmaktadır. Bu âyetteki mesajla da uyumlu olarak ilgili kelimeyi mecâzî anlamda değerlendirmek, diğer tercihlere göre daha önceliklidir. Bizim de kanaatimiz bu yönde olduğu için, hem bu kelimeyi hem de sonrasındaki âyetleri bu istikamette yorumlamayı daha doğru bulmaktayız.



Âyetteki hitap her ne kadar öncelikle Hz. Peygamber’e yönelik ise de, mesajı güne getirmek âyetlerin canlılığını sağlamada son derece önemlidir. Bu nedenle, sûrenin ilk âyetlerinin günümüze hitabıyla ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: İnsanları din adına uyarmak isteyenler öncelikle vahyin ruhu ve aydınlığı ile buluşmalı, Allah adına konuşanlar da Allah’ın kitabından konuşmak zorunda olduklarını bilmelidirler. Vahiy ile buluşmadan, vahyin gözlüğünü takmadan ve dinî hayata “vahyin bak dediği yerden” bakmadan din adına tebliğ görevi yapılamayacağı da özellikle unutulmamalıdır.

c) Vahyin Peygamber İnşasının İlkeleri 


Yüce Allah, sorumluluk sahibi kıldığı peygamberine çeşitli emirler vererek, hem bedensel anlamda hem de manevî dünyasında onu vahyin şefkatli ve aydınlık ortamında şekillendirmeye ve programlamaya devam etmektedir. Başlangıç ‘Alak, Müzzemmil gibi sûrelerin ilk âyetleriyle gerçekleşmişti. Şimdi ele alacağımız âyetlerde, bu inşa projesinin çeşitli unsurları tek tek ele alınmakta ve bu değerleri bütün inananların da sahiplenmesi gerektiği dolaylı olarak hatırlatılmaktadır.



ı. Harekete Geçip Uyarıya Başlamak



قُمْ فَاَنْذِرْۙ “Kalk ve (insanları) uyar.” Âyetteki قُمْ kum emri “kalkmak, harekete geçmek”, اَنْذِرْۙ  enzir emri ise “uyarmak” demektir.

Yüce Allah, sûrenin bu ilk âyet grubunda Hz. Peygamber’e yönelik ilk emrini قُمْ kum diyerek, “kalkmak” şeklinde belirlemektedir. Bununla söylenmek istenenin ne olduğu konusunda bazı bilgiler vermek gerekir.
1. Bu emir, ilk âyete verilen “bir nesne ile örtünmek” anlamı doğrultusunda fiziksel olarak “ayağa kalkmak” şeklinde yorumlanmıştır. Bu yorum, yatağından kalkmayı veya uykudan uyanmayı çağrıştırmaktadır. Buna göre, belli ki Hz. Peygamber vahyi aldıktan sonra yatmış veya istirahate çekilmişti; Yüce Allah da onu uyararak kalkmasını kendisine emretmişti.


2. Bu emri fiziksel bir hareketten ziyade, sorumluluğun gereğini yerine getirmek için “harekete geçmek” şeklinde anlamak da mümkündür ve bu yorum diğerine göre daha doğrudur. İlk âyetteki sorumluluk yüklenmiş olmanın doğal sonuçlarından birisi, sorumluluğun gereğini yerine getirmektir. Bunun için yerine göre bazen ayakta olmak, bazen oturmak, yerine göre de bazen konuşmak, bazen de susmak gerekli olabilir. Önemli olan nokta, ne gerekiyorsa onu gerektiği yerde ve gerektiği gibi yapmaktır.



Yüce Allah, peygamberliğin ilk dönemlerinde vahyin kendisine yüklediği ağır sorumluluğun gereğini yerine getirmede henüz yeterli bilgisi olmadığı için Hz. Peygamber’i bilgilendirmektedir. Peygamberler risalet görevini nasıl yaptılarsa, Hz. Peygamber de işte bu konuda yavaş yavaş bilgilendirilmeye başlanmaktadır.



Mekke’nin Sosyal Yapısı ve Risâlet:



Mekke’de “muvahhidler” denen ve Hz. İbrahim’den kalan “haniflik” inancına mensup kişilerden birisi de Hz. Peygamber’di. Sahip olduğu tevhid inancı gereği, putperest toplumunun gidişatından derin rahatsızlık duyan Hz. Peygamber, henüz ilâhî vahiy ile buluşturulmadığı için, toplumda yaşanan sorunların çözümünü bilmiyor, onlara çare bulamıyordu. Bu mesiyle birlikte kullanılırsa, müjdelemenin zıddına bu defa “azapla uyarmak, azaba uğratılmamak için muhatapları bilgilendirmek, ikaz etmek” anlamlarına gelir.



3. İnzâr kelimesi özellikle bu âyetteki kullanımında “ilk bilgilendirme” anlamına alınırsa, Şu‘arâ’ 26/214’ün de desteğiyle bu defa mesaj, “duyuruya yakın akrabadan başlamak” şeklini alır. Bu âyetlerin vahyin ilk dönemiyle ilgili olduğu gerçeğinden hareketle, Hz. Peygamber’in risalet ilkelerini tebliğ için en yakınından başlaması gerektiği bu emrin hedefi olarak görülebilir. Yüce Allah, Hira’da sorularına cevap verdiği Hz. Peygamber’den bu bilgileri etrafına ulaştırmasını istemektedir. Çünkü vahyin hedefi, en yakınından başlayarak bütünüyle insanlıktır.



Her dinin ilkeleri ilk muhatapları sayesinde diğer insanlara ulaştırılmıştır. Bu genel kural gereği, Hz. Peygamber de tebliğine en yakınından başlamış, peyderpey yaşadığı topluma, Mekke’ye ve civarına ulaştırmıştır. Bu faaliyet, sonrakiler tarafından diğer yörelere ve nihayet bütün insanlığa ulaştırılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle biz de âyetteki emrin “ilk muhataplardan başlayacak şekilde tebliğ faaliyetinde bulunmak” anlamına geldiğini düşünmekteyiz.



4. İnzâr kelimesinin bunların dışında, bir de “adamak” anlamı vardır. Nezr veya nüzûr kalıplarında bu kelime Kur’ân’da “adak, adaklar” anlamında da kullanılmaktadır. İşte bu anlam, âyeti doğru anlayıp yorumlamada bizlere çok önemli ufuklar kazandırmaktadır. Yüce Allah, Hz. Peygamber’den kendisini bu göreve adamasını istemektedir. İnsanın bir işte arzu edilen başarıyı yakalaması için kendisini o göreve adaması gerekir. Görevi yapmak için onu yaşamak gerekir. Özellikle peygamberlik görevi adanmışlık ister. Risalet sıradan bir görev değildir, hayatı bütünüyle o görev uğrunda yaşamayı zorunlu kılan bir adanmışlık ve fedakârlık kurumudur.



Peygamberler, vahyin gözetiminde görevlerinde başarıyı üst düzeyde gerçekleştirmekle yükümlüydüler. İşte dini doğru anlayıp yaşamak şeklindeki bu başarıyı yakalamak müminlerden de istenmektedir. Din, uğruna adanmış insanlar ister. Âyetin günümüze mesajını bu noktada anlamak bizim için bir zorunluluktur.

ıı. Sadece Yüce Allah’ı Yüceltmek


وَرَبَّكَ فَكَبِّرْۙ “Sadece Rabbini yücelt.” Âyetteki رَبَّكَ rabbeke tamlaması “senin rabbin”, كَبِّرْۙ kebbir emri “büyük tanımak, yüceltmek” demektir.

a) Harekete geçip uyarıda bulunmak emrinin ilk konusu “Allah’ı yüceltmek” şeklinde belirlenmektedir. Bu ifade, bir anlamda “Allah’tan başka ilâh kabul etmemek” demektir. Nitekim Yüce Allah, Hûd 11/2, Nahl 16/2 ve Nûh 71/2-3’te uyarının ilk konusunu bu şekilde “tevhid” olarak ilkeleştirmiştir.


Mekke toplumunun inanç yapısı dikkate alındığında, âyetteki maksadın “sadece Yüce Allah’ı büyük tanımak” olduğu anlaşılmaktadır. Artçı putları tanrı kabul edenlerin ilk muhataplar olduğu bir dönemde, sadece Yüce Allah’ı büyük, ulu ve üstün güç olarak tanımak asıl hedef olsa gerektir. “Sadece Yüce Allah’ı üstün tanımak” demek başka varlıklara üstünlük atfetmemek demektir; bir anlamda çok-tanrıcılığı ve putperestliği terk etmek demektir. Kur’ân’ın indirildiği ilk muhatapların tevhid konusundaki derin bozukluklarına karşılık, onları tevhide çağırmak vahyin asıl gönderiliş gayeleri arasında yer almaktadır. Bu bakış açısına göre, âyeti “Sadece Rabbini büyük tanı” şeklinde de tercüme edebiliriz.



Âyette رَبَّكَ rabbeke kelimesinin كَبِّرْۙ kebbir emrinden önce zikredilmesi, mesajın vurgulu hale gelmesini sağlamak içindir. Normalde sıralama tersine olmalıydı; ancak Yüce Allah vurgu tekniklerinden birisini kullanarak başka hiçbir varlığın ilâh anlamında üstün güç olarak kabul edilmemesi gerektiğini öğretmeyi amaçlamaktadır.



b) Âyetteki emrin “tekbir getirmek” olması da mümkündür. Buna göre Allâhü ekber demek, bu emrin gereğini yerine getirmek demektir. Namazlardaki tekbirler ile namaz dışı tesbihlerdeki bu ifadeler de aynı emre icabet etmektir. Rivayetlere göre, Hz. Peygamber bu âyet gelince Allâhü ekberu kebîrâ “gerçek ve tek büyük Allah’tır” demiş, Hz. Hatice de ona eşlik etmiştir.



c) Âyette Yüce Allah’ın özellikle rabb sıfatının zikredilmesinin muhtemel sebebi, hem Hz. Peygamber’i ve çevresindeki müminleri motive etmek, hem de inkârcılara gözdağı vermektir. Rabb kelimesi, Yüce Allah’ın “sahiplenme, koruyup kollama ve yetiştirme” sıfatıdır. Böylece Hz. Peygamber’in ve inananların sahipsiz olmadıkları hem kendilerine hem de muhataplarına bildirilmiş olmaktadır. Vahyin ilk sûrelerinde Yüce Allah’ın diğer sıfatlarından birinin değil de özellikle bu sıfatının kullanılmış olması, ilk dönem müminlerini ve vahiy ile ilk defa karşılaşanları motive etmeyi ve huzurlu kılmayı amaçlamaktadır.



Bu emir, bizim için de aynı metodu kullanmayı zorunlu kılmaktadır. Biz de dini anlatırken her şeyden önce Yüce Allah hakkında doğru bilgi vermek ve tebliğe Allah inancı ile başlamak durumundayız. Kendi doğrusunu anlatamayanlar, başkasının yanlışlarını bitirmekle baş edemezler.

ııı. Arınmış Olmak


وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْۙ “Kendini (elbiselerini) arındır.” Âyetteki ثِيَابَ siyâb kelimesi “elbiseler, bedenler”, طَهِّرْ tahhir emri ise “temizlemek” demektir.

a) Siyâb kelimesini “elbiseler”, tahhir emrini de maddi anlamda “temizlemek” şeklinde kabul edince, âyetteki emrin “temizlenmeyi, maddi kirlerden arınmayı ve elbiseleri temiz tutmayı” içerdiğini söyleyebiliriz. Çünkü Mekkeli müşriklerin elbiseleri kirli ve pisti. Onların bu haline karşılık Yüce Allah, Hz. Peygamber’den elbiselerini ve dolayısıyla bedenini temiz tutmasını istemektedir. Bu yorum tefsirlerimizde öne çıkmaktadır. Buna göre, âyette bütün Müslümanlara yönelik olarak, kirli ve pis şeylerden uzak durmanın ve necasetten temizlenmenin ibadetler, özellikle namaz için gerekli olduğu sonucu çıkartılabilir.


b) Elbiselerin temiz tutulması, onların temiz, yani helal para ile kazanılması gerektiğini ifade edebilir. Bu yoruma göre, siyâb insanın giysi anlamında kullandığı bütün nesneleri içerir; tahhir “temizle” emri ise mecâzî anlamda “helal kıl” demek olur.



c) Buradaki siyâb kelimesi, “kişinin bedeni, nefsi” anlamına da gelebilir. Bu durumda âyetteki emir, Hz. Peygamber’in ve bütün müminlerin bedenlerini temiz tutmaları gerektiğiyle ilişkilendirilmiş olur.



d) Siyâb kelimesi, mecâzî olarak “kalb” anlamına da gelebilir. Buna göre âyetteki mesaj, “kalbin bütün muhtemel kötü düşünce ve niteliklerden arındırılması” ile ilgili olur. Bu haliyle âyetin mesajı bütün müminleri kapsamaktadır. Çünkü içi temiz olanın dışı da temiz olur. Müslüman, içi dışı bir ve tertemiz insandır.



e) Âyete “Gönlünü ferah tut” anlamını verenler de vardır. Bu anlamda gözetilen maksat, Hz. Peygamber’in rahatlatılması ve manevî sıkıntılardan uzaklaşmasının sağlanmasıdır. Gönlün ferahlatılması, muhatabın yaşadığı veya muhtemelen yaşayacağı sıkıntılar karşısında dik durması, pes etmemesi, inancında kararlı olması ve davranışlarında zikzaklar çizmemesi anlamına da gelmektedir.



Âyetteki bütün bu ihtimaller doğrudur. Genelde tercih edilen “maddî temizlik” seçeneği ise diğerlerine göre daha öncelikli kabul edilmektedir. Ancak, meseleyi daha ileri düzeyde ve gönül arınmışlığı olarak kabul etmek, en az diğer tercih kadar önemlidir. Çünkü gönlü kirlerden, yanlış ve hatalı kabullerden arındırmadan beden için temizlik önerisi çok anlamlı görünmemektedir.

Bize göre, beden veya şekil temizliği “sonuç”tur; bunun “sebeb”i ise gönül temizliğidir; yani kalbin kötü düşünce ve kabullerden arındırılmış olmasıdır. Kalbinde kötü ve zararlı düşünceler barındırmayan insanlar elbette maddî temizliği de ihmal etmezler. Bu nedenle, âyetteki emrin öncelikli olarak gönülden başlayan ve daha sonra şeklî ve maddî nesnelere yaygınlaştırılan temizlik olduğu kanaatindeyiz. Âyetteki muhatap ilk olarak Hz. Muhammed olsa da, mesaj bütünüyle müminlere yöneliktir ve evrensel bir mahiyet arz etmektedir.

ıv. Bütün Çirkinliklerden Uzak Durmak


وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْۙ “Tüm kötü ve pis şeyleri terk et.” Âyetteki الرُّجْزَ er-rucz kelimesi “kötülük, pislik, çirkinlik”, اهْجُرْۙ ühcur emri ise “uzaklaşmak” demektir.

er-Ricz “azap, belâ” anlamına gelirken, er-rics “pislik, iğrençlik”, er-rucz ise “bütün kötülük ve pislikler, put ve şirk” anlamlarına gelmektedir. Üç kavramın da birbirine yakın anlamlar verdiği ve insanların uzak durması istenen olumsuzluklar içerdiği görülmektedir.

a) Yüce Allah, bu âyette Hz. Peygamber’den bütün pisliklerden, çirkinliklerden ve kötülüklerden uzak durmasını istemektedir. Önceki âyetteki emri daha çok kalp arınmışlığı olarak kabul edince, buradaki emri de maddî manevî her türlü kirlilik olarak anlamak durumundayız. Bu bağlamda şu ihtimalleri göz ardı etmemek gerekir:
1. Kelimenin er-ricz kalıbındaki “azap, belâ, musibet, felâket” anlamlarından hareketle, âyete “Seni azaba ve felâkete uğratacak her şeyi terk et” anlamı verilebilir.


2. Kelimenin “pislik, çirkinlik, kötülük” anlamlarından hareketle de, âyeti “Bütün kabalık, sefihlik ve çirkin şeylerden uzaklaş” şeklinde anlayabiliriz.

b) Hecr/hicret emri, Müzzemmil 73/10’daki gibi hecran cemîlâ şeklinde olumlu bir sıfatla veya hâcera kalıbında kullanılırsa, “güzellikle ve geri dönmek arzusuyla bir şeyden ayrılmak” demektir. Mekke’den Medine’ye hicrette de aynı mantık söz konusuydu. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki uzaklaşmak emri ise “kötülük ve çirkinliklerden ebedi olarak uzaklaşmak, onları ebediyyen terk etmek” anlamına gelmektedir.


c) Sûrenin 4 ve 5. âyetlerindeki kalbin arındırılması ve kötülüklerden uzaklaşma emri, Hz. Peygamber’in daha önce sözü edilen olumsuzluklara sahip olduğu anlamına gelmez. Çünkü hiçbir bilgi onun çirkinliklere bulaşmış olduğunu ortaya koymamaktadır. Buna göre, yorumunu yaptığımız âyetlerde Hz. Peygamber’e yönlendirilen hususlarda, onun daha önce herhangi bir olumsuzluk içerisinde bulunmadığını söylemekte bir sakınca yoktur. Nitekim Kur’ân’da bu anlamda çeşitli örnek ifadeler bulunmaktadır. Birkaçını hatırlatmakla yetinelim.

1. Fâtiha 1/6’da zaten Müslüman olanların “Bizi sırât-ı müstakîme, yani nimet verdiklerinin yoluna ulaştır” şeklindeki isteklerinde, dalâletten uzaklaşmak değil, hidayet üzere devam kast ediliyor demektir.


2. Kur’ân’ın muttakilere hidayet kaynağı olduğunu beyan eden Bakara 2/2’de ifade edildiği gibi, vahyin hidayet kaynağı oluşu hem dalâletten hidayete eriştirmek hem de hidayette kalmayı sağlamak anlamındadır.



3. Nisâ 4/136’daki iman etmiş kişilere yönelik ikinci “iman ediniz” emrinde de durum aynıdır. Âyetteki maksat, imanın devamı ve güvene dönüştürülmesidir.



4. Meryem 19/76’ya göre, Yüce Allah zaten hidayet üzere olanların hidayetini artıracağını ifade ederek, hidayetin bir anlamda desteklenip güçlenmesini kastetmektedir.



5. Hacc 22/54’te Yüce Allah, iman etmiş olanları sırât-ı müstakîm denen “doğruluk ve hakikat yolu”na ileteceğini beyan etmektedir. Buradaki mesajda iman ve istikamet ilişkisinin birlikteliğine gönderme yapılmaktadır.



6. Teğâbün 64/11’de, Yüce Allah iman edenlerin kalbine hidayet vereceğini dile getirmekte ve böylece imanın devamı olarak hidayetin söz konusu edileceğini belirtmiş olmaktadır.



Bu ve benzer örneklerden de anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber’e yönelik istekler konusunda daha önceden onda istikametsizlik bulunduğu söylenemez. Yorumunu yaptığımız âyette de olduğu gibi, ona çirkinliklerden ve pisliklerden uzak durmasının emredilmesi, söz konusu davranışları daha önceden yaptığını kesinlikle göstermez. Aksine, zaten yaşamakta olduğu güzelliklere devam etmesi ve birtakım yeni emirlerin muhatabı kılınması söz konusu ediliyor demektir.



Âyetin günümüz Müslümanına yani bizlere mesajı, önce kalbimizi inkâr ve şüphelerden arındırmamız, daha sonra da maddî manevî bütün çirkinliklerden, pisliklerden ve kötülüklerden uzak durmamız şeklindedir. Âyetin ilk muhatabı Hz. Peygamber olsa da, mesaj evrenseldir ve sorumluluk sahibi kılınan Müslümanların arı duru bir yapıya sahip olmalarını kendilerinden istemektedir. Âl-i İmrân 3/179’da sözü edilen “çirkinliklerin temiz şeylerden ayrılması” şeklindeki değişim emri ile bu âyetin mesajı aynı noktada şöyle buluşmaktadır: Bütün Müslümanlar maddî manevî kötülüklerden ve çirkinliklerden olabildiğince uzak durmalıdırlar.

v. Yapılan İyiliği Çok Görmemek


وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُۙ “Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.” Âyetteki تَمْنُنْ temnün kelimesi “başa kakmak, minnet altında bırakmak, kazanç kapısı yapmak”, تَسْتَكْثِرُ testeksir fiili ise “çok görmek” demektir.

Âyete yer alan menne/temnün kelimesi Yüce Allah’a nispet edilirse “iyilik, ikram ve ihsan” demek olur ve olumlu bir anlam verir; insanlara nispet edilirse olumsuzluk içerir ve “başa kakmak” demek olur. Bu ayırımın en güzel örneği Hucürât 49/17’dedir: “Müslüman olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: Müslüman oluşunuzu benim başıma kakmayın. Aksine, eğer iddianızda doğru iseniz biliniz ki, sizi hidayete erdirdiği için Allah size büyük bir ikramda bulunmuştur.” Bu âyetteki yemünnûne ve temünnû kelimeleri insanlara nispet edilerek olumsuz içerikle “başa kakmak” anlamına gelmekteyken, âyetteki üçüncü yemünnü fiili ise Yüce Allah’a nispet edilmekte ve “ihsan etmek” anlamını vermektedir.

Menn kelimesi hakkında bu kısa açıklamayı yaptıktan sonra, şimdi de âyetin mesajına değinmek istiyoruz.

a) Yorumunu yapmakta olduğumuz bu âyetin önceki âyetlerle anlam ilişkisini kurarak, burada şu mesajın verildiğini düşünmekteyiz: Yüce Allah, Hz. Peygamber’e sorumluluk yüklediğini, bu nedenle harekete geçip çevresindeki insanları uyarmasını, kalbini arındırmasını ve maddî manevî her türlü kötülük ve çirkinliklerden uzaklaşmasını emretmektedir. Ardından, yapacağı bu işleri çok görerek Rabbini minnet altında bırakma veya başa kakma gibi bir yanlış yapmaması gerektiği kendisine hatırlatılmaktadır.


b) Âyetteki minnet ve töhmet altında bırakmama emri, elbette önce Hz. Peygamber’e yöneliktir, ancak muhatap bu defa Yüce Allah değil, müminler olabilir. Bu durumda mesaj şöyledir: “İnsanlara öğrettiğin dinî değerler nedeniyle müminleri minnet altına alma; yaptığın tebliğ görevini onların başına kakma. Sen bu görevi Allah rızası ve O’nun emri olduğu için yaptın; dolayısıyla karşılığını sadece Yüce Allah’tan bekle.”



c) Âyetteki mesaj, insanlara yapılan bir iyiliğin çok görülerek başa kakılmaması gerektiği ile de alakalı olabilir. Nitekim Bakara 2/264’te başa kakarak ve eziyete dönüştürerek yapılan iyiliğin sadakaları iptal ettireceği beyan edilmektedir. Bakara 2/262’de Rableri katında ecir sahibi kılınacak ve korku ile hüzünden uzak tutulacak kişilerden söz edilirken bunların, mallarını Allah yolunda infâk ettikleri, infaktan sonra bu iyiliklerini başa kakmaya ve eziyete dönüştürmedikleri ifade edilmektedir. Hatta Bakara 2/263’te eziyete dönüştürülen iyilikleri yapmaktansa, gönül alıcı hoş bir söz söyleyip rahmet dilemek çok daha hayırlı bir eylem olarak tanıtılmaktadır.



d) Âyetteki تَمْنُنْ temnün kelimesi, Sâd 38/39’da olduğu gibi “vermek” anlamına da gelebilir. Bu durumda âyet, “Daha fazlasını elde edeceğini umarak verme” demek olur. Buna göre, testeksiru kelimesinin başında gizli bir en edatı var kabul edilir.



Daha fazlasını elde etmek eğer dünyaya yönelik bir beklenti ise bu kötüdür. Çünkü yapılan iyiliklerin çok daha fazlası Yüce Allah tarafından mahşerde sahiplerine verilecektir. Demek ki dünyada ve dünyevî karşılık beklemeden iyilik yapmak gerekir. Bakara 2/272, İnsân 76/9, Leyl 92/20 ve benzer âyetlerde iyiliklerin sadece Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için yapılması gerektiği açıkça beyan edilmektedir.



e) Âyeti şöyle anlamlandıran âlimler de vardır: “İyilik yapmayı kendine dünyevî bir kazanç kapısı görme.” Bu âyette dile getirilen mesaj, maddî ve dünyevî bir kazanç elde etmek için iyilik yapmamak gereğidir. İyilik yapmayı kendine dünyevî bir kazanç kapısı görmek, iyiliği hiç tanımamak veya onu istismar etmek demektir.



Bütün peygamberler gibi Hz. Peygamber de dünyevî beklenti içerisinde olmamalıydı, olmadı da. Çünkü onların ücreti sadece Yüce Allah’a aittir. İnsanlardan karşılık beklemek hem karşılığın az olmasına, hem de karşılık beklenen kimsenin yanında boynu bükük kalmaya neden olur. Bu iki sebepten dolayı, Hz. Peygamber’in yaptığı fedakârlıkların karşılığını sadece Yüce Allah’tan beklemesi gerektiği vurgulanmaktadır. Esasında bir sonraki âyette yer alan “Sadece Rabbin için sabret” emri de bu anlamı destekler mahiyettedir.



Bu âyet genel olarak bir yardım ve iyilik ahlâkı öğretmektedir. İnsanlar iyilik yaparlarken iyiliği başa kakmamalı ve karşılığını da muhataptan değil, Yüce Allah’tan beklemelidirler. Böyle yapılan iyilikler bir taraftan iyiliğin sahibini mutlu ve huzurlu eder; diğer taraftan da iyilik yapılan kişinin boynu bükük kalmasını engellemiş olur.



Boyutu ne kadar olursa olsun, insanların insanlara yaptığı hiçbir iyilik Yüce Allah’ın onlara yaptığı kadar olamaz; aynı şekilde iyiliklere verilecek karşılıkların hiçbirisi de Yüce Allah’ın dünyada ve âhirette vereceği kadar olamaz. Bu nedenle yapılan iyilikler asla çok ve yeterli görülmemeli, daima daha fazlası için fedakârlıkta bulunmanın arayışı içerisinde olunmalıdır. Peygamberlik fedakârlık kurumudur ve adanmışlık ister; müminlik de öyle.

vı. Yüce Allah İçin Sabırlı Olmak


وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْۜ “Sadece Rabbin için sabret.” Âyetteki لِرَبِّكَ lirabbike ifadesi “Rabbin için, O’nun rızası için”, فَاصْبِرْ fasbir emri ise “sabretmek” demektir.

Sabır konusunu Müzzemmil 73/10’da geniş bir şekilde incelediğimiz için burada benzer şeyleri tekrarlamak istemiyoruz.



Yüce Allah, sûrenin ilk yedi âyetlik bölümünde, kendisini ifade bağlamında ikinci kez rabb sıfatını kullanmaktadır. Bunun muhtemel nedeni, hem Hz. Peygamber’in ve müminlerin sahipsiz olmadıklarını, sahiplerinin Yüce Allah olduğunu beyan ederek onları motive etmek, hem de bu sayede kâfirlere ve müşriklere gözdağı vermektir.

a) Âyette Hz. Peygamber’den, Rabbinin rızası için sabretmesi istenmektedir. Bu sabır emri, bir önceki âyetle ilgili olabilir. Buna göre, yaptığı iyilikleri çok görerek başa kakmamada sabırlı olması ondan istenmektedir.


Ayrıca yaptığı iyiliklerin karşılığını insanlardan değil, Rabbinden beklemede sabır göstermesi de istenmiş olabilir. Karşılığı Yüce Allah vereceğine göre, acele davranmaması ve bu davranış doğrultusunda sebatkâr olması bekleniyor olabilir.



b) Âyetteki sabırlı olmak emri, sûrenin başından beri sıralanan hususları yerine getirme, yani emirleri aynen uygulama, yasaklardan da hemen uzaklaşma şeklinde bir istek olarak da anlaşılabilir. Bu durumda verilmek istenen mesaj, yapılan bütün fedakârlıkların sadece Yüce Allah’ın rızası için yapılması gerektiğidir.



c) Bu âyetteki muhtemel mesajlardan bir diğeri de, yine Hz. Peygamber’e yönelik olarak yorumlanabilir. Onun bu isteklerde olduğu gibi, daha sonra gerçekleşecek başka isteklerde de sabır ve metanet göstermesi kendisine emredilmektedir.



Sûrenin ilk yedi âyetlik bölümü bir peygamber inşası projesidir ve son olarak Hz. Peygamber’in şahsında bir kez daha uygulamaya konulmuştur. İlk muhatap Hz. Peygamber olsa da mesaj bütün insanlık için evrenseldir.



Sorumluluk sahibi kılınan peygamberler ve onların misyonunu yürütmek durumunda olan kişiler, yalnızlığı terk edip harekete geçmeli, kendini davasına adayıp uyarıya başlamalı ve sadece Rablerini yüceltmelidir. Ayrıca kalplerini arındırmalı, maddî manevî bütün kirlerden uzaklaşmalı, yaptıkları iyilikleri çok görerek başa kakmamalı ve bütün bunları sadece ve sadece Yüce Allah’ın rızasını kazanmak için gerçekleştirmelidirler. Fedakârlıklar Allah rızası için yapılırsa ibadet anlamında değerli olurlar ve sahibini ödüle mazhar kılarlar. Aksi takdirde, yapılan bütün uygulamalar âhirete yatırım değil, dünyevî bir işlem olarak kalmış olur.

,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,
2. DERS

8-10. Çünkü Sûr’a üfürüldüğü zaman, işte o gün çok zor bir gün olacaktır; özellikle kâfirler için (hiç de) kolay olmayacaktır.
Sûrenin ikinci âyet grubunda inkârcı insanlara yönelik olarak âhiret gününün şiddeti hakkında bilgi verilmekte ve özellikle kâfirler için mahşerin zorluğu gündeme getirilmektedir.

a) Nâkuur’a Üflenmesi Ne Demektir?

Sûrenin ilk grup âyetinde Hz. Peygamber’in vahiy ile inşası bağlamında yer alan ilkelerden birisi “insanları uyarmak” idi. Bu uyarının ilk konularından birisi “kıyâmet ve mahşer olayı”dır. Bu nedenle, yorumlayacağımız âyetlerde mahşere dikkat çeken mesajlar bulunmaktadır.
ı. Sûr Borusu’na Üflenecektir
فَاِذَا نُقِرَ فِي النَّاقُورِۙ “Çünkü Sûr’a üfürüldüğü zaman.” Âyetteki نُقِرَ nükıra fiili “üfürülmek”, النَّاقُورِ en-nâkuur ise “Sûr Borusu” demektir.
Yüce Allah, kıyâmet ve sonrasındaki mahşer için çeşitli defalar ifade edeceği “Sûr Borusu’na üflenmesi işlemi” hakkında bu defa farklı bir ifadeye yer vermektedir. Nükıra ve en-nâkuur kelimeleri elbette nüfiha ve es-sûr kelimelerinden az da olsa farklı olmalıdır. Nükıra fiilinde “vurmak, didiklemek” gibi bir anlam vardır. Dolayısıyla âyette sözü edilen üflemenin şiddetli olacağı ve korkunç sonuçları da beraberinde getireceği söylenebilir.
Sûr Borusu’nun bir diğer adı ise nâkuurdur. Mesajı âhiretle ilgili görenler bir tarafa, kıyâmetle ilgili görenlere göre kıyâmetin kopuşunun gündeme getirildiği bu âyet, kâinatın bir gün mutlaka son bulacağı uyarısını insanlara ve dolayısıyla inkârcılara bildirmektedir. Sûr’a üfürülme konusu En‘âm 6/73, Tâhâ 20/102, Neml 27/87, Yâsîn 36/51, Zümer 39/6, Kaaf 50/20 ve Hâkka 69/13 gibi âyetlerde gündeme getirilmektedir.
ıı. Âyetteki Üfleme Kaçıncıdır?
Kur’ân’da, dünya sonrasına dair Sûr Borusu’na iki defa üflenmesinden söz edilmektedir. İlki kıyâmet, ikincisi ise mahşer, yani âhiret içindir. Bu âyetteki üfleme işleminin bunlardan hangisi olduğu konusunda âlimler arasında farklı görüşler vardır. Bazıları bunun ilk üfleme, bazıları ise ikinci üfleme olduğu kanaatindedirler.
Âyette sözü edilen üfleme işlemi, kullanılan kelimelerin az da olsa verdiği farklı anlam gereği “ilk üfleme” olmalıdır. Bunun “ikinci üfleme” olabileceği görüşü de devam eden âyetlerle anlam ilişkisi bakımından kayda değerdir; çünkü mahşer gününün çok zor olacağı ve kâfirler için hiçbir kolaylık içermeyeceği, ilgili âyetlerde beyan edilmektedir.
Yorumunu yaptığımız âyetin başındaki  edatı, Râzî’nin de belirttiği gibi, “sebebiyet” içindir; yani sebep bildirmektedir. Yüce Allah Hz. Peygamber’e “Onların eziyetlerine karşı Rabbin için sabret” deyince, bu sabrın ferahlatıcı unsuru olarak onların önünde kıyâmet ve mahşerin bulunduğunu hatırlatmaktadır. Böylece, hem Hz. Peygamber’e ve müminlere moral, hem de kâfirlere gözdağı verilmesi amaçlanmış olmaktadır.

b) Kıyâmetin veya Mahşerin Zorluğu

Yüce Allah, sûrenin 9. ve 10. âyetlerinde o günün zorluğundan ve özellikle kâfirler için hiçbir kolaylık içermeyeceğinden söz etmektedir.
ı. O Gün Çok Zor Olacaktır
فَذٰلِكَ يَوْمَئِذٍ يَوْمٌ عَس۪يرٌۙ “İşte o gün çok zor bir gün olacaktır.” Âyetteki يَوْمَئِذٍ yevmeizin ifadesi “o gün”, يَوْمٌ yevm kelimesi “gün”, عَس۪يرٌۙ ‘asîr sözcüğü ise “zor” demektir.
a) Âyette sözü edilen “gün” ifadesini Sûr’a ilk defa üfürülecek olan “Kıyâmet Günü” olarak kabul edebiliriz. Buna göre Yüce Allah, Kıyâmetin kopuş ânının çok zorlu olacağını, yani insanları dehşete düşüreceğini gündeme getirmektedir. Kur’ân’da Kıyâmet Günü’nün şiddeti hakkında oldukça fazla bilgi vardır. Konuyu Müzzemmil 73/14’te kısmen ele almıştık. Daha geniş açıklamayı ise Kıyâmet 75/7-12. âyetlerin tefsirinde yapacağımız için burada detaya girmek istemiyoruz.
Şu kadarını söylemekle yetinelim: Neml 27/87 ve Zümer 39/68’e göre Yüce Allah’ın diledikleri hariç göklerde ve yerde olan herkes o gün çok büyük bir sarsıntı geçirecek, düşüp bayılacaktır. Hacc 22/1-2’de ise olay şöyle tasvir edilmektedir: “Ey insanlar! Rabbinize karşı saygılı ve duyarlı olun. Çünkü Son Saat’in sarsıntısı çok korkunç olacaktır. Kıyâmeti gördüğün gün her emzikli dişi emzirdiğini unutur, her gebe varlık taşıdığı yavrusunu düşürür. Sarhoş olmamalarına rağmen insanları da sarhoş bir halde görürsün. Ancak Allah’ın (âhiretteki) azabı çok daha şiddetlidir.” Bu ve benzer âyetlerden anlaşıldığına göre, kıyâmet olayı son derece şiddetli olacak ve bütün yaratıklar olaydan en üst düzeyde etkileneceklerdir; sadece Yüce Allah’ın müstesna kıldığı kişiler, yani iyi insanlar durumdan endişe duymayacaklardır.[1]
b) Âyette sözü edilen “gün” ifadesini Sûr’a ikinci kez üfürülecek olan “mahşer günü” olarak da kabul edebiliriz. Buna göre, Yüce Allah mahşerin çok zor bir süreç halinde yaşanacağını bildirmektedir. İyilik sahipleri hariç, endişeli gözlerle etrafa çaresizlik içerisinde bakılacak olan mahşerdeki kıyâm (diriltilip kalkmak), elbette herkes için zor ve çetin olacaktır.
c) Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetin son kelimesi olan عَس۪يرٌۙ ‘asîr, ilişkili olduğu kelimeler itibariyle iki türlü ele alınabilir:
Âyetin sonundaki ‘asîr kelimesi cümlenin sonu sayılırsa, yani cümlenin bu kelime ile bittiği kabul edilirse, mahşerin herkes için zor olduğu anlamı söz konusu olur. Prensip olarak bu durum mümkün olsa da, Kur’ân’ın ifadesine göre o günün büyük korkusu iyilik sahibi olanları etkilemeyecektir; çünkü onları melekler karşılayacaktır.[2]
Âyetin ‘asîr kelimesi ile bitmediği, bir sonraki âyetle anlam ilişkisinin devam ettiği kabul edilirse bu defa da kıyâmetin veya mahşerin sadece kâfirler için zor olacağı, bu zorluktan müminlerin etkilenmeyeceği mesajı anlaşılır. Esasında yukarıda naklettiğimiz Enbiyâ 21/103’teki ifadeler bu görüşün dayanaksız olmadığının en belirgin delilidir. Ayrıca İbn Abbâs’tan gelen bir rivayete göre de kıyâmetin veya mahşerin kâfirler için zor olması, bunun müminler için kolay geçmesi anlamına gelmektedir.[3] Âyetlerdeki bu anlam çeşitliliği bir çelişki ve karmaşa değil, Kur’ân’ın çok anlamlı yapısının zenginliği ve zorunlu sonucu olarak görülmelidir.
ıı. Kâfirlere Kolaylık Olmayacaktır
عَلَى الْكَافِر۪ينَ غَيْرُ يَس۪يرٍ “(O gün) özellikle kâfirler için (hiç de) kolay olmayacaktır.” Âyetteki الْكَافِر۪ينَ el-kâfirîn kelimesi “kâfirler, inkârcılar, nankörler”, غَيْرُ يَس۪يرٍ ğayru yesîr ifadesi ise “kolay değildir” demektir.
a) Buradaki mesaj, kıyâmet veya mahşerin kâfirler için hiçbir şekilde kolay olmayacağı ile ilgilidir. Önceki âyetin son kelimesini eğer bu âyetle ilişkili görürsek anlam şöyle olur: “İşte o gün, kâfirlere çok zor bir gün olacaktır; kolay olmayacaktır.” Eğer iki âyeti birbirinden bağımsız kabul edersek, âyetlerin mesajı “kıyâmet veya mahşer günü herkes için zor olacaktır; özellikle kâfirler için hiçbir kolaylık yaşanmayacaktır” şeklini alır. Olay bazı müminler için de zor olacak, ancak onlar bu zorluktan ve dehşetten bir süre sonra kurtulacaklardır. Ancak kâfirler için hiçbir kolaylık ânı olmayacağını ifade etmek için âyette özel olarak kâfirlerin durumu ele alınmaktadır. Zaten عَلَى الْكَافِر۪ينَ ‘ale’l-kâfirînifadesinin öne alınması da bu anlamın kast edildiğini hissettirmektedir.
b) “İnkârda ısrar edenler, ondan beslenenler ve onu hayat tarzı edinenler” anlamlarına gelen el-kâfirûn kelimesi, “örtmek, kapatmak” anlamındaki küfr kökünden türetilmiştir. Bu kelime hakkında İnsân sûresinde geniş açıklamalar yapacağız. Burada şu kadarını söylemekle yetinelim: Kâfir kelimesinin isim kalıbında getirilmesi, bu tür nankörlüğü hayat tarzına dönüştürmüş olmayı ifade eder. İnkâr kendisinin âdeta ayrılmaz parçası olmuş kişiler için kullanılan bu isim, sahibine âhirette de nimetlerin kapatılacağını, onların hiçbir şekilde nimetle buluşturulmayacağını ifade eder. İşte yorumunu yaptığımız âyetteki “kolay olmamak” hali bu olsa gerektir.
Yüce Allah, kıyâmetin veya mahşerin bu şiddetli durumunu gündeme getirmekle, öncelikle kâfirleri yanlış inanışlarından caydırmayı amaçlamakta, ardından da müminlerin inançlarında sabit kalmalarını istemektedir. Esasında zor olan bir günün Yüce Allah’a ve O’nun emir ve yasaklarına riayet ederek nasıl kolaylaştırılacağı mesajı da bu âyetlerde yer almaktadır. Leyl 92/8-10’da ifade edildiği gibi, Hakk’ın yanında yer almayıp cimrilik yaparak tüm iyilik ve güzellik değerlerini yalanlayanlar için zor olan cehennem yolu kolaylaştırılacaktır.
[1]   Enbiyâ 21/103.
[2]   Enbiyâ 21/103.
[3]   Râzî, age., XXIX, 197.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder