18 Temmuz 2017 Salı

Kâfirun Sûresi’nin Tefsiri

Mehmet OKUYAN

1-6. ÂYETLER:

قُلْ يَآ اَيُّهَا الْكَافِرُونَۙ ﴿1﴾ لَآ اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ ﴿2﴾ وَلَآ اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَآ اَعْبُدُۚ ﴿3﴾
وَلَآ اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ ﴿4﴾ وَلَآ اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَآ اَعْبُدُۜ ﴿5﴾
لَكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ ﴿6﴾
1. De ki: Ey kâfirler! 
2. Ben sizin tapmakta olduğunuz (varlıklara) tapmıyorum. 
3. Siz de benim kulluk yaptığım (güce, Allah’a) kulluk yapıcı değilsiniz. 
4. Zaten ben, sizin tapmış olduğunuz (varlıklara) asla tapıcı değildim. 
5. Siz de benim kulluk yaptığım (güce, Allah’a) kulluk yapıcı değildiniz. 
6. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.”

a) Sûrenin İniş Sebebi

Kâfirûn sûresinin nüzul sebebi olarak kaynaklarda şöyle rivayetler vardır: “Müşrikler, bir yıl Allah’a, bir yıl da onların putlarına tapınmayı Hz. Peygamber’e teklif etmişler, bunun üzerine bu sûre indirilmiştir.” Velîd b. Muğîre, Âs b. Vâil, Esved b. el-Muttalib ve Ümeyye b. Halef’ten oluşan bir grup birer yıllık ortak tapınma fikrini Hz. Peygamber’e teklif etmişler, hangisinde hayır olursa onda birleşmeyi taahhüt etmişler ve bunun üzerine bu sûre indirilmiştir.
Başka bazı rivayetlerde de, Hz. Peygamber’e çeşitli tekliflerin sunulduğu, istediği kadar malın kendisine verilebileceği, istediği kadınla evlendirileceği, Mekke’nin en zengini haline getirileceği gibi çeşitli vaatlerde bulunulması üzerine bu sûre indirilmiştir.[1]
Rivayetlerde dile getirilen bütün hususlar doğru olabilir ve bu sûrenin Hz. Peygamber’in tevhid ilanında bulunması için indirildiğini ortaya koyabilir.

b) Tevhîd – Şirk Karşıtlığı

Yüce Allah, sûrenin bu âyetlerinde Hz. Peygamber’den, nankörlere bildirimde bulunmasını istemektedir:

ı. Nankörlere Hitap

قُلْ يَآ اَيُّهَا الْكَافِرُونَ “De ki: Ey kâfirler!” Bu âyetle ilgili bazı hususları açıklamak gerekmektedir. Âyetteki قُلْ kul emri “de ki”, الْكَافِرُونَ el-kâfirûn kelimesi ise “inkarcılar, nankörler” demektir.
a) Sûrenin قُلْ kul “de ki” hitabıyla başlamasının çeşitli nedenleri olduğu belirtilmektedir.
Râzî, bu doğrultuda 40 çeşit yorumun bulunduğunu söylemekte ve her biri için çeşitli izahlar yapmaktadır. Elbette burada onları saymak durumunda değiliz. Şu kadarını söyleyelim ki, bu emir öncelikle Kur’ân hakikatlerinin ilâhî kaynaklı oluşunu ortaya koymakta, Hz. Peygamber’in vahye kendisinden veya hevasından herhangi bir müdahalesinin bulunmadığını göstermektedir.
Bu ifade, Hz. Peygamber’in Yüce Allah tarafından programlandığını, hayatının ilkelerini O’nun belirlediğini, yani O’nun tarafından inşa edildiğini göstermektedir. Bu durumda, Hz. Peygamber’i yalanlayanlar En‘âm 6/33. âyet gereği aslında Yüce Allah’ı ve O’nun âyetlerini yalanmış olmaktadırlar. İşte Kâfirûn ve benzer sûrelerde yer alan bütün kul “de ki” ifadeleri, Hz. Peygamber’i rahatlatmakta, asıl muhatabın Yüce Allah olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca, sonuçta Hz. Peygamber’in de vahyi savunan diğer insanların da dün olduğu gibi bugün de yarın da Yüce Allah tarafından yalnız bırakılmayacağı garantisi dolaylı olarak verilmiş olmaktadır. İlâhî rızayı amaçlayan hiçbir davranış karşılıksız bırakılmayacaktır.
b) Âyetteki يَآ اَيُّهَا الْكَافِرُونَ “Ey kâfirler” hitabına bazı âlimlerimiz, “ey nankörler” demeyi tercih etmişlerdir ki bu tercüme de doğrudur. Çünkü inkâr, nankörlüğün en üst derecesidir. Esasında Zümer 39/64’te, Allah’tan başkasına ibadet etmesini isteyenlere Hz. Peygamber’in “Ey câhiller” diye hitap etmesi istenmektedir. Durum böyle olunca, oradaki câhil kelimesinin aslında “kâfir” anlamında kullanıldığı anlaşılmış olmaktadır.
c) Diğer taraftan الْكَافِرُونَ el-kâfirûn kelimesinin kimleri kapsadığı, bütün kâfirleri mi, yoksa sadece o dönemdekilerle mi sınırlı olduğu da tartışılmıştır. Râzî’nin vurguladığı gibi, devam eden âyetlerdeki hitap gereği, bunun öncelikle o dönemdeki inkârcı muhatapları içerdiğini söylemek durumundayız. Hitap böyle olsa da mesajın evrensel oluşuna herhangi bir engel yoktur. İnkârı veya küfrü kendisine ilke edinen ve devamlı bu haliyle anılan kişiler kastedildiği için, hitap fiili değil isim kalıbında getirilmiştir. Bu ifadeye “ey nankörler” anlamını verdiğimizde, yukarıdaki anlamın evrenselliği daha iyi anlaşılmış olur. Her kim bu tür nankörlüklerin içinde olursa, nerede, nasıl ve ne zamannankörlük yaparsa yapsın, bu hitabın muhatabı olacağını bilmelidir. Zaten âyetlerde şahıs isminden söz edilmemesi, mesajın kişiler, olaylar veya zamanla sınırlı olmadığını ve yanlış yapan herkesi içerdiğini göstermek içindir.

ıı. Tevhîd, Sadece Yüce Allah’a Kulluktur

لَآ اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ وَلَآ اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَآ اَعْبُدُۚ “Ben sizin tapmakta olduğunuz (varlıklara) tapmıyorum. Siz de benim kulluk yaptığım (güce, Allah’a) kulluk yapıcı değilsiniz.” Âyetteki لَآ اَعْبُدُ lâ a‘büdü fiili “tapmamak”, عَابِدُونَ ‘âbidûn kelimesi “tapanlar, tapıcılar”, اَعْبُدُ a‘büdü fiili ise “tapmak” demektir.
Niyetler farklı olunca eylemler de farklı kelimelerle ifade edilir. Muhataplar “put” ise tercümeyi “tapmak”, “Yüce Allah” ise “kulluk yapmak” şeklinde vermeyi tercih ediyoruz. Bu âyetlerdeki ifadeler, “Allah’tan başkasına tapmamak” şeklindeki tevhid ilânını oluşturmaktadır. İlk cümlede Hz. Peygamber’in kararlılığı ortaya konulmaktayken, ikincide karşı tarafın tutumu dile getirilmiş olmaktadır.
a) Yûnus 10/104’te de ifade edildiği gibi, Hz. Peygamber müşriklerin taptığı varlıklara tapmamakta olduğunu ve ileride de tapmama kararlığını ilân etmektedir. Bu ifade, En‘âm 6/56’da şu şekilde ortaya konulmaktadır: “De ki, Allah’ın peşi sıra tapındığınız varlıklara tapınmak bana yasaklanmıştır. De ki, ben sizin hevanıza (arzularınıza) uymam; aksi takdirde sapmış ve hidayete erenlerden olmamış olurum.” Yüce Allah, bu âyette Hz. Peygamber’in peygamberlikle görevlendirildiği dönemi ortaya koymakta ve onun puta tapmamakta olduğu gerçeğini âyetleştirerek herkese bildirmektedir.
b) Öte yandan, yine bu âyetten anladığımıza göre Hz. Peygamber’in karşısına dikilenlerin tapındığı putlar, bir anlamda Necm 53/19-23’te isimleri sayılan ve insanların kendi isimlendirmelerinin sonucu ilâh olarak tayin ettikleri varlıklardı.[2]Yüce Allah, En‘âm 6/56’da bu putlara “insanların hevası, arzusu” adını vermektedir. Böylece kendisine kulluk yapılmasına layık varlığın sadece Kendisi olduğunu, insanların ilâh veya aracı olarak herhangi bir üstün güç belirleyemeyeceklerini beyan etmiş olmaktadır.
c) Peygamber’in risâlet döneminde puta tapmadığı gerçeğini ifade eden diğer bir âyet de Mü’min 40/66’dır: “De ki, (hele hele) bana Rabbimden apaçık deliller gelince, sizin Allah’ın peşi sıra taptığınız varlıklara tapmam bana (haliyle) yasaklandı; ‘âlemlerin Rabbine teslim olmam’ bana emredilmiştir.” Bu âyete göre, Hz. Peygamber’in puta tapıcılıkla ilişkilendirilebilecek hiçbir uygulaması olmamıştı. O, hayatında tevhide odaklanmış ve âlemlerin Rabbi Yüce Allah’a teslim olmaktan başka hiçbir davranış ve düşüncenin içine girmemiştir. Kâfirûn 2 ve 3. âyetlerdeki لَا  edatı bu anlamı zorunlu kılmaktadır. Hz. Peygamber’in peygamberlikten önceki hayatı hakkındaki bilgiyi 4. âyette izah etmeye çalışacağız.
d) Sonraki âyetlerde de kullanıldığı gibi, 2 ve 3. âyetlerde dikkat çeken diğer bir husus da, hem putlar için hem de Yüce Allah için aynı edatın kullanılmasıdır. Âyetlerdeki مَا  edatı, tapınılan varlıkları nitelendirirse söz konusu durum meydana gelmektedir. Bu durumda edat ellezî anlamına gelir ve tapınılan varlıkların bizzat kendileri değil, onlara nispet edilen “güç, üstün güç” kastediliyor demektir. Şems 91/5-7’deki  edatları da böyle bir konumda bulunmaktadır. Eğer Kâfirûn 2, 3, 4 ve 5. âyetlerdeki  edatını kemâ anlamına alırsak, bu durumda sakınca ortadan kalkmakta, âyetlerin anlamı “benim kulluk yaptığım şekilde, sizin tapındığınız gibi” halini almaktadır.[3]
e) Bu iki âyette ve devam eden diğer âyetlerde Yüce Allah Hz. Peygamber örneğiyle bütün tevhidtaraftarlarına şu mesajı vermektedir: Tevhid en büyük samimiyet göstergesidir, herhangi bir şeyle ve herhangi bir varlığın hatırına onu zedelememek gerekir. Aksi takdirde, yapılanlar insanların hevası veya arzusu olarak nitelendirilmekte, şirkadını almakta ve ilâhî rızaya aykırılık oluşturmaktadır.

c) Hz. Peygamber: Mazisi Tertemiz İnsan

وَلَآ اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ وَلَآ اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَآ اَعْبُدُۜ “Zaten ben, sizin tapmış olduğunuz (varlıklara) asla tapıcı değildim. Siz de benim kulluk yaptığım (güce, Allah’a) kulluk yapıcı değildiniz.” Âyetteki عَابِدٌ ‘âbid kelimesi “tapan”, عَبَدْتُمْ ‘abettüm fiili ise “tapınmış olmak” demektir.
Bu âyetler ilk bakışta 2 ve 3. âyetlerin tekrarı gibi algılanabilir. Oysa bu âyetler tekrar olmaktan ziyade, farklı bir gerçeği dile getirmektedir.
Önceki âyetlerde Hz. Peygamber’in peygamber olduğu ilk dönem ve sonrasında putlara tapmama kararlılığı ortaya konulmaktadır. 4 ve 5. âyetlerde ise, bir taraftan Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önceki hayatı nitelendirilmekte ve onun hiçbir şekilde Mekke müşrikleri gibi puta tapmadığı belirtilmektedir. Diğer taraftan, Mekke müşriklerinin de o dönemlerde onun yaptığı gibi kulluk yapmadığı ifade edilmiş olmaktadır.
Şu husus açıkça ortadadır: Kulluk konusunda, peygamberlik sonrasında olduğu gibi, öncesinde de Hz. Peygamber ile Mekke müşrikleri arasında taban tabana zıtlık vardı. Kullukta herhangi bir şekilde şirk varsa, orada tevhid yoktur. Risalet öncesi dönemde hanîf ve muvahhid olan Muhammedü’l-Emîn’de elbette şirk olamazdı. Çünkü iki zıt bir arada bulunamaz.
Bu tespitimize temel olması bakımından iki âyeti karşılaştırmak istiyoruz:لَآ اَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَۙ “Ben sizin tapmakta olduğunuz (varlıklara) tapmıyorum” ifadesi ile وَلَآ اَنَا۬ عَابِدٌ مَا عَبَدْتُمْۙ “Zaten ben, sizin tapmış olduğunuz (varlıklara) asla tapıcı değildim” ifadesi arasında önemli bir fark vardır. İlk âyetteki iki cümle de fiil cümlesidir ve başındaki  edatı, hali de içerecek şekilde, geleceği ifade etmektedir. İkinci âyette ise, bir isim cümlesi ile bir fiil cümlesi vardır.
Bu âyet, Hz. Peygamber’in hayatında hiçbir şekilde ve hiçbir zaman puta tapıcılığın yaşanmadığını, onun puta tapıcılıkla asla ve asla anılamayacağını ortaya koymaktadır. Zaten 4. âyetteki, عَبَدْتُمْ ‘abettüm fiili de geçmiş zaman (mâzî) kalıbında özellikle getirilmiştir ki 2. âyetteki, تَعْبُدُونَ ta‘büdûn şeklindeki hal ve gelecek zaman bildiren muzârî fiilden farklı olduğu ortaya konulabilsin.
Bu âyetler hakkında şunu da belirtmeliyiz: وَلَآ اَنْتُمْ عَابِدُونَ مَآ اَعْبُدُۚ “Siz de benim kulluk yaptığım (güce, Allah’a) kulluk yapıcı değilsiniz” şeklindeki 3 ve 5. âyetler, birer tekrar değil, kendilerinden önceki âyetlerin vurgusu veya te’kididir. Bu doğrultuda ve vurgulu şekilde 2 ve 3. âyetlerin anlamları şöyledir: “Ben sizin tapmakta olduğunuz varlıklara tapmıyorum; nitekim siz de benim kulluk yaptığım varlığa kulluk yapmıyorsunuz.” Burada özellikle üzerinde durulan husus, Hz. Peygamber’in de muhatapları olan Mekke müşriklerinin de risâlet döneminde birbirinden farklı şekillerde hareket ettiklerini ortaya koymaktır.
Vurgulu şekilde 4 ve 5. âyetlerin anlamı ise şöyledir: “Ben, sizin taptığınız varlıklara zaten tapmamıştım; nitekim siz de (o zaman bile) benim kulluk yaptığım gibi kulluk yapmıyordunuz.” Buradaki vurgu ise Hz. Peygamber’in peygamber olmadan önce de puta tapmadığına, müşriklerden ve şirkten uzak bir ibadet şeklini takip ettiğine yöneliktir. Bu özellikteki inançlara “muvahhidlik” veya “haniflik” denilmekteydi. Risâlet öncesi Mekke’sinde sayıları az da olsa, Hz. İbrahim’den kalma ve sözlü bilgilerden oluşan dinî kabuller vardı; Hz. Peygamber de bu kabullere sahip olanlardan biriydi. Kâfirûn sûresinin 4 ve 5. âyetleri bizce bu gerçeğin ifadesidir.

d) Herkesin Yaptığı Kendine

Yüce Allah, Hz. Peygamber’den, sûrenin bu son âyetinde son ve evrensel bir hatırlatmada daha bulunmasını istemektedir.
لَكُمْ د۪ينُكُمْ وَلِيَ د۪ينِ “Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.” Bu âyet, adeta Kur’ân’ın bir özeti gibidir.
Âyetteki dîn kelimesi farklı anlamlara gelebilir.
Dîn kelimesi, dünyada yaşanan değerler sistemi olarak “din” manasına gelebilir. Bu durumda âyetin anlamı: “Sizin değerleriniz size, benimki de banadır” şeklinde olur.
Bu kelimeye “hesap” anlamı da verilebilir. Bu durumda anlam; “(Âhirette) sizin hesabınız size, benimki de banadır” şeklini alır. Böylece âhiretteki sorgulama gerçeğine dikkat çekilmiş olur. Zaten orada herkes hesaba çekilecektir: “…Onların hesabından sana bir sorumluluk yoktur. Senin hesabından da onlar sorumlu olmayacaklardır…”[4] “Biz kendilerine peygamber gönderilenlere de soracağız, peygamberlere de soracağız.”[5] Sayılarını artırabileceğimiz bu konudaki âyetlerde verilmek istenen asıl mesaj, “herkesin kendinden sorumlu olduğu”[6] ve “hiç kimsenin başkasının yükünü taşıyamayacağı”dır.[7]
* Kur’ân ve Din Özgürlüğü
Kâfirûn sûresinin son âyeti İslâm dininin inanç özgürlüğüne bakışını simgelemektedir.
a) Kur’ân’a göre insanlar, inanma veya inanmamada serbest bırakılmışlardır.
“Sizi yaratan O’dur; kiminiz kâfir, kiminiz mü’minsiniz.”[8]
“Biz, insana doğru yolu gösterdik; ya şâkir (mümin) olur, ya da kâfir (nankör).”[9]
“De ki Hak, Rabbinizden (gelen)dir. Dileyen iman etsin, dileyen de inkâr etsin.”[10]
Bu ve benzeri pek çok âyette Yüce Allah inanç konusunu insan iradesine bıraktığını ifade etmekte, İbrâhim 14/4’te de dileyenleri hidayete erdireceğini, dileyenleri ise sapıklıkta bırakacağını beyan etmektedir.
b) İnanç, ancak irade hürriyetiyle bir anlam ifade eder. İnanabilme ve inanmama özelliğinde yaratılan insanın akıl ve iradesini kullanarak karar vermesi, kararının değerlendirmeye alınmasının ön şartıdır. İnsanlar inanmamayı seçerse, sonuçta, Kehf 18/29’da açıkça vurgulandığı üzere, âhirette ateş azabını hak etmiş olurlar. Bu nedenle peygamberler insanlara gerçeğin bilgisini sunar, tebliğ eder ve hayatlarıyla örnek olurlar; insanlar bu sunum doğrultusunda hakikati kabul ederlerse ödülü, reddederlerse azabı hak etmiş olurlar. Din, gönül eylemidir ve gönülde başlar; davranışlar da gönül desteğiyle, iman ve ahlak birlikteliğiyle değer kazanırlar. Kişi neye karar vermişse onun sonucuna katlanacağını bilmelidir.
c) Yüce Allah, Yûnus 10/40-44’te şu hususları bildirmektedir: “İnsanlardan (Kur’ân’a) inananlar da vardır; inanmayanlar da. Rabbin bozguncuları elbette çok iyi bilmektedir. Eğer seni yalanlarlarsa, onlara de ki: Benim işim bana, sizinki de sizedir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım. İçlerinden sana kulak verir (gibi yapanlar) vardır. Fakat akıllarını kullanmıyorlarsa, sen sağırlara gerçeği duyurabilir misin ki? İçlerinden sana bakıyor (gibi olanlar) da vardır. Eğer gerçeği görmek istemiyorlarsa, sen körleri doğru yola nasıl ulaştırabilirsin ki?” İşte bu âyet grubu meseleyi bütünüyle ortaya koymakta, inancın bir akıl ve irade işi olduğunu adeta bilinçlere kazımaktadır.
d) “Sen ey Peygamber, Rabbinden sana indirilmiş olanın tamamını tebliğ et. Eğer bunu yapmadıysan Allah’ın (sana yüklediği) peygamberlik görevini tebliğ etmemiş (insanlara ulaştırmamış) olursun…”[11]
“Eğer yüz çevirirlerse, biz seni onların üzerine bekçi olarak göndermedik. Senin görevin sadece tebliğ etmektir…”[12]
“Siz ey (müşrikler veya kâfirler), eğer gerçeği yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de yalanlamıştı. Peygambere düşen görev, sadece gerçeği açıkça duyurmaktır.”[13]
“…Peygamberlere düşen görev, açıkça tebliğden başka bir şey değildir.”[14]
Bu âyetler bütün peygamberlerin ve elbette Hz. Peygamber’in gönderiliş gayesinin tebliğ olduğunu ortaya koymaktadır.
e) İnanç bir akıl eylemidir ve iradeyle ortaya konulması gerekir. İman veya küfür de bunların sonucunda istenip tercih edilir. Peygamberler ilâhî gerçekleri duyurur, vahiy eseri kitaplar da birer yol haritasıdır. Bu durumda insanların inanç ve davranış serbestîsine sahip olduğunu, hiç kimsenin hiç kimseyi zorlayamayacağını, karar verilen doğrultuda yaşanan hayatın hesabının âhirette verileceğini ve herkesin hak ettiği sonuçla buluşturulacağını bilmekte yarar vardır. Hürriyet, inanmamayı da içerir. Bu nedenledir ki Bakara 2/256’da “dinde zorlamanın olmadığı” açıkça belirtilmektedir. Ayrıca içinde iman olduğu sürece, dışarıdan zorlamalara maruz kalan bir insanın dıştan, yani diliyle söylediği inkârın değerlendirmeye alınmayacağı Nahl 16/106’da vurgulanmaktadır.
f) Din, öncelikle gönül eylemidir; gönüldeki veya niyetlerdeki sapmalar, davranışlarda kilometrelerce aykırılığa veya sapmaya dönüşmektedir. “İslâm” inancı, ilk peygamberden son peygambere kadar bütün peygamberlerin iman ettiği, yaşadığı, davranışlarıyla veya sözleriyle insanlara örnek olmaya çalıştıkları, Allah katındaki tek makbul dindir. Bu dinin özü “tevhid”dir; yani “tek Allah’a kulluk yapmak, başka varlıklara tapmamak ve Allah’a ibadette de başkalarını devreye sokmamaktır.” “Andolsun ki, biz her ümmete mutlaka bir peygamber göndermişizdir: Allah’a ibadet edin; şeytandan kaçının diye…”[15] İşte risâlet kurumunun var ediliş gayesini bu âyet özetlemektedir. “Tek Allah’a iman ve sadece O’na kulluk yapmak” tevhid inancının olmazsa olmazıdır. Bu önemi nedeniyledir ki, Mekkeli müşrikler, kendi yanlışlarını terk etmek istemedikleri için, Hz. Peygamber’den, onlara “Sizin dininiz size, benimki de banadır” şeklinde hitap etmesi istenmektedir.
g) Kur’ân’da savaşın sadece “savunma” amaçlı olduğu, saldırganlığın şiddetle reddedildiği de özellikle vurgulanmaktadır.
“Size karşı savaş açanlarla siz de Allah yolunda savaşın, fakat saldırganlık yapmayın! Allah saldırganlık yapanları sevmez.”[16]
İnsanî erdemin en çok çiğnendiği ve haksızlık ve zulmün en çok işlendiği savaşa Kur’an meşru sınırlar içerisinde izin vermiş, fakat kirli savaşa izin vermemiştir. Bu yüzden bir savaş ahlâkı geliştirmiştir.[17] İşte bu âyette çok açık bir şekilde saldırganlık reddedilmekte, yasaklanmakta, sadece savaş açanlara savunma amaçlı karşılık verilmesinin emri yer almaktadır.
h) Kur’ân’da din ve irade özgürlüğü bağlamında ne kadar âyet varsa hepsini neshettiğine inanılan Tavbe 9/5. âyet çık yanlış yorumlara sahne olmaktadır. Seyf “kılıç” âyeti de denilen âyette sözü edilen durum, “durduğu yerde duran müşrikleri nerede bulurlarsa öldürmekle” ilgili değildir. Âyetteki el-müşrikîn kelimesinin başında bulunan el takısı, söz konusu müşriklerin nitelikleri belirli kişiler olduğunu ortaya koymaktadır. Yani herhangi bir müşrik değil, sadece Müslümanlara savaş açan müşrikler bulundukları yerde öldürüleceklerdir. Çünkü onlar fiilen savaş içerisindedirler ve düşmanlıklarına devam etmektedirler. Bakara 2/190’da da hatırlatılan mesaj bundan ibarettir. Burada yadırganacak bir durum yoktur; çünkü saldırganlık söz konusu değildir.
i) İnsanların en kutsal değerlerinden birisi hayat hakkıdır. Bir insanın hayatına kast etmek, sebepsiz yere insan öldürmek Kur’ân’a, hatta Tevrât’a göre bütün insanları öldürmekle eşdeğer tutulmuştur.[18] İlâhî irade hayat hakkı noktasında son derece nettir ve temel duruş insan hayatına saygıdan yanadır.
j) Bu noktada Müslümanların diğer inançlardan olan kişilere karşı tutumlarının nasıl olması gerektiğini kavramak için Mümtehıne 60/8-9. âyetleri çok iyi bilmek gerekir:
“Allah size, sizinle din savaşı yapmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselerle iyilik ve fedakârlığa dayalı bir ilişki geliştirmenizi yasaklamaz: Çünkü Allah fedakâr olanları pek sever. Allah size, yalnızca sizinle din savaşı yapan ve sizi yurtlarınızdan çıkaran veya sizin çıkarılmanıza destek verenlerle dostluk kurmanızı yasaklar. Artık kim onlarla dostluk kurarsa, işte onlar zalim­lerin ta kendileridir.”
Başka bazı âyetleri Mekke dönemi ile ilişkilendirip oralardaki hoşgörüyü hükümsüz gibi görenler özellikle hata yapmakta olduklarını işte bu âyetlerin mesajarını anladıklarında göreceklerdir. Saldırganlık yapmayana saldırmak bir tarafa onlara iyilik yapılması ve adaletle davranılması gereği üzerinde durulmaktadır. Çünkü Yüce Allah âyetin sonunda iyilik yapanları ve adalet sahiplerini sevdiğini beyan etmektedir.
Sözün sonunda şunu özellikle beyan etmeliyiz: Kur’ân’da savaş anlamında kullanılan kelimelerden biri kıtâl/mukaateledir; diğeri ise cihâd/mücâhededir.
Kıtâl aslında saldırgana karşılık verip savaş yapmak anlamına gelmekteyken, cihâd kavramı önüne gelen her inançsız veya farklı inançlardan olan kişileri öldürmeye değil, onları kazanmaya dayalı bir faaliyettir. Bu nedenledir ki Furkaan 25/52’de en büyük cihad Kur’ân’ı anlatmak şeklinde belirlenmiştir. Sadece bu âyet bile İslâm’ın savaş anlayışını kavramamıza yeter niteliktedir.


[1]    Taberî, age., XXX, 330-332.
[2]    Benzer bir âyet için bk. Yûsuf 12/40.
[3]    Benzer değerlendirmeler için bk. Râzî, age., XXXII, 145-146.
[4]    En‘âm 6/52.
[5]    A‘râf 7/6.
[6]    Bakara 2/286; Fussılet 41/46; Câsiye 45/15; Necm 53/39.
[7]    İsrâ 17/15; Fâtır 35/18; Necm 53/38.
[8]    Teğâbün 64/2.
[9]    İnsân 76/3.
[10]   Kehf 18/29.
[11]   Mâide 5/67.
[12]   Şûrâ 42/48.
[13]   ‘Ankebût 29/18.
[14]   Nahl 16/35. Benzer bir âyet için de bk. Yâsîn 36/17.
[15]   Nahl 16/36.
[16] Bakara 2/190.
[17] İslâmoğlu, age., s. 67’de 14. not.
[18] Mâide 5/32.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder