5 Temmuz 2017 Çarşamba

Müddessir Sûresi'nin Tefsiri (11-17 Ayetler)

Müddessir Sûresi'nin Tefsiri 

(11-17 Ayetler)

Mehmet OKUYAN

11-14. Tek başıma yarattığım, geniş servet ve göz önünde duran çocuklar verdiğim, kendisine her türlü imkân sunduğum kişiyi/kişileri bana bırak. 
15. Üstelik o (kişi, nimetlerimi) daha da artırmamı arzu eder. 
16. Asla (ummasın)! Çünkü o, âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıydı. 
17. Ben de onu zamanı gelince sarp bir azap yokuşuna sardıracağım!”
Yüce Allah, sûrenin bu âyetlerinde, önceki bölümde dikkat çektiği “kâfirlerin nankörlük biçimleri”ne değinmekte ve onlara hak ettikleri karşılığı mutlaka vereceğini haber vermektedir. Bu arada sözün başında onların hakkından geleceğini ifadeyle, Hz. Peygamber’i ve müminleri motive ederken kâfirlere de gözdağı vermektedir.

a) Yaratılanın Güçsüzlüğü

Yüce Allah, nankörlükten beslenen ve çevresine âdeta tehditler savuran inkârcı tipin çok abartılmaması gerektiğine dikkat çekerek, bir anlamda ilâhî gücün erişilmezliğine vurgu yapmaktadır.
ذَرْن۪ي وَمَنْ خَلَقْتُ وَح۪يدًاۙ “Tek başıma yarattığım kişiyi bana bırak.” Âyetteki ذَرْ zer emri “bırak”, خَلَقْتُ halaktü fiili “yaratmak”, وَح۪يدًاۙ vahîd kelimesi ise “tek başına, tek olarak” demektir.
ı. Âyetin Nüzûl Sebebi
Bu âyetin Velîd b. Muğîra hakkında indirildiği konusunda âlimlerimiz arasında büyük oranda fikir birliği vardır. Rivayetler çeşitli olsa da kişi aynıdır. Dolayısıyla bir rivayeti aktarmakla yetineceğiz.
Velîd şöyle dermiş: “Ben, Vahîd oğlu Vahîd’im. Yani Araplar içinde ne benim, ne de babamın bir benzeri var!”[1] İşte Yüce Allah onun bu yersiz ve haksız övünmesini reddederek bu âyeti ve devam eden bölümü indirmiştir.
ıı. Âyetin Muhtemel Anlamları
a) Âyeti farklı şekillerde tercüme etme imkânımız vardır. Özellikle âyetin sonundaki وَح۪يدًاۙ vahîd kelimesi bu çeşitliliği ortaya koymamızı sağlamaktadır. İşte muhtemel anlamlar:
“Tek başıma yarattığım kişiyi bana bırak.” Bu tercihte âyetin sonundaki وَح۪يدًاۙ vahîd kelimesi خَلَقْتُ halaktü fiiliyle ilişkili kabul edilmektedir. Bu anlama göre, Yüce Allah insanı yaratırken onu başkasının değil, Kendisinin programlayıp hayata getirdiği mesajını vermiş olmaktadır. Bir insanın nasıl ki bir tane gerçek annesi varsa, aynı şekilde bir tane de yaratıcısı vardır ki o da Yüce Allah’tır. Yüce Allah kulunu başkasıyla paylaşmamaktadır.
“Tek başına yarattığım kişiyi bana bırak.” Bu tercihe göre وَح۪يدًاۙ vahîd kelimesi مَنْ خَلَقْتُ men halaktü ifadesiyle ilişkili kabul edilmiş olur. Buna göre mesaj, insanın yaratılışındaki tek başınalıkla ilgilidir. İnsanlar tek başına yaratılmıştır, yani her insan diğerinden bağımsız yaratılmıştır, yaratılmaktadır. Ana rahminde her insan tektir, onun başkalaşmış bir versiyonu yoktur. Bazı rahimlerde ikiz, üçüz, dördüz olunsa da, yine de her insan bir birey olarak diğer kardeşlerinden bağımsızdır, tektir. Nitekim En‘âm 6/94 ve Kehf 18/48’de dile getirildiği gibi insanlar tek tek yaratılmıştır. Ana rahminde insanın malı da gücü de taraftarı da yoktur, her haliyle yalnızdır.
Ayrıca bu anlam tercihinde, insanın ana rahmindeki yaratılışında mal, servet, şan, şöhret, çocuk ve arkadaş gibi övünç vesilesi sayılan şeylerden mahrum olduğu gerçeğine de gönderme yapılmaktadır. İşte yorumunu yaptığımız âyetin bu tercüme tercihinde, insanın tek başına ve göreceli bazı değerlerden mahrum bırakılmış olarak yaratıldığına işaret edilmekte, yersiz övünmemesi gerektiği kendisine hatırlatılmaktadır.
“Beni, yarattığım kişiyle baş başa bırak.” Bu tercihe göre de وَح۪يدًاۙ vahîd kelimesi hem ذَرْن۪ي zernî hem de مَنْ خَلَقْتُ men halaktüifadelerini nitelemiş olmaktadır. Buna göre âyetin mesajı, Yüce Allah’ın inkârcı muhataplara meydan okumasıyla ilgili olur. Bu durumda âyette “Onu bana bırak; sen onunla baş edemezsin; onun hesabını ben görürüm” gibi çeşitli mesaj ihtimalleri akla gelmektedir. Âyetteki asıl meydan okuma anlamı bu tercihle ortaya çıkmış olmaktadır.
“Yarattığım kişiyi, yani Vahîd’i bana bırak.” Bu tercihe göre, وَح۪يدًاۙ vahîd kelimesi, Velîd b. Muğîra’nın lakabı olarak kabul edilmektedir. Nüzûl sebebini zikrederken de belirttiğimiz üzere bu kişi vahîd lakabıyla övünürmüş. İşte Yüce Allah bu yalanı ve yersiz övüncü kınamakta, kendisini erişilmez sanan bu zavallıya gözdağı vererek muhatapları bilgilendirmiş olmaktadır. Bazı âlimlerimiz tarafından eleştirilse de,[2] bu anlam nüzûl sebebi ile uyumlu olduğu gibi, ayrıca gramer açısından da herhangi bir sorun içermemektedir.
“Yarattığımı sen bana bırak.” Bu tercihte gramer olarak herhangi bir özellikten veya incelikten söz edilmemektedir; sadece anlamdan hareketle değişik bir mesaj gündeme getirilmiş olmaktadır. “Benim kendisinin Yaratıcısı ve Rabbi olduğumu unutan insana ne yapılacağına karar vermeyi yalnız Bana bırak.” Bu tercihe göre “hakikati inkâr edenler”e karşı beşerî cezalandırma yolu kapatılmış olmaktadır.[3]
Bu son yaklaşımın da son derece değerli olduğunu ifade ederek, sözünü ettiğimiz bütün anlamların doğru olduğunu ve her birinin gramer olarak da anlam olarak da isabet kaydettiğini belirtmek durumundayız.
Meal Okumada Bir Metot Önerisi  
Bu âyet örneğinde de açıkça görüleceği üzere, anlam çeşitliliği ve zenginliğine rağmen Kur’ân meallerinde sadece bir anlam tercih edilmekte ve haliyle diğerleri tercümeye alınmamış olmaktadır. Bu nedenle, meallerle yetinmek son derece hatalı bir tutumdur. Meal okurken ve dolayısıyla Kur’ân’ı doğru anlamada ilk etapta bir okuma biçimi olarak şöyle bir yol izlenmelidir:
ı. Bir meal değil, birden çok meal okunmalı.
ıı. Okurken meallerde karşılaştırmalar yapılmalı.
ııı. Çeşitli anlamlar tespit edildiğinde not alınmalı.
ıv. Âyetlerin iniş sırası takip edilmeli.
v. Meallerle sınırlı kalınmamalı.
vı. Meal okumaları ileri aşamalarda mutlak surette kısa tefsirlere yönlendirilmeli, rivayet ve dirayet tefsirlerine müracaat ihmal edilmemelidir. Kur’ân’ı anlamada tefsirlere ulaşıp onları takip etmek ötelenemez, ertelenemez ve terk edilemez şekilde hayatî bir öneme sahiptir. İşte bizim de bu nâçiz çalışmayı kaleme alışımızın temelinde bu amaca hizmet yatmaktadır.
b) Âyetteki mesaj, inkârcı insanın bu tutumuna Hz. Peygamber’in veya herhangi bir insanın değil, bizzat Yüce Allah’ın cevap vereceği, onunla bizzat Yüce Allah’ın ilgileneceği ile ilgilidir. Elbette bu insan tipinin densizliğine Yüce Allah meydan okumakta ve onun yaratılışına dikkat çekmektedir. Aslında güçsüz ve bir anlamda kimsesiz olan bu tipin yaptığı bu inkârcılık ve takındığı inkârcı tavır dolaylı olarak kınanmakta, muhataplar da Yüce Allah’ın erişilmez kudreti hakkında bilgilendirilmektedir.
Sıklıkla hatırlattığımız üzere, Kur’ân’ın eşsiz bir üslubu olarak genellikle şahıs ismi zikredilmemesi, mesajın evrensele taşınmasını sağlamak içindir. Bu ve benzer pek çok âyette de görüleceği üzere, Yüce Allah şahıs ismi vermemekte, nitelikler üzerinde durmaktadır. Çünkü ancak bu sayede Kur’ân’ın mesajı tarihsel kalmaktan kurtulur ve her çağın insanına hitap etme özelliğini muhafaza edebilir. Yorumunu yaptığımız âyetteki şahsın genel anlamda sahip olduğu nitelikleri, dinî değerleri, emir ve yasakları, kıyâmeti, âhireti ve sonuç olarak bütünüyle dini yalanlamasıdır. Belki de bu nedenledir ki, önceki sûre olan Müzzemmil 73/11’de benzer içerikte bir mesaj yer almakta, ifade bu defa tekil değil, “el-mükezzibîn” şeklinde çoğul olarak getirilmektedir.
Buradan hareketle şunu söylemeliyiz: Kur’ân şahıslar üzerinde değil, nitelikleri üzerinde durur; nitelikleri tanıtır ve böylece sözü edilen davranışları kim yaparsa sonuçlarına katlanacağı mesajını verir. İnsanlar bu noktada uyarılmakta ve olabildiğince dikkatli davranmaları özellikle istenmektedir.  

b) Yüce Allah’ın İnkârcıya Verdiği Bazı İmkânlar

Yüce Allah, nankör insana meydan okuyup başta Hz. Peygamber olmak üzere müminleri rahatlatmış ve morallerini yüksek tutmalarını sağlayacak müjdeyi kendilerine vermiştir. Şimdi de ilgili insan tipinin diğer bazı özelliklerini sıralamaktadır.
ı. Malları Çoktur
وَجَعَلْتُ لَهُ مَالًا مَمْدُودًاۙ “Ona hayli mal vermiştim.” Âyetteki جَعَلْتُ ce‘altü fiili “sahip kılmak, vermek”,مَالًا ۙ mâl kelimesi “mal, servet, imkân”, مَمْدُودًا memdûd ise “geniş, çok, hayli” demektir.
Âyette sözü edilen “geniş mal” hakkında bazı tefsirlerde çeşitli oranlarda nakit para miktarı verilse de, maksadın insana verilmiş bütün imkânlar olduğu anlaşılmaktadır. مَمْدُودًا memdûd kelimesindeki “artan, çoğalan” anlamından yararlanarak, burada âyetin iniş sebebi olarak da kabul edilen Velîd b. Muğîra’ya verilmiş olan mal ve servetin çokluğu kastediliyor olmalıdır. Yaz kış devam eden, ziraat mahsulü veya nakit olarak sahip olduğu değerler ya da mal varlıkları âyette söz konusu edilmektedir. Malın artışı bir anlamda hayvancılık olarak kabul edilebilir ki hayvanların her geçen dönemde artması bu anlamı destekler mahiyettedir. Tarım ürünlerindeki artış da bu türden kabul edilebilir.
Burada üzerinde durulan konu, insanların sahip olduğu mal ve servetin onlar tarafından yaratılmadığı, ilgili değerlerin kendilerine Yüce Allah tarafından ikram edildiğidir. İnsanı ilk defa ve tek başına yaratan ilâhî güç, onu aynı zamanda çeşitli değerlere sahip kılan güçtür. Bu nedenle kişi, kazanımlarını asla kendisine nispet etmemeli, “bunu ben yoktan var edip kazandım” anlamına gelebilecek sözler söylememelidir. Varlık veya yaratılış sistemini Yüce Allah’ın belirleyip şekillendirmediği hiçbir varlık veya alan yoktur ki insanlar kazanımlarını kendilerine nispet etmekte haklı olabilsinler. Bu nedenle âyette hatırlatılan asıl konu, sahip olunan değerlerin insana Yüce Allah tarafından verildiğidir.
Önceki âyette de belirttiğimiz üzere âyette isim zikredilmemesinin sebebi, olayı kişiselleşmekten kurtarmaktır. İster Velîd olsun, isterse başka nankörler, ister vahyin indirildiği dönemdekiler olsun, isterse kıyâmete kadar yaşayacak olanlar, durum değişmemektedir. Nankörlük Velîd’le de, yaşadığı dönemle de sınırlı değildir. Her kim onun gibi bir iddianın veya bir tutumun sahibi olursa, aynı sonuçla her zaman karşılaşacağını bilmelidir. Âyetlerin bu şekilde yorumlanması, onları indirildikleri dönemde bırakmayıp, mesajlarının güne getirilmesini sağlayacaktır. Böylece geçerliliklerini kaybetmeyerek âyetlerin her dönemle ve her insanla ilişkili mesajların sahibi oldukları ortaya konulmuş olacaktır.
ıı. Çocukları Vardır
وَبَن۪ينَ شُهُودًاۙ “Göz önünde duran çocuklar (verdim).” Âyettekiبَن۪ينَ benîn kelimesi “çocuklar, oğullar”, شُهُودًا şuhûd sözcüğü ise “göz önünde, şahitler” demektir.
Yüce Allah bu âyette nankör insanlara verdiği önemli nimetlerden bir diğerini hatırlatmakta ve sözü çocuklara getirmektedir. Vahyin indirildiği dönem müşriklerinin en önemli özelliklerinden birisi çocuklarının çokluğu ile övünmeleriydi. Bu durum Hadîd 57/20’de açıkça, Tekâsür 102/1-2’de dolaylı olarak ifade edilmektedir. Âyetlerin iniş sebebine konu olan Velîd b. Muğîra’nın çok sayıda çocuğunun olduğu, onlarla övündüğü, yanından ayırmadığı, zengin olduğu için çocuklarını başka taraflara göndermek zorunda kalmadığı, her zaman gözünün önünde bulundurduğu, bu arada çeşitli toplantılarda onları yanına alarak kendileriyle övündüğü kaynaklarda ifade edilmektedir.[4]
İnsanın çocuk sahibi olması elbette bir nimettir, sevinç kaynağıdır. Ancak önemli olan, onları Yüce Allah’ın verdiğini hiçbir şekilde unutmamak ve onlarla yersiz bir şekilde övünmemektir. Bir önceki âyette yer alan جَعَلْتُ لَهُ ce‘altü lehû “Ona Ben verdim” ifadesi bu âyeti de ilgilendirmekte ve çocukları Yüce Allah’ın ikram ettiği anlamını âyete katmaktadır. Âyette verilmek istenen mesaj, çok-tanrıcılıktan uzaklaşarak Yüce Allah’ı tek ilâh olarak kabul edip, cömertliğinin bir sonucu olarak mal ve çocuk gibi nimetleri veren varlığın hayata dair söylediklerini esas alarak yaşamayı başarmaktır.
Kehf 18/46’da belirtildiği gibi mal da çocuk da dünya hayatının süsüdür; ancak onları hayatın birer imtihan aracı olarak görmeyi de unutmamak gerekir. Çünkü bâkî kalacak olan değerler sâlih amel adı verilen güzel ve ıslah edici davranışlardır. Âl-i İmrân 3/14’te de geçtiği gibi çocuk sevgisi insanlara süslü gösterilen şeyler arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Bazı şeyleri sevmek insanoğluna yaratılışta verilmiş bir özelliktir, bunun kınanacak bir tarafı yoktur. Sadece, sevgiyi bu varlıklara hasretmemek ve bunu tutkuya dönüştürmemek gerekmektedir.
Tutku insanın gözünü kör eder, fark edilmesi gereken pek çok değeri görmemeye neden olur. Mesele şudur: Sevgiye konu edilen varlıkların bir imtihan vesilesi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Varlıklara yönelik ilgi onlar ne kadar sevgiyi hak ediyorlarsa o kadarla sınırlı tutulmalıdır.
Yaratılış anlam ve amaçtan yoksunluk değildir. Gökler, yer ve ikisi arasındaki varlıklar bâtıl olsun diye, yani anlam ve amaçtan yoksun olarak yaratılmamıştır.[5] Yaratılışta amaçsızlık ve anlamsızlık olmadığı gibi, oyun ve eğlence aracı olmak da[6] abesle meşguliyet de söz konusu değildir.[7] Buradan hareketle, her yaratığın mutlak surette bir yaratılış amacının olduğu unutulmamalı, varlıkları yaratılış amaçları doğrultusunda kabul edip, ilgili varlıklara karşı buna uygun davranılmalıdır.
Başta mal ve çocuklar olmak üzere, sahip olunan bütün değerlerin birer imtihan aracı olduğu unutulmamalı, bu değerleri kişinin kendisinin elde etmediği ve bütün bunların Yüce Allah’ın bir ikramı olduğu özellikle hatırda tutulmalıdır. Nankör insan tipi bu hassas bakışı terk ettiği için, ilâhî buyruklara sırtını dönmeyi tercih etmekte, cehalet ve şirk karanlıklarını vahiy aydınlığının önüne geçirmektedir. Yüce Allah bu âyetlerde nimet vericiliğini hatırlatarak nankörlük yapılmaması gerektiğine dikkatleri çekmektedir.
ııı. Her Türlü İmkâna Sahip Kılınmıştır
وَمَهَّدْتُ لَهُ تَمْه۪يدًاۙ “Kendisine her türlü imkân verdim.” Âyetteki مَهَّدْتُ / تَمْه۪يدًاۙmehhettü/temhîd kelimeleri “bolca vermek, her imkânı önüne sermek” demektir.
Yüce Allah, önceki iki âyette sözünü ettiği “çok mal ve çocuk verme” nimetlerini bu âyette farklı bir ifadeyle toparlamakta ve nankör insana her türlü ikramda bulunduğunu beyan etmektedir.
Âyetteki iki kelime de “beşik” anlamındaki el-mehd kelimesi ile aynı kökten gelmektedir. Beşik bir bebek için nasıl ki her imkânın sağlandığı korunaklı mekân anlamına geliyorsa, Yüce Allah’ın insana sunduğu nimetler de aynı şekilde onun huzurunu sağlayıcı bir mahiyet arz etmektedir. İnsanın “el bebek, gül bebek beslenmesi” ifadesi ile bu âyette verilmek istenen mesaj birbiriyle örtüşmektedir.
Ayrıca beşikteki bebekler çevresindekiler için nasıl önemli ve üzerine âdeta titrenen bir konumda iseler, Yüce Allah için de yarattığı insanın durumu aynıdır. İnkârcı da olsa insana sayısız nimetler vermiş, ihtiyacını hissedeceği maddî manevî her değeri ve imkânı kendisine sunmuştur.
Allah-insan ilişkisinde durum böyle olduğu gibi, âyetlerin iniş sebebi olarak nakledilen Velîd b. Muğîra’nın toplum içerisindeki konumu da bunu hatırlatmaktadır. Ona da çevresindekiler büyük önem veriyor ve kavmi içerisinde kendisine “Kureyş’ın reyhânesi”, yani “Kureyş’in gülü” deniyordu.[8]
Hem Yüce Allah’ın verdiği sayısız nimet ve imkânlara, hem de çevresindekilerin gösterdiği büyük hürmete rağmen, Velîd’in şahsında bütün nankör insanlar bunca nimet ve itibarı görmezlikten gelerek, kulluk bilincini ve pratiklerini Yüce Allah’a yöneltmemekte, müşrik bir tutumla putperestliği tercih edebilmektedirler. İşte Yüce Allah, bu son üç âyette insanoğluna verdiği bunca nimeti hatırlatarak, inanç ve davranışlarındaki tutarsızlığı, dengesizliği ve nankörlüğü kınamakta, bu âyetleri okuyan herkesin bu noktada duyarlılık sahibi olmasını istemektedir.

c) İnkârcının Nimete Karşı Tutumu ve Aldığı Cevap

Yüce Allah, bütünüyle insanoğluna, özelde nankör insan tipine verdiği nimetlerin bir bölümünü hatırlattıktan sonra, şimdi de söz konusu nankörün nasıl bir istekte bulunduğunu ve sonrasında alacağı cevabı gündeme getirmektedir.
ı. Daha Fazlasını İster
ثُمَّ يَطْمَعُ اَنْ اَز۪يدَۙ “Üstelik o (nankör kişi, nimetlerimi) daha da artırmamı arzu eder.” Âyetteki يَطْمَعُ yatma‘u fiili “istemek, yürekten arzu etmek”, اَز۪يدَۙ ezîde fiili ise “artırmak” demektir.
Sûrenin bu âyet grubunun iniş sebebi olarak aktarılan bilgilere göre, Velîd b. Muğîra malının çokluğu ve çocuk sayısının fazlalığı ile hatta onların artışı ile Rasûlüllah (as)’a karşı övünürmüş.[9] Bu tutumu nedeniyle Yüce Allah, bu insan tipinin duygularını bizlere hatırlatmak üzere bu âyetleri indirmiştir.
a) Âyetin başındaki ثُمَّ sümme edatı, “sonralık” anlamıyla bilinen bir edattır. Ancak Râzî’nin En‘âm 6/1’i de delil getirerek isabetle vurguladığı üzere, bu edat bazen hayret, yadırgama ve kınama anlamı da verebilir. “Sana şunu şunu verdim, buna rağmen kalkmış bir de şöyle yapıyorsun, şunu istiyorsun” ifadesinde olduğu gibi, burada da maksat aynıdır. Yüce Allah bu âyetlerde iletmek istediği mesajını kanaatimizce şöyle vermektedir: “Nankör insana bunca nimetler verdim; o bunların kıymetini bilmek bir tarafa nankörce bir tutum içerisine girmeyi tercih etmekte, bu yetmiyormuş gibi şimdi de kalkmış daha fazlasını istemektedir.”
b) Nankör insan tipinin bu isteği dile getirme zamanı ve yeri konusunda iki farklı yaklaşım söz konusu olabilir:
Bu istek dünya hayatında gerçekleşmiş olabilir. Çünkü müşriklerin büyük çoğunluğu âhirete inanmamaktaydılar. Onların putları şefaat için aracı kabul etmeleri de dünya hayatlarında kendilerine daha çok mal ve servet verilmesini sağlamaya yönelik asılsız ve saçma bir beklentiden ibaretti. Bu noktada bazı delillerden söz etmek mümkündür:
ı. Âyetlerin iniş sebebi dikkate alındığında bu yaklaşımın doğru olduğu ifade edilebilir. Yukarıda âyetin iniş sebebi hakkında bilgi verdiğimiz için aynı şeyleri tekrarlamak istemiyoruz.
ıı. Fecr 89/15-16. âyetler de bu noktada ufuk açıcıdır. Yüce Allah’ın imtihana tâbi tutup kendisine ikramda bulunduğu ve nimet verdiği kişi “Rabbim bana ikram etti” demekte, aynı kişi nimetler biraz kısılınca da bu defa ihanete uğradığını söyleyebilmektedir. İşte bu tutum nankörlüğün bir sonucudur.
ııı. Hz. Peygamber’in insanoğlunun mala düşkünlüğünü tanımladığı bir rivayette yer alan bilgiler bu noktada son derece önemlidir. Şöyle buyuruyor Nebî (as): “Âdemoğlunun iki vâdi dolusu altını olsa üçüncüyü ister; üçüncüsü olsa dördüncüyü ister; … Âdemoğlu’nun karnını ancak toprak doldurur.”[10] Genelde insanoğlunun, özelde nankörlerin mala ve dünyaya karşı düşkünlüğünü ortaya koyduğunu düşündüğümüz bu rivayet, yorumunu yapmakta olduğumuz âyetteki mal artışı isteğinin dünyada olduğu görüşünü desteklemektedir.
Malı, serveti ve dünyayı sevmek kötü değildir; yeter ki bu sevgi, vereni ve veriliş gayesini unutturacak şekilde tutkuya dönüştürülmesin. Âyetteki kınama bu noktada nankörlerin doğru bir tutum ortaya koymamaları nedeniyledir.
Çok az da olsa müşriklerin âhirete inananları bulunduğu için bu istek âhirette de gerçekleşecek olabilir. Bu durumda Yüce Allah bu nankör tiplerin âhirette dile getirecekleri bazı ifadeleri hatırlatıyor olabilir. Bu noktada bazı deliller ileri sürülebilir:
ı. Yorumunu yapmakta olduğumuz âyetten sonra gelen 16. âyetteki “O, âyetlerimize karşı düşmanca bir tutum içerisindeydi” ifadede yer alan kâne fiili bunun en önemli delilidir. Çünkü kâne fiili “daha önce” anlamına da gelmektedir. Durum böyle olunca söz konusu isteğin dünya hayatındaki bazı yanlışlıkları ifade ettiği ortaya çıkmaktadır. 17. âyette ise nankör kişinin âhirette azaba uğratılacağı beyan edilerek, nimet artırım isteğinin âhirette gerçekleşeceği ortaya konulmuş olmaktadır.
ıı. İnkârcı insanın sözlerini ve inancını ifade eden Meryem 19/77’ye bakalım: “Küfre saplanmış olan, üstelik ‘servet de mal da bana verilecektir’ diyen kişiye baksana bir.” Yüce Allah bu sözün sahibini bir sonraki âyette, yani Meryem 19/78’de cevaplamakta ve “Yoksa gaybı mı biliyor ya da Rahmân’dan bir söz mü almış!” diyerek paylamaktadır. Demek ki bu insan tipi âhirette kendisine daha çok mal verileceğine inanmaktadır.
ııı. Kehf 18/35-36 ve Fussılet 41/50’de dile getirildiği üzere, aslında kıyâmete ve âhirete inanmayan, ancak bunlar gerçekleşecekse kendisine dünyadakilerden çok daha fazla ve daha güzel mal verileceğini ifade eden kişiler de benzer nankörlüğe sahip olanlardır. İşte bütün bu deliller, nankör insanın daha çok mal ve servet isteğini mahşerde dile getireceğini ortaya koymaktadır.
Söz konusu mal artırım isteği, ister dünya hayatında iken olsun, isterse âhirette olsun, durum değişmemektedir. Burada önemli olan nokta, nankörlüğün sınır tanımazlığı ve pervasızlıkta nasıl bir düzey kazandığıdır. Malı, serveti ve çocukları veren asıl gücü, veriliş gayelerini ve hayatın anlamını fark edemeyenler, neyi, nasıl, ne zaman ve kimden isteyeceğini de bilemeyenlerdir.
ıı. Bu İsteğe Verilecek Cevap “Hayır”dır
كَلَّاۜ اِنَّهُ كَانَ لِاٰيَاتِنَا عَن۪يدًاۜ “Asla (ummasın)! Çünkü o, âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıydı.” Âyetteki كَلَّا kellâ edatı “hayır, asla”, عَن۪يدًا ‘anîd kelimesi ise “inkârcı, inatçı” demektir.
a) Yüce Allah mal, servet veya çocuklarının artırılmasını isteyen kişiye olumsuz cevap vermekte ve bu isteğin kesinlikle reddedileceğini كَلَّا kellâ edatıyla ortaya koymaktadır. Bu edat hakkında Fecr 89/17’de detaylı bilgi vermiştik.
b) Âyette kullanılan كَانَ kâne edatı, inkârcılığın bu tiplerde kalıcı olduğunu, kendilerinin ayrılmaz bir parçası haline geldiğini ve bu şekilde anılmaya devam etmeyi ifade etmektedir. Bu tercihe göre âyetin anlamı şöyledir: “Asla (ummasın)! Çünkü o, âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıdır.”
Öte yandan, kâne edatı sayesinde konu âhiretle ilişkilendirilerek, nankör kişinin inkârcılığının dünyada olduğu ortaya konulmaktadır. Bu takdirde de anlam şöyledir: “Asla (ummasın)! Çünkü o, âyetlerimize karşı alabildiğine inatçıydı.” Bu edatı her iki anlamıyla değerlendirerek âyete kattığı anlam zenginliğini ortaya koymak, âyetleri anlamada önemli ufuklar kazandırır.
c) Âyette inkâra konu edinilen şeyler ِاٰيَاتِنَاâyâtinâ “ayetlerimiz”, yani “Allah’ın âyetleri” olarak ifade edilmektedir. Bu ifade ile kastedilenlerin neler olduğu da önemlidir. Âyetlerin iniş sebebinden de anlaşılacağı üzere, burada sözü edilen kişi öncelikle Velîd b. Muğîra’dır. Onun inkâr ettiği şeyler ise;
ı. Yüce Allah’ın birliği, gücü ve kudretidir.
ıı. Hz. Peygamber’in risaletidir.
ııı. Kıyâmettir.
ıv. Diriltilmedir.
v. Âhirettir, mahşerdir, sorgulanmadır.
Sözü edilen bu beş hususu ortaya koyan kaynak “Yüce Allah’ın âyetleri”dir. Durum böyle olunca, nankör kişinin vahyin ortaya koyduğu bütün değerleri inkâr ettiği sonucunu elde edebiliriz.
d) İnkârcı insanın dünya hayatındaki en önemli özelliği gerçeğe karşı inatçılığıdır. Yüce Allah bu âyette inatçılık anlamında ‘anede kökünden türetilen عَن۪يدًا ‘anîd sıfatını kullanmaktadır. Bu kelime, “doğru olan bir şeyi, doğruluğunu bildiği halde reddeden veya doğruya karşı çıkan kimse” demektir. ‘Anîd veya mu‘annid kelimeleri “gerçeğe karşı kendisini bilerek şartlandıran veya konuşlandıran kişi”yi ifade eder. Kelime bu anlamıyla tam da Velîd b. Muğîra’yı ve onun gibi düşünenleri nitelendirmektedir.
Mesele elbette sadece Velîd ile ve onun dönemiyle sınırlı değildir. Her kim esaslarını ilâhî iradenin belirleyip şekillendirdiği inanç, davranış ve ahlâkî değerleri inkâr ederse, burada sözü edilecek tehdide ve âkıbete muhatap olacağını bilmelidir.
ııı. Azaba Çarptırılacaktır
سَاُرْهِقُهُ صَعُودًاۜ “Ben de onu zamanı gelince sarp bir azap yokuşuna sardıracağım!” Âyetteki اُرْهِقُ urhiku fiili “sürmek, sardırmak”, صَعُودًا sa‘ûd kelimesi ise “sarp yokuş” demektir.
Bu âyeti önceki ile birlikte düşünürsek, iki âyeti şöyle tercüme edebiliriz: “Mademki o, bizim âyetlerimize karşı çetin bir inatçı oldu, ben de buna karşılık zamanı gelince kendisini sarp bir yokuşa süreceğim.”
a) Âyetin başındaki sin edatı “yakın gelecek” anlamı verdiği için, “zamanı gelince” diye anlamlandırmayı tercih ettik. Çünkü âyette sözü edilen azap cehennem ateşidir; zamanı ve yeri âhiretle ilgilidir. İnkârcı kişinin sıkıntılı hali bazen dünya hayatında, bazen de ölümü anında başlar. Ölümün ne zaman geleceği belli olmadığına ve kişi her an ölebileceğine göre, âyetteki sin edatının “yakın zaman” anlamı her zaman devrededir.
b) “Sardırmak, sürüklemek, sürmek” anlamlarına gelen اُرْهِقُ urhiku fiili, aslında “istenmeyen bir şeye veya bir yere doğru zorla sürüklemek” anlamına gelmektedir. Bu âyette birlikte kullanıldığı صَعُودًا sa‘ûd kelimesi dikkate alındığında, söz konusu fiilin anlam dünyasında bir zorlamanın, sıkıntının ve acının bulunduğu kendiliğinden anlaşılabilecektir.
c) “Azap”, özellikle “cehennem ateşi” anlamına aldığımız صَعُودًا sa‘ûd kelimesi, zorluk ve sıkıntı anlamını beraberinde bulunduran bir kelimedir ve cehennemdeki sarp bir yokuşun adıdır. Yüce Allah, Cinn 72/17’de zikrinden, yani kitabından veya öğüdünden yüz çevirenleri gittikçe artan, zor ve sarp bir azaba sürükleyeceğini beyan ederken de aynı kökten gelen صَعدًا sa‘ad kelimesini kullanmaktadır.
d) Önceki âyetteki “inkârcılığı” dünya hayatında devam eden bir nitelik olarak kabul edersek, bu âyette sözü edilen azaba sürüklenmeyi, dünya hayatında çekilen sıkıntılar şeklinde anlamlandırabiliriz. Semerkandî’nin naklettiği gibi Velîd b. Muğîra, hayatının son dönemlerinde derin sıkıntılara düşmüş ve fakirlikle ölmüştür.[11] Ayrıca Yüce Allah Tâhâ 20/124’te, öğüdünden yüz çevirenlerin dar ve sıkıntılı bir hayat yaşayacaklarını, mahşerde de nimetlere karşı kör, yani onlardan mahrum olacak şekilde diriltileceklerini beyan etmektedir.
Dünya hayatında ilâhî gerçeklere karşı zorba bir tavır takınanlar, dünya hayatında dar ve sıkıntılı bir hayat yaşayacakları gibi âhirette de aynı türden zor bir azaba çarptırılacaklardır. Velîd b. Muğîra örnekliğinde tarihin her döneminde benzer türden yanlışlıklar içerisinde bulunanlar zor, sıkıntılı, acı veren, zorluğu ve şiddeti gittikçe artan bir azapla karşılaşacaklarını bilmelidirler. İşte bu âyet indirildiği dönemde başta Hz. Peygamber olmak üzere diğer müminleri motive ettiği gibi günümüzde ve kıyâmete kadar da bütün müminlere moral desteği sağlamayı amaçlamakta, onları bu bilgilerle müjdelemekte, ayrıca inkârcı nankörlere de gözdağı vermeyi hedeflemektedir.
[1]   Râzî, age., XXIX, 198.
[2]   Eleştiriler için bkz: Râzî, age., XXIX, 198.
[3]   Esed, age., s. 1204.
[4]   Semerkandî, age., III, 515; Râzî, age., XXIX, 199.
[5]   Âl-i İmrân 3/191; Yûnus 10/5; Sâd 38/27; Dühân 44/38.
[6]   Enbiyâ 21/16; Dühân 44/38.
[7]   Mü’minûn 23/115.
[8]   Zemahşerî, age., IV, 635; Râzî, age., XXIX, 199.
[9]   Semerkandî, age., III, 516.
[10]  Müslim, Zekât, 116, 119; Tirmizî, Menâkıb, 32; Ahmed b. Hanbel, V, 117.
[11]   Semerkandî, age., III, 516.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder