12 Haziran 2018 Salı

Leyl Suresi'nin Tefsiri

Mehmet OKUYAN

1-4. ÂYETLER:

وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰىۙ ﴿1﴾ وَالنَّهَارِ اِذَا تَجَلّٰىۙ ﴿2﴾ وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰىۙ ﴿3﴾
اِنَّ سَعْيَكُمْ لَشَتّٰىۜ ﴿4﴾
“1-4. (Karanlığı) bürüyüp örttüğünde geceye, ağardığı vakit gündüze, erkeği ve dişiyi yaratan güce yemin olsun ki, sizin işleriniz çeşitlidir.”
Şems sûresindeki yeminlere benzer şekilde, bu sûrede de bazı varlıklara yemin edilmekte, insan davranışlarının farklılığına dikkat çekilmektedir.

a) Üç Varlığa Yemin

Kur’ân’da çeşitli âyetlerde yemin ifadeleri kullanılmaktadır. Leyl sûresi de, yeminle başlayan sûrelerden biridir. Kur’ân’daki yeminler hakkında Kıyâmet 75/1’de geniş bir şekilde, Duhâ 93/1’de ise kısaca bilgi verdiğimiz için burada tekrara girmeyeceğiz. Sadece kendilerine yemin edilen varlıklar hakkında kısa bilgiler vereceğiz.
ı. Bürüyen Gece
وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشٰىۙ “(Karanlığı) bürüyüp örttüğünde geceye yemin olsun.” Âyetteki الَّيْلِ el-leyl kelimesi “gece”,يَغْشٰىۙ yağşâ fiili ise bürümek, kaplamak” demektir.
Bu âyette kendisine dikkat çekilen varlık “bürüyen gece”dir. Bu ifade hakkında bir önceki sûre olan Şems’te bilgi verdiğimiz için burada ayrıntıya girmiyoruz.
ıı. Ağaran Gündüz
وَالنَّهَارِ اِذَا تَجَلّٰىۙ ۙ “Ağardığı vakit gündüze yemin olsun.” Âyetteki النَّهَارِ en-nehâr kelimesi “gündüz”,تَجَلّٰىۙ tecellâ fiili ise “görünmek” demektir.
Bu âyette ise ilk âyetin devamı niteliğinde görünen gündüze dikkat çekilmektedir. Şems sûresinde bu ifade hakkında da bilgi vermiştik.
ııı. Erkek ve Dişiyi Yaratan Güç
وَمَا خَلَقَ الذَّكَرَ وَالْاُنْثٰى “Erkeği ve dişiyi yaratan güce yemin olsun.” Âyetteki خَلَقَ haleka fiili “yaratmak”, الذَّكَرَ ez-zeker kelimesi “erkek”, الْاُنْثٰى el-ünsâ sözcüğü ise “dişi” demektir.
Bu âyetteki  edatı özelinde şu hususu açıklığa kavuşturmak gerekir: Kur’ân’da Yüce Allah’ı nitelendiren zamirler veya edatlar farklılık arz etmektedir.
a) Allah’ı nitelendiren zamirler veya edatlar, zaman zaman “ben” veya “biz” anlamında, zaman zaman da müzekker, yani “erkek” kalıpta hüve (O) şeklinde getirilmektedir. Bu üç tür kullanım, Yüce Allah’ın bir insan gibi algılanmaması gerektiğini, O’nun varlığının aşkınlığını, yani kavranamaz ve kuşatılamaz olduğunu göstermeyi amaçlamış olabilir.
b) Bu üç tür kullanımdan farklı olarak, bir de men ve  edatlarının özel bir durumu vardır. Buna göre Yüce Allah hayy, yani hayat sahibi ve aklın asıl sahibi varlık olarak, O’na nispet edilecek edat men olması gerekmesine rağmen, sûrenin üçüncü âyetinde  edatı kullanılmıştır.خَلَقَ مَنْ men haleka denilmesi gerekirken, acaba nedenمَا خَلَقَ mâ halekadenilmektedir?
Tıpkı Nisâ’ 4/3, 22 ve Şems 91/5-6’da olduğu gibi, insanlar için men edatı kullanımı gerekmesine rağmen “işe, eyleme, olaya” dikkat çekmek için bazen  edatı, men edatı yerine kullanılabilir. Maksat, Yaratan’ın kendisi değil de, O’nun yarattığı ve O’nu temsil eden güç olarak kabul edilirse -ki böyle olması gerekir- ilgili edatın  olmasında bir sakınca yoktur. Bu durumda âyetin anlamı “erkeği ve dişiyi yaratan güce yemin olsun” şeklini alır.
* Üç Âyetin Ortak Mesajı
Gece ve gündüz, karanlık ve aydınlığı sembolize eder. Bu durumda, sûrenin ilk âyetlerinde zamanın bütününü hedef alan bir dikkat çekme işleminden söz ediliyor demektir. Dahası, gece ve gündüz kavramları, tabiattaki çift kutupluluğun örnek bir ifadesi olabilir. Böylece, gece ve gündüzün çift kutupluluğu ile insanın erkek ve dişi olarak iki cinse ayrılması arasında çok güzel ve hayatı kuşatıcı bir ince anlam ilişkisi bulunduğunu söyleyebiliriz. Geceyi, gündüzü, erkeği ve dişiyi yaratan varlık olan Yüce Allah, kendi kudretine de bu şekilde yemin etmiş olmaktadır.
Burada kendisine yemin edilen varlıklar “bürüyen gece, görünen gündüz, erkek ve dişiyi yaratan güç”tür. Aslında ilk etapta aralarında her ne kadar bir anlam ilişkisi görünmüyorsa da -Yüce Allah, birbiriyle ilişkisiz varlıklara ardı ardına yemin etmeyeceğinden- bu varlıklar arasında mutlak surette bir anlam ilişkisinin bulunduğunu söylemek durumundayız.
Sûrenin ilk âyetindeki “karanlığın bastırması”ndan sonra ikinci âyette “gündüzün aydınlığının gelmesi”, şirk ve cehalet karanlıklarının, yerini Kur’ân aydınlığına bırakacağı müjdesini içerir. Müddessir 74/33-34 ve Tekvîr 81/17-18’de, gecenin dönüp gitmesinin ardından gündüzün ağarması benzer bir müjdenin habercisi durumundadır. Kur’ân’daki yemin ifadeleriyle bir taraftan kâinat kitabına gönderme yapılırken diğer taraftan da içerdiği mesajlar doğrultusunda ince ve hassas dersler verilmektedir.

b) İnsanların Hedef ve Sonuç Farklılıkları

Yüce Allah, yemin ifadelerinden sonraki ilk cümlenin mesajını çok önemsediği için Kur’ân’da yemin ifadelerine yer vermektedir. İşte burada da, insanların dünya hayatlarındaki tercihlerine göre oluşturdukları farklılıklar gündeme getirilmektedir.
اِنَّ سَعْيَكُمْ لَشَتّٰىۜ “Sizin işleriniz çeşitlidir.” Âyetteki سَعْيَ sa‘y kelimesi “çalışma, iş”, شَتّٰىۜ şettâ sözcüğü ise “farklı” demektir.
Leyl sûresinin yemin ifadelerinden sonra gelen ilk cümlesi budur ve bu ifade, “siz çeşitli hedefler için çalışırsınız” şeklinde de anlamlandırılabilir. Âyette bir anlamda, kâinattaki düzene ve sünnetüllahın eşsiz intizamına rağmen, insan çabalarının dağınık ve düzensiz oluşuna temas edilmektedir. Yaratan tektir; insandan da tek bir yöne doğru gitmesi ve hayatını doğru esaslara göre yaşaması istenmesine rağmen, bu teklik bazı nankör insanlar tarafından çokluğa dönüştürülmektedir.
Bir sonraki âyet grubundan anlaşıldığına göre, burada kastedilen farklılıklar, dünya hayatındaki kararlılıkların öncelikle yine dünyadaki farklı sonuçlarını göstermektedir. Daha sonraki âyet gruplarında ise, buradaki davranışların sonuç olarak âhirette de kendini göstereceği ele alınmaktadır.
Âyette kastedilen hususun “doğuştan getirilen iki farklı yetenek veya potansiyel eğilim” olduğu görüşü kanaatimizce gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yaratılıştan getirilen eğilimler Şems sûresindeki “fucûr” ve “takvâ”nın ilham edilmesi olarak yer almaktadır. Kaldı ki, âyette birer eğilimden değil, insanın ortaya koyduğu eylemlerden, yani sa‘y denen çaba ve kazanımlardan söz edilmektedir. Devam eden âyetlerde bu kazanımların açılımları dile getirilmekte ve her birinin sonucuna dair bilgiler verilip insanlar açıkça uyarılmaktadır.

5-7. ÂYETLER:

فَاَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰىۙ ﴿5﴾ وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿6﴾
فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰىۜ ﴿7﴾
“5-7. (Bu nedenle) kim, (malını Allah rızası için) verir, duyarlı davranır ve en güzeli de tasdik ederse, kolayı ona (daha da) kolaylaştırırız.”
Bu üç âyette, bir önceki âyetin açılımı yapılmaktadır. Âhirette cennet ödülleriyle buluşmanın yolunun çeşitli fedakârlıklarda bulunmaktan geçtiği beyan edilmek istenmektedir.

a) Yardım, Takvâ ve Gerçeğin Onaylanması

Fedakârlık açılımında öncelik hayırdan yana belirlenmekte, davranış farklılıklarında ilk sıra, Allah adına yapılan ihsana, iyiliğe ve cömertliğe verilmektedir. Ardından gerçeklerin onaylanması ise konuyu tamamlayan unsurlar olarak sunulmaktadır.
ı. Cömertlik ve Sorumluluk Bilinci
فَاَمَّا مَنْ اَعْطٰى وَاتَّقٰىۙ “(Bu nedenle) kim, (malını Allah rızası için) verir, (sorumluluklarını bilerek) duyarlı davranırsa.” Âyetteki اَعْطٰى a‘taa fiili “vermek”, اتَّقٰىۙ ittekaa fiili ise “korunmak, duyarlı olmak” demektir.
1. Âyetteki اَعْطٰى a‘tâ fiili, “başkaları için harcamada bulunmak, Allah için insanlara karşılıksız iyilik yapmak, yardımcı olmak” anlamlarına gelmektedir. Buradaki yardım elbette ilk etapta ekonomik yardım anlamına gelmektedir. Risâletin ilk yıllarında, Mekke döneminde Müslüman toplumun ağır ekonomik sıkıntıları göz önüne alındığında, maksadın ekonomik, maddî ve nakdî yardım olduğu kolayca anlaşılmaktadır. Devam eden âyet grubunda gelen behıle kelimesinin “cimrilik yapmak” anlamına geldiği düşünülürse, söz konusu anlam daha da belirginleşir.
Bu asıl anlamın yanında, konuyu değişik yollardan ve farklı alanlarda yapılan yardımlaşmalara da getirebilir, böylece âyetin kapsamını görebiliriz. Kanaatimizce, burada kastedilen hususun içeriğinde her ne türlü olursa olsun, yararlı olmak ve doğru bir işte kullanılmak üzere yapılan her türlü meşru ve yapıcı yardımlaşmalar söz konusu edilmelidir. Sevgi, ilgi, şefkat, merhamet, tecrübe, danışmanlık, yardım ve sahiplenmek gibi insanî duyguların, insanlar arası ilişkilerdeki etkinliğini hiç kimse yadırgamamaktadır. Dolayısıyla, buradaki yardım eyleminin kapsamını daha geniş tutmak, devam eden takvâkavramının anlam içeriğiyle de yakından ilgilidir ve onunla uyumludur.
2. Yorumunu yaptığımız beşinci âyetteki diğer bir kelime de اتَّقٰىۙ ittekaa fiilidir. Bu fiil, “takvâ” kavramının türetildiği fiilin de köküdür. Kök itibariyle “korumak” anlamına gelen takvâ, “duyarlı olmak” demektir. Vahyin ilk sûrelerinde “duyarlılık” anlamına gelen takvâ kavramına özellikle ilk dönem mesajlarında yer verilmiştir.[1]
İttikaa kavramının 8. âyetteki karşıtı istiğnâ kelimesidir. İstiğnâ “kendini yeterli ve ihtiyaçsız görmek” anlamına gelen bir kelimedir. Takvânın karşıtı olarak düşünüldüğünde bu kelimenin bir çeşit “duyarsızlık ve umursamazlık” anlamına geldiğini de söyleyebiliriz.
İniş zamanı ve sırası olarak vahyin ilk dönemlerinde indirildiği bilinen Leyl sûresinde a‘tâ ve ittekâ fiillerinin ve bunların oluşturduğu “yardım” ve “takvâ” kavramlarının peş peşe gelmesi, çok önemli mesajlar içermektedir. Bu kullanımıyla Kur’ân, vahyin ilk yıllarında İslâm inancının asıl misyonunun insanlara yardımlaşma bilincini kazandırmak ve onları duyarlılık sahibi kişiler olarak yetiştirmek olduğunu açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Duyarlılıkla yapılan yardımlaşmalar, toplumun bir ve beraber olduğunu, dert ve sıkıntılarını paylaşabildiklerini gösterir; böylece toplumda yabancılaşmadan ve sahipsiz bırakılmaktan kaynaklanan psiko-sosyal çalkantıların önüne geçilmesi amaçlanmaktadır.
ıı. En Güzelin Tasdik Edilmesi
وَصَدَّقَ بِالْحُسْنٰىۙ “En güzeli de tasdik ederse.” Âyetteki صَدَّقَ saddeka fiili “onaylamak”, الْحُسْنٰىۙ el-husnâ kelimesi ise “en güzel” demektir.
Mahşerde ödülle buluşturulmanın bu âyetlerde dile getirilen üçüncü şartı ise gönülle ilgili olarak belirlenmektedir. Kalpte onay veya iman yoksa yapılan faaliyetler ibadet adını almayacağı için, bu husus özellikle vurgulanmaktadır.
Bu ifade, “Âhiretteki ödülün gerçekleşeceğine inanırsa” şeklinde de anlaşılabilir. Bu anlamın çeşitli âyet destekleri vardır: Yûnus 10/26, Şûrâ 42/23 ve Necm 53/31. âyetler ışığında, söz konusu ifade, “en güzel ödülü, yani cenneti onaylarsa”, “daha güzel ödülü alacağına inanırsa”, “en güzel kelimeyi, yani tevhîdi kabul ederse” gibi anlamlara gelebilir. Esasında el-hüsnâ kelimesi, “daha güzel, çok güzel” anlamıyla Yüce Allah’ı da ifade edebilir; böylece âyetin anlamı, “Her kim Allah’a inanırsa” şeklini alır.
Bir sonraki âyette bu eylemlerin ve inanç ayrıcalığının sonucu hakkında bilgi verilmektedir. Güzel sonucu hazırlayan öncüller arasında, Yüce Allah’a tevhîd çizgisinde iman ve O’nun emrettiği davranışları inanarak yerine getirmek olmazsa olmaz değerlerdir. Zaten sonraki grupta bunun zıddı “yalanlamak” olarak belirlenmekte ve en geniş anlamıyla “tasdik” denen inanç eyleminin asıl amaç olduğu böylece ortaya çıkmaktadır.
Bu ifadeye “Yüce Allah’ın emrettiği bedenî ve ekonomik bütün ibadetleri onaylamak, onların doğruluğuna inanmak ve gereğini yerine getirmek” anlamını vermek, üç eylemin birlikteliğini kavramada önemli kolaylıklar sağlayabilir. Allah yolunda yapılan yardımlaşmalar, bunları derin bir duyarlılık içerisinde gerçekleştirmek, nihayet en güzel değere veya sonuca inanmak elbette çok önemli sonuçlar doğuracaktır. İşte bir sonraki âyet, söz konusu eylemlerin sonuçlarından birini vermekte ve ilgilileri motive etmektedir.

b) Sonuç: Kolayın Daha da Kolaylaştırılması

Cömertlik yapıp sorumluluk bilinciyle hareket edenler eğer bunları kalplerindeki imanın veya onayın sonucu olarak yapmışlarsa, güzel sonuca giden yolun kolaylaştırılması müjdesi onları beklemektedir.
فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرٰىۜ “Ona kolayı (daha da) kolaylaştırırız.” Âyetteki نُيَسِّرُ nüyessiru fiili “kolaylaştırmak”, اليُسْرٰىۜ el-yüsrâ kelimesi “kolay” demektir.
Yani böylesini işinde başarılı kılarız. Bu ifade, “ona (dünyada ve âhirette) mutluluğu kolaylaştırırız” anlamına gelebileceği gibi, “iyilik yapmak, duyarlı davranmak ve en güzel hakikatlere inanmak noktasında biz onun işini kolaylaştırırız” anlamına da gelebilir. Böylece âyette, bu dünya hayatındaki kararlılıklarda insanın işinin kolaylaştırılacağı ifade edilmiş olmaktadır. Dolayısıyla, bunun cennete giden yolun dünyada kolaylaştırılması anlamına geldiği anlaşılmaktadır. Talâk 65/7 ve İnşirâh 94/5-6. âyetler, zorlukların peşinden elbette kolaylığın geleceği müjdesini vermektedir.
İnşikaak 84/8-9’da, amel defterini sağ tarafından alan kişinin kolayca hesaba çekileceğinden ve mutlu bir şekilde ailesine döneceğinden söz edilmektedir. Bu durumda, söz konusu âyetlerin desteğiyle, Leyl 7’de kastedilen kolaylaştırmanın hem dünyayı hem de âhireti içerdiğini söyleyebiliriz.
Kur’ân’ı anlamada çok önemli ilkeler vardır; bunlardan biri de âyetleri sebep-sonuç ilişkisi içerisinde anlamaktır. İşte bu âyetler söz konusu ilkenin tipik bir örneğini oluşturmaktadır. Kolayın daha da kolaylaştırılması bir sonuçtur. Bu sonucu elde etmek için, öncelikle iyilik yapmak, duyarlı davranmak ve hakikatlere inanmak gerekmektedir. Bunları başaranlar için iki müjde verilmektedir: İlki, bu işlerin zaten kolay olduğu ve kolayca başarılabileceğidir; diğeri de bunların sonucunun cennet ödülü olduğu gerçeğidir. Yüce Allah’ın emrettiği veya yasakladığı her şeyde bir hayır vardır ve o emirlerin gerçekleştirilmesi ise kesinlikle insan fıtratına aykırı değildir. Dinin emirleri zor değil, kolaydır, fıtrata uygundur, hikmet doludur.
Kur’ân’da takip edilen metotlardan biri de konuların serpiştirilerek ele alınmasıdır. Bir konu sadece bir yerde ele alınıp bitirilmez; farklı içerik ve boyutlarda farklı yerlerde gündeme getirilir. Böylece konunun değişik boyutları ortaya konulup bütüncül bir mantıkla meselenin anlaşılması amaçlanır. İşte bu cümleden olarak “kolaylaştırılmak” konusunda benzer bir ifade A‘lâ 87/8’dedir. Orada muhatap Hz. Peygamber’dir ve Yüce Allah vahyin ilk yıllarında onu motive etmek için, hakikat yolunu onun için kolaylaştıracağı müjdesini vermiştir. Orada özel olan bu müjde, Leyl sûresinde evrensel bir mahiyet arz etmektedir. İlâhî rızaya yönlendirilmiş eylemlerin karşılıksız bırakılmayıp kolaylaştırılacağı ve ödüle giden yolun böylece hak eden herkes için çok daha elverişli hale getirileceği müjdesiyle gönüller huzura erdirilmek istenmektedir.

8-11. ÂYETLER:

وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰىۙ ﴿8﴾ وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰىۙ ﴿9﴾ فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰىۜ ﴿10﴾
وَمَا يُغْن۪ي عَنْهُ مَالُهُٓ اِذَا تَرَدّٰىۜ ﴿11﴾
“8-10. Kim de cimrilik eder, kendi kendine yeterli olacağını sanır, en güzeli de yalanlarsa ona da en zoru kolaylaştırırız. 11. Düştüğü zaman/âhirette de malı kendisine hiç fayda vermez.”
Bu âyetler grubu, sûrenin 4. âyetinde dile getirilen “sizin işleriniz başka başkadır” âyetinin ikinci açılım cümleleridir.

a) Kötüler ve Fiilleri

Yüce Allah, sûrenin 5-7. âyetlerinde dile getirdiği olumlu insan davranışlarının karşıtlarını hatırlatmak üzere, bu âyet grubunda sözü kötü kabul ve davranışlara getirmekte, sonunda yaşanacakları hatırlatmaktadır.
ı. Cimrilik ve Kendini Yeterli Görme
وَاَمَّا مَنْ بَخِلَ وَاسْتَغْنٰىۙ “Kim de cimrilik eder, kendi kendine yeterli olacağını sanırsa.” Âyetteki بَخِلَ behıle fiili “cimrilik yapmak”, وَاسْتَغْنٰىۙ isteğnâ fiili ise “kendini yeterli görmek” demektir.
Bu âyetteki iki eylem önceki âyet grubundakilerin karşıtını oluşturmaktadır. Behıle kelimesi “cömertlik yapmak” anlamındaki a‘taa fiilinin, isteğnâ fiili ise “duyarlı olmak” anlamını verdiğimiz ittekaa fiilinin karşıtıdır. Burada sözü edilen insan tipi muhtemelen ‘Abese 5’te de ele alınan Velîd b. Muğîra tipindeki kişilerdir. İstiğnâ fiiliyle ilgili detaylı bilgiyi ‘Abese 80/5’te yapacağımız için burada kısaca bazı hatırlatmalarla yetineceğiz.
a) İnsan, sahip olduğu malı kendisinin elde ettiğini sanıp, onu Yüce Allah’ın bir emaneti ve bir sınav aracı olarak kendisine verdiğini unutunca, “mala sahip olmak” yerine, “malın kölesi olmaya” veya “mala ait olmaya” başlamaktadır. “Mala sahip olamayanlar”, “mala ait olmaktadırlar.” İşte zorluk buradan itibaren başlamaktadır. Allah’tan bir emanet ve bir sınav olarak gelen malı bu anlamıyla kavrayabilenler, malı daha da çoğaltmanın değil, olanın sorumluluğundan bir an önce kurtulmanın yollarını aramaya koyulurlar; Allah yolunda infakı mala da cana da minnet sayarlar.
Mal ile ilgili kararını ve pozisyonunu bu şekilde belirlememek, maalesef arzu edilmeyen sonuçların doğmasına neden olmaktadır. Yüce Allah, kulunun kendi kararlılığını ve bir anlamda küstahlığını karşılıksız bırakmayıp, kulun arzu ettiği yanlış yolu da ona kolaylaştırmaktadır. Merhametli Yüce Allah’ın eşsiz merhametinden yararlanmayıp, zor olanı, yani azabı ve cehennemi tercih etmek, aslında zor olanı tercih etmekten başka bir şey değildir. Tercih etmek, bu tercihini çeşitli şekillerde eyleme dönüştürmek ve inancını kaybederek bütün bunları yapmak sebeptir; sonuç ise, hak edilen azapla buluşturulmaktır.
Her kim, dünya hayatında sahip olduğu ekonomik mal veya başka değerleri Allah yolunda paylaşmaz ve “kendim kazandım” bahanesiyle onları başkalarıyla bölüşmeye yanaşmaz ise, bu kişi kendisinden başka hiç kimseyi hesaba katmıyor demektir. Bu durumda, böyle insanların başka herhangi bir makama karşı sorumlu olduklarına inanmadıkları da söylenebilir. Bu nedenle hesap vereceğine inanmayan bu tür kişiler, sahip oldukları varlıklara ortak kabul etmedikleri için bir çeşit “duyarsızlık” içerisindedirler diyebiliriz.
b) Takvâ, “duyarlılık” anlamına geldiğine göre, istiğnâ da bunun karşıtı olarak “duyarsızlık” anlamına alınabilir. Bu tür anlam birlikteliği âyetlerin birbiriyle olan ilişkisini anlamada son derece önemli bir yer tutar.
ıı. En Güzelin Yalanlanması
وَكَذَّبَ بِالْحُسْنٰىۙ “En güzeli de yalanlarsa.” Âyetteki كَذَّبَ kezzebe fiili “yalanlamak”, الْحُسْنٰىۙ el-husnâ kelimesi ise “güzel, en güzel” demektir.
9. âyetteki “en güzeli yalanlamak” ifadesi 6. âyetteki “en güzele inanmak” eyleminin karşıtıdır. Orada tercih ettiğimiz anlam, ister “Yüce Allah”, ister “cennet”, ister “tevhîd”, ister “yardım etmek ve duyarlılık” gibi olumlu değerler olsun, isterse genel anlamda “bütün hakikat güzellikleri” veya “hak edilen ödüller” olsun, bütün bunları yalanlayan kişi bunu cimrilikle ve kendisini ihtiyaçsız veya yeterli görmeyle birlikte yapmaktadır.
Bu tür insanlar bir taraftan inanılması gereken güzel değerlere inanmamakta, diğer taraftan inançsızlık hastalığını cimriliğe dönüştürmektedirler. İnanmayan ve cimrilik yapan kişiler, elbette bunu “kendini yeterli görme”nin sonucu olarak gerçekleştirmektedirler.

b) Sonuç: Zorun Daha da Zorlaştırılması

İnsan, eğer iradesini olumlu yönde kullanmaz da, cimrilik yapar, kendisini yeterli ve ihtiyaçsız görür, bir de hakikati yalanlamayı tercih ederse, bunların da elbette bazı sonuçları olacaktır. İşte burada söz konusu sonuçlara dikkat çekilmektedir.
ı. Zorun Kolaylaştırılması
فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْعُسْرٰىۜ “Ona da en zoru kolaylaştırırız.” Âyetteki نُيَسِّرُ nüyessiru fiili “kolaylaştırılmak,” الْعُسْرٰىۜ el-‘usrâ kelimesi ise “zor” demektir.
Bu âyette, dolaylı olarak aslında zor olanın “fıtrat programının dışına zorla çıkmak” olduğu anlaşılmaktadır. Fıtratı zorla dışlamak ve sonuçta Yüce Allah’ın eşsiz merhametine rağmen cehennemi tercih etmek işte asıl zor olan cehenneme gitmeyi kolaylaştırmak anlamına gelmektedir.
Kararlarını yukarıda saydığımız üç tür eylem olarak belirleyenlerin sonu, elbette ilk gruptakilerden farklı olacaktır. İşte, sebep-sonuç ilişkisinin en güzel örneklerinden biri de budur. İnsan, ısrarla ister ve istediği doğrultuda çeşitli eylemler ortaya koyar da sonuçta derin bir inkârcılığa sürüklenirse, bu durum onun kararlılığının bir göstergesidir.
Bu tür insanlar, Şems 91/8’de ifade edildiği üzere, yaratılış hamuruna Yüce Allah’ın ilham ettiği fucûru çalıştıranlar ve ona yatırım yapmayı tercih edenlerdir. Fucûr, insanın günah işleyebilme özelliğinin adıdır ve her insanda bu özellik potansiyel olarak vardır. Mühim olan ve arzu edilen husus, hamurunda programlanan veya fıtrata yerleştirilen bu özelliği mümkün olduğu kadar törpülemek ve kontrol altında tutmaya çalışmaktır. Yine aynı âyette belirtildiği üzere, her insanda onu kötülüklerden koruyabilecek ve sakındırabilecek takvâ özelliği de fıtrat hamuruna yerleştirilmiştir. Üstelik Hucürât 49/7’de, Yüce Allah insanoğluna imanı sevdirdiğini ve kalplerde imanı süslediğini beyan etmiş, küfür, yoldan çıkma ve isyanı da çirkin gösterdiğini belirtmiştir.
Bunca avantaja rağmen, tercihini “cimrilik, kendisini ihtiyaçsız veya yeterli görmek, hak ve hakikati yalanlamak” şeklinde belirleyenler için, aslında zor olan işlerin kolaylaştırılacağı beyan edilmektedir. Tercih sebeptir, kötü sonla buluşturulmak ise sonuçtur. Zira Yüce Allah hiç kimseye zulmetmez, insanlar kendi kendilerine eziyet etmiş olurlar.
Bu noktada Hz. Peygamber’in şu hadis-i şerifi de konuyu anlamada önemli katkılar sunmaktadır: “Sizler çalışın, her çalışana ne için çalışıyorsa o kolaylaştırılır.”[2] Genellikle “kader” konularının işlendiği bahislerde yer alsa da bu rivayeti söz konusu âyetlerin tefsiri bağlamında değerlendirmekte herhangi bir sakınca yoktur. Çünkü bu rivayet tam da âyetlerde verilmek istenen mesajla uyumludur. İnsan irade ve davranışlarının dikkate alındığı bilgisine de aykırı bir durum arz etmemektedir.
ıı. Malın Fayda Vermemesi
وَمَا يُغْن۪ي عَنْهُ مَالُهُٓ اِذَا تَرَدّٰىۜ “Düştüğü zaman/âhirette de malı kendisine hiç fayda vermez.” Âyetteki مَا يُغْن۪ي عَنْ mâ yuğnî ‘an ifadesi “yarar sağlamamak”, تَرَدّٰىۜ tereddâ fiili ise “düşmek, yuvarlanmak, mezara girmek” demektir.
a) “Düşmek” aslında ölmeyi, “yuvarlanmak” ise cehenneme atılmayı ifade etmektedir. Anlam her ne olursa olsun, burada verilmek istenen mesaj, uğruna cimrilik yapılıp, hak yolda harcanmayan malın insanın başına dert olacağının bilinmesidir. Sorumluluğu yerine getirilmeyen mal, âhirette kişinin azabında indirime veya hafifletmeye değil, aksine artmaya neden olacaktır.
b) Âyetin başındaki  edatı olumsuzluk anlamı verebileceği gibi soru anlamı da verebilir. Bu durumda âyet “Öldüğü veya cehenneme atıldığı zaman malı ona yarar sağlayabilecek mi?” şeklinde anlaşılabilir.
c) Söz konusu edatı cevabı beklenmeyen, sadece muhatabı ayıplamak için kullanılmış bir konumda da değerlendirmek mümkündür. Bu takdirde âyet, “Öldüğü veya cehenneme atılacağı zaman malı ona ne yarar sağlayabilecekmiş bakalım!” şeklinde anlaşılabilir. Mesed 111/2’de de, daha başka âyetlerde de pek çok kullanım örneği bulunan bu ifadenin üç farklı anlamı da doğrudur.
Asıl mesaj, kişinin Allah yoluna harcamadığı malın âhirette kendisine hiçbir fayda sağlamayacağı gerçeğinin bildirilmesidir. Bu durumda, müminler daha istekli bir şekilde bu görevi yerine getirmeye davet edilmekte, kâfirler ise şiddetli bir şekilde uyarılmış olmaktadırlar.
Leyl 4-11’de iki grup insana dair bilgiler verilmekte, ilk grubun övülen güzellikleri müminlere örnek olarak sunulmakta, ikinci grup ise, bir ibret olarak ortaya konulmaktadır. Aklını kullanmak isteyenler için yol tektir; o da Yüce Allah’ın davet ettiği ve adına “hidayet” denilen yoldur. Takip eden âyet işte bu mesajı içermektedir.

12-13. ÂYETLER:

اِنَّ عَلَيْنَا لَلْهُدٰىۘ ﴿12﴾ وَاِنَّ لَنَا لَلْاٰخِرَةَ وَالْاُو۫لٰى ﴿13﴾
“12. Doğru yolu göstermek sadece Biz’e aittir. 13. Şüphesiz, âhiretin de dünyanın da kontrolü sadece Biz’dedir.”
Bu iki âyette, Yüce Allah’ın kâinattaki belirleyici rolü ortaya konulmakta ve dikkatleri Kendi üzerine çekerek, O’nu hesaba katıp direktifleri doğrultusunda hayatı devam ettirmenin gerekliliğine vurgu yapılmaktadır.

a) Hidâyeti Kim Verir?

Yüce Allah, hidayeti göstermenin ve onu vermenin sadece Kendisine ait olduğunu bildirerek, bu alana başkasının müdahale edemeyeceğini beyan etmek istemektedir.
اِنَّ عَلَيْنَا لَلْهُدٰىۘ “Doğru yolu göstermek sadece Biz’e aittir.” Bu âyet, tıpkı Nahl 16/9’da belirtilen “Yolun doğrusunu göstermek sadece Allah’a aittir” ifadesiyle örtüşmektedir. Âyete “Bize düşen, doğru yolu göstermektir” şeklinde de anlam verilebilir.
  1. Burada anlatılmak istenen husus, doğrunun ve doğru yolun göstericiliğinin Yüce Allah’a ait olduğunu vurgulamaktır. Üstelik âyette bir de “hasr” denen vurgulu ifade tercih edilmiş ve Yüce Allah’ın dışında hiçbir varlığın doğru yolu gösteremeyeceğine dikkat çekilmiştir. Doğru yol, sınırlarını ve esaslarını Yüce Allah’ın belirlediği yoldur. İnsanları hakikate götüren yolu göstermek, hakkı ve doğruyu ortaya koymak, peygamber göndermek, kitap indirmek ve deliller ileri sürmek, elbette sadece Yüce Allah’a ait birer hakikattir.[3]
  2. Hakikat yolunu göstermenin Yüce Allah’a ait olduğunun önemli delillerinden biri de İnsân sûresindedir: “Muhakkak ki, insanoğlunun üzerinden henüz anılmayan bir şey iken uzun zaman geçmiştir. Biz, insanı döllenmiş bir yumurtadan/zigottan yarattık; sınava tâbi tutacağımız için, onu işiten ve gören bir varlık haline getirdik. Ona doğru yolu biz gösterdik; ya şükreden bir kul olur; ya da nankör biri. Kâfirler için zincirler, tasmalar ve alevli bir ateş hazırladık. İyiler ise karışımı kâfûr olan bir kadehten içerler…”[4] İşte bu âyetlerde, hayatın insan öncesi merhalesi, insanın yaratılış nesnesi, biçimi ve amacı ortaya konulmakta, insanın dileği ve kararı doğrultusunda hayatını yaşayıp sonucuna katlanacağı bilgisi özetlenmektedir.
  3. Yüce Allah, hidayete erdirme alanına başkalarını sokmamakta, insanların hidayete erdirilmesi işleminde peygamberleri bile devre dışı bırakmaktadır. Şûrâ 42/52’de de belirtildiği gibi, bir peygamber sadece doğru yolu gösterir.
  4. Yorumunu yaptığımız âyette geçen hedâ/yehdî fiilinin bir anlamı da “göstermek”tir. Hidayet etmek, eğer insana nispet ediliyorsa “göstermek”, Allah’a nispet ediliyorsa, hem “göstermek, öğretmek”, hem de “iletmek, ulaştırmak ve eriştirmek” anlamlarına gelmektedir. Bakara 2/272’de bu husus şu şekilde ortaya konulmaktadır: “Onları hidayete erdirmek senin işin değildir; ancak Allah dileyeni hidayete erdirir.” Kasas 28/56. âyette de benzer bir ifade kullanılmaktadır. Bu iki âyette açıkça ortaya konulmuştur ki, hidayete erdirilme işlemi başkasının istemesiyle değil, kişinin kendi isteği ve Yüce Allah’ın yaratmasıyla gerçekleşir.
  5. Yüce Allah’ın gücünün yetmesi anlamında insanı hidayete erdirmek de sapıklığa düşürmek de elbette O’nun için son derece kolay bir iştir. Zaten Âl-i İmrân 3/26-27, En‘âm 6/39, 149, Yûnus 10/99, Hûd 11/118 ve Nahl 16/93 gibi âyetlerde mutlak anlamda, Yüce Allah’ın kudretinin her şeye yeteceği, dilerse herkesi hidayete erdirebileceği beyan edilmektedir. Ancak, bu durumda hayatın bir imtihan alanı oluşu anlamını kaybedecektir. Yüce Allah’ın dileyene hidayet etmesi, hidayete erdirmeye gücünün yetmemesinden değil, hayatı bir imtihan alanı olarak belirlemesinden kaynaklanmaktadır. Zaten dileyen insan olsa da hidayete erdiren varlık yine Yüce Allah’tır; sadece isteyen varlık insandır, hepsi o kadar.
  6. Kehf 18/29’da hakkın, yani gerçeğin Rabbimiz tarafından bildirildiği ifade edilmekte, artık dileyenin inanabileceği, dileyenin ise inkâr edebileceği, ancak inkârcılara da azabın hazırlandığı vurgulanmaktadır. Teğâbün 64/2’de “İnsanları Yüce Allah’ın yarattığı, bazılarının mümin, bazılarının ise kâfir olduğu” beyan edilmektedir. Bu durumda, Hakk’ın yaratıcılığına rağmen, insanları sonuçlarına katlanmak kaydıyla serbest bıraktığı açıkça ortadadır.
  7. Buraya kadar el-hüdâ kelimesinin “göstermek” ve “iletmek” anlamlarından hareketle yorum yapmaya çalıştık. Esasında hidâyet, bir varlığın ne için yaratılmışsa o uğurda varlığını sürdürmesi demektir. Tâhâ 20/50 ve A‘lâ 87/3’te geçen hidayet etmek, “yaratılmışların yaratılış gayelerine uygun halde programlanması”dır. Leyl 12’deki el-hüdâ kelimesi, bu anlamda da değerlendirilmelidir. Bu durumda, âyette insanın maddî/fizikî yapısı ile manevî/rûhî yapısının inşasını Yüce Allah’ın gerçekleştirdiği gerçeğine dikkat çekilmiş olur.
  8. İçinde insanın da olduğu bütün varlıklar, yaratılışlarını sadece Yüce Allah’a borçludurlar. Bu doğrultuda, her varlığın bir yaratılış gayesi vardır. Canlı-cansız çevremizde görebildiğimiz veya göremediğimiz, bildiğimiz ya da bilemediğimiz ne kadar varlık varsa, hepsinin mutlak surette bir yaratılış amacı vardır. Dühân 44/38-39’da bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: “Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasındaki varlıkları oyun olsun diye yaratmadık. Onları bir amaç uğruna yarattık; ancak insanların çoğu bu gerçeği bilmiyorlar.”
  9. Hayatın ve ölümün var ediliş gayesi, insanın imtihan edilmesidir.[5] İnsanoğlu abes olsun diye yaratılmamıştır.[6]Dünyada başıboş olmadığı gibi, âhirette de başıboşluğa terk edilmeyecektir.[7] Üstelik insanoğlu sadece “inandım” demekle de bırakılmayacak, önceki milletler gibi çeşitli sınavlara tâbi tutulacaktır.[8] İmanda, ahlakta ve davranışlarda yanlış, bozuk, eksik ve çirkin olan her şey, yerini doğru, sağlam, tastamam ve iyi olana terk edinceye kadar bu değişim devam ettirilecektir.[9]
Leyl 12. âyetin mesajını toparlayacak olursak, şunları söyleyebiliriz: Yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi Kur’ân’da hidayetin isteyene verileceği açıkça beyan edilmekte, bunun şansa bırakılacak veya tamamen ilâhî kadere terk edilecek herhangi bir yönünden söz edilmemektedir. Yüce Allah isteyene hidayet verir, isteyeni de sapıklıkta terk eder.[10] Hz. Peygamber bile sevdiğini hidayete erdiremez, Allah isteyene hidayet verir.[11] Hz. Peygamber’in yapabileceği şey, Yüce Allah’ın da çağırdığı gibi,[12] Allah’ın yolunu göstermek ve bu yola davet etmektir.[13] İman edene[14] ve Hakk’a yönelen kişiye hidayet edilir.[15] Sonuçta Hacc 22/16’da da ifade edildiği gibi hidayet bir isteğin sonucudur.[16]
Hidayet ve bu konuyla ilgili diğer ayrıntılı bilgileri İnsân 76/3’te ele alacağız.

b) Âhiret ve Dünyanın Sahibi

Yol göstericiliğin ve hidayetin verilmesinin sadece Yüce Allah’a ait olduğu hatırlatıldıktan sonra, hayatın ve onu kontrolün de sadece Yüce Allah’a ait olduğu beyan edilmektedir.
وَاِنَّ لَنَا لَلْاٰخِرَةَ وَالْاُو۫لٰى “Şüphesiz, âhiretin de dünyanın da kontrolü sadece Biz’dedir.” Âyetteki الْاٰخِرَةَ el-âhıra kelimesi “âhiret”, الْاُو۫لٰى el-ûlâ sözcüğü ise “dünya, öncesi” demektir.
Bu âyeti, bir önceki âyetle birlikte değerlendirdiğimizde Yüce Allah’ın şunu kastettiği ortaya çıkar:
  1. Varlıklara her anlamda şekil veren, onları bir amaç uğruna yaratan O’dur. Yaratılmışların ilk program ve yaratılış amaçlarını Yüce Allah belirlediği gibi, bütün yaratılmışların sonunun kontrolü de, başlangıçlarının kontrolü de sadece O’na aittir. Onların Allah’tan bağımsız bir hareket alanı yoktur. Dünya da Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı mekândır, âhireti de sadece O şekillendirecektir. İnsanların Yüce Allah’ın yarattığı yerlerden başka gidebileceği hiçbir yerleri yoktur.
  2. Büyük çoğunlukla âhiret inancı taşımayan Mekkeliler öncelikli muhatap kitlesi olarak kabul edilerek, âyette önce el-âhıret kelimesine yer verilmekte, ardından da el-ûlâ kelimesi getirilmektedir. Yani Yüce Allah âyette şu hususu vurgulamaktadır: Sizler ne kadar inkâr etseniz de, iyice biliniz ki, âhiret vardır ve oranın sahibi de Biz’iz. Biz’den bağımsız bir alan olmadığı için kaçıp kurtulmanın imkânı da yoktur. Kıyâmet 75/10’da belirtildiği gibi “O gün (suçlu) insan, ‘kaçacak yer neresi?/kaçabilecek bir yer var mı?’ diye soracak”tır. Ancak devam eden 11-12. âyetlerde “bunun mümkün olmadığı, o gün varılıp durulacak tek yerin sadece Rabbin huzuru olduğu” kendisine açıkça beyan edilecektir.
  3. Leyl 13’ü bu anlamların dışında başka şekillerde de anlamak mümkündür. Tıpkı Duhâ 93/4’te olduğu gibi, âyette geçen el-âhıret kelimesini “bir işin sonu”, el-ûlâ kelimesini “bir işin başı” veya el-âhıreti “ömrün son bölümü”, el-ûlâyı ise “ömrün ilk safhası” olarak yorumlamak hatalı olmaz. Dahası, insanlar ömürlerinin belli dönemlerine kadar inançsız veya kötü bir hayat yaşamış olabilirler. Eğer sonradan pişman olmuşlarsa, tevbe sonrası hayat, öncesine göre daha hayırlı olacaktır. Böyle bir anlam, hatalı veya günahkâr insanların daima tevbe edebilmelerinin yolunun açık olduğunu bizlere hatırlatmış olur. Durum böyle olunca, âyeti yaşayan her insanın hayatının her anını içerecek şekilde anlamak mümkün olur.
  4. Yüce Allah, kendisinin yol göstericilik özelliğinin ardından bu ifadeyi kullanınca, hayatın tamamına Kendisi’nin müdahil olduğunu beyan etmek istemiş de olabilir.
Âyeti olumsuz ve tehdit içerikli anlamda anlamak ve yorumlamak zorunda da değiliz. Böyle olunca âyet şu anlamda değerlendirilebilir: Sizi “inanabilecek insanlar” olarak programlayan Yüce Allah, hayatınızın ileriki dönemlerinde de yaşanmakta olan kısmında da sizi sahipsiz bırakmaz. Hidayetten yoksun kalmayacak şekilde sizleri korumaya devam edecek olan da sadece Yüce Allah’tır. Sizler O’nun koruması altında yaşamaya devam edeceksiniz.
Bu son yorum, bazı âyetlerin birden çok ihtimal çerçevesinde anlaşılmasının mümkün olduğunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu doğrultuda, âyetleri tek bir anlama sıkıştırmanın, en azından bazı âyetler için doğru bir yaklaşım olmadığını unutmamak gerekmektedir.

14-16. ÂYETLER:

فَاَنْذَرْتُكُمْ نَارًا تَلَظّٰىۚ ﴿14﴾
لَا يَصْلٰيهَآ اِلَّا الْاَشْقٰىۙ ﴿15﴾ اَلَّذ۪ي كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ ﴿16﴾
“14. (Ey insanlar!) Alev alev yanan bir ateşe karşı sizi uyardım. 15-16. Ateşe, sadece (gerçeği) yalanlayıp ondan yüz çeviren en azgın(lar) gireceklerdir.”
Bu üç âyette Yüce Allah, bütün insanları ateş azabına karşı uyarmakta, gerçeği yalanlayan ve haktan yüz çevirenlerin oraya gireceğini haber vermektedir.

a) Ateşe Karşı Uyarı

Yüce Allah, azap etmeden veya cezalandırmadan önce uyarının gerekli olduğunu beyan etmek üzere, Kendi uygulamasının da bu şeklide cereyan ettiğini haber vermektedir.
فَاَنْذَرْتُكُمْ نَارًا تَلَظّٰىۚ “(Ey insanlar!) Alev alev yanan bir ateşe karşı sizi uyardım.” Âyetteki اَنْذَرْتُ enzertü fiili “uyarmak, korkutmak”, تَلَظّٰىۚ telezzâ fiili ise “alev alev yanmak” demektir.
Bu âyet, söz konusu ateşe karşı uyarının devamlılığını ifade eder.
  1. İbn Abbâs kaynaklı bir rivayete göre, bu âyet Hz. Muhammed’i ve ondan önceki bütün peygamberleri inkâr eden Ümeyye b. Halef ve benzerleri hakkında nazil olmuştur.[17] Gerçekte, ilâhî bilgilendirmelerde asıl hedef, mesaj geçerli olduğu sürece, ilgili mesaja muhatap olan herkes için uyarıların geçerli olduğunun bilinmesidir. Âyetin başındaki اَنْذَرْتُenzertü fiilinin, mâzî/geçmiş zaman kipinde gelmesi, uyarının bittiğini değil, uyarının ilâhî bilgilendirmeden kaynaklandığını göstermek içindir. Mesaj durduğu sürece uyarı da geçerliliğini devam ettirecektir.
  2. Âyetteki تَلَظّٰىۚ telezzâ fiili ise “alevler saçmak, alev alev yanmak, değdiğini çarpmak” gibi anlamlara gelmektedir. Me‘âric 70/15’te bu kelimenin üç harfli kök hali لَظٰىۙ lezâ kalıbı kullanılmakta, orada da benzer bir anlam ve içerik arz etmektedir. Cehennem ateşinin şiddeti bu âyet grubunda söz konusu kelimeyle nitelendirilmektedir. Esasında Kur’ân’da cehennem ateşi başka şekillerde de anlatılmakta ve insanlar ateşe karşı ciddiyetle uyarılmaktadır.
Cehennemin bazı özellikleri olarak, onun kaynarken uğultu çıkarması, şiddetinden dolayı çatlayacak gibi olması,[18]“Doldun mu?” sorusuna mecazen “Daha var mı?” şeklinde cevap vermesini söyleyebiliriz.[19] Ayrıca kızgın bir alev halinde oluşu,[20] içinde ölüm olmadığı için dirilmenin de olmaması,[21] alev çıkartması,[22] içinde kaynar su ve irinden başka içilecek bir şeyin ve herhangi bir serinliğin bulunmaması,[23] gölge yapmayan, ateşten korumayan, kocaman kıvılcımlar saçması[24] ve orada içilecek kaynar suyun bağırsakları parçalaması[25] gibi ifadeler örnek olarak sayılabilir.
Leyl 14’te ateşin alevler saçmasıyla ilgili تَلَظّٰىۚ telezzâ kelimesinin geçmiş zaman kipinde getirilmesi, cehennemin şu anda faaliyette olduğunu göstermez. Kur’ân’da bir ifade üslubu olarak, “gerçekleşmesi kesin olan olaylar için geçmiş zaman kipi kullanılır”; buradaki kullanım da bunun bir örneğidir. Zira Tekvîr 81/12’de açıkça belirtildiği gibi, cehennemin tutuşturulma zamanı mahşerde yargılama sonrası olarak belirlenmiştir.

b) Azgınlığın Sonu: Cehennem

Uyarıya rağmen aldırış etmeyen ve başka bir hayatın varlığına inanmayan kişilerin yaşayacağı sondan bahisle, bir anlamda uyarı devam ettirilmektedir.
ı. Ez Azgınlar Ateşe Girecekler
لَا يَصْلٰيهَآ اِلَّا الْاَشْقٰىۙ “Ateşe sadece en azgın(lar) gireceklerdir.” Âyetteki يَصْلٰي yaslâ fiili “girmek, yaslanmak”, الْاَشْقٰىۙ el-eşkaakelimesi “en azgın kişi” demektir.
Buradaki yaslâ fiili, A‘lâ 87/12 ve 15’te genişçe açıkladığımız üzere, s-l-y kökündendir ve “yaslanmak, girmek” anlamına gelmektedir. el-Eşkaa kelimesi ise “en azgın, en sorumsuz, en kötü” anlamlarına gelmektedir. Bu kelimeyi, cehennemden kurtarılacak kişilerden söz eden 17. âyetteki el-etkaa kelimesinin karşıtı olarak düşünürsek, “en duyarsız” anlamını tercih etmek durumundayız.
ıı. Bunlar Yalanlayan ve Gerçekten Yüz Çevirenlerdir
اَلَّذ۪ي كَذَّبَ وَتَوَلّٰىۜ “(Gerçeği) yalanlayıp ondan yüz çeviren.” Âyetteki كَذَّبَ kezzebe fiili “yalanlamak”, تَوَلّٰىۜ tevellâ fiili ise “yüz çevirmek” demektir.
Bu âyet, bir önceki âyette geçen الْاَشْقٰىۙ el-eşkaa kelimesinin anlamını da vermektedir. Hakkı yalanlamak ve ondan yüz çevirmek, bir insanın niteliği olarak düşünüldüğünde, bunun aslında duyarsızlığı ifade ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sûrenin ilk grup âyetlerinde insanların davranışlarının çeşitliliğine dikkat çekilmişti. Bu bağlamda ikinci grup olarak, yardımlaşmayı önemsemeyen cimrilerden, kendini yeterli ve ihtiyaçsız görenlerden, gerçekleri yalanlayanlardan ve böylelerine cehennem yolunun kolaylaştırılacağından söz edilmişti. İşte sûrenin bu âyetlerinde, tekrar aynı konuya dönülmekte ve bir kez daha, yukarıdaki uyarıları önemsemeyen kişilerin, sonuçta cehennemle buluşacaklarının haberi verilmektedir.
Önceki âyet grubunda cehennem kelimesi kullanılmayıp el-‘usrâ denilmişken, burada nâr kelimesi kullanılmakta, adeta uyarının ciddiyeti yeniden vurgulanmış olmaktadır. Felaketin boyutlarının ciddiyet arz etmesi nedeniyle ilk bölümdeki sıralama ters çevrilmekte ve öncelik ateş azabıyla ilgili uyarıya verilmektedir.

17-21. ÂYETLER:

وَسَيُجَنَّبُهَا الْاَتْقٰىۙ ﴿17﴾ اَلَّذ۪ي يُؤْت۪ي مَالَهُ يَتَزَكّٰىۚ ﴿18﴾
وَمَا لِاَحَدٍ عِنْدَهُ مِنْ نِعْمَةٍ تُجْزٰىۙ ﴿19﴾ اِلَّا ابْتِغَآءَ وَجْهِ رَبِّهِ الْاَعْلٰىۚ ﴿20﴾ وَلَسَوْفَ يَرْضٰى ﴿21﴾
“17-18. Allah yolunda malını verip arınan en duyarlı insan(lar) ise, ondan (ateşten) uzaklaştırılacaktır. 19-20. Böylesi birisinin nezdinde, Yüce Rabbi’nin rızasını kazanmaktan başka, hiç kimsenin (esas olarak şükranla) karşılanacak bir nimeti yoktur. 21. (Bunlar, zamanı geldiğinde) elbette memnun olacak(lar)dır.”
Sûrenin bu son grup âyetinde, cehennem ateşinden kurtarılacakların nitelikleri üzerinde durulmakta, dünya hayatında yaptıkları faaliyetlerin karşılığının kendilerine gösterileceği ve sonuçta memnun edileceklerinden söz edilmektedir.

a) Duyarlılık ve Gerekleri

Yüce Allah, memnuniyet verici bir hayatı arzulayanların veya azaptan kurtulmak isteyenlerin mutlaka duyarlılık göstermeleri gerektiğini, Allah yolunda mallarını dağıtmalarını ve karşılığını sadece O’ndan beklemelerinin zorunluluğunu beyan etmektedir.
ı. Duyarlı Davrananlar Ateşten Uzak Tutulur
وَسَيُجَنَّبُهَا الْاَتْقٰىۙ“En duyarlı insan(lar) ise, ondan (ateşten) uzaklaştırılacaktır.” Âyetteki يُجَنَّبُ yücennebü fiili, “uzaklaştırılmak, uzak kalacak hale getirilmek ve kenara çekilmek”, الْاَتْقٰىۙ el-etkaa kelimesi “en duyarlı” demektir.
a) Âyetten maksat, kirlerden ve sorumluluklardan arınmak için malını fakirlere veren ve onu başkalarıyla paylaşan insanların cehennemden uzak tutulacakları, yani o azaba düşmekten korunacakları mesajını vermektir.
Enbiyâ 21/101’de haklarında olumlu karar verilen kişilerin cehennemden uzak tutulacakları, yani bir anlamda oradan uzaklaştırılmış olacakları beyan edilmektedir. Her iki âyeti birlikte düşündüğümüzde, cehenneme girip de oradan çıkartılmanın değil, oraya hiç girmeden azaptan kurtarılmış olmanın söz konusu edildiği anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Meryem 19/71-72. âyetlerde geçen, “Hepiniz oraya uğrayacaksınız. … Bu esnada muttakî, yani duyarlı olanları kurtaracağız” ifadelerindeki anlam da daha kolay bir şekilde anlaşılmış olmaktadır. Çünkü orada kastedilen kişiler, bütünüyle insanlar değildir; bağlam gereği öldükten sonra diriltilmeyi inkâr eden, yaratılış sürecini unutan, şeytanın arkadaşı olan ve Rahman’a karşı azgınlıkta en ileri gidenlerdir.
Kenarda ve uzakta tutulmak, azaba girmemeyi gerektirir. Nitekim kavimleri topluca helak edilen peygamberlerin ve taraftarlarının helakten kurtarılmasından söz eden âyetlerde de aynı durum geçerlidir. Depremle helak edilenler, suda boğulanlar, fırtına ve kasırgada bırakılıp yok edilenler içerisinde peygamberler ve inananlar hiçbir şekilde yoktu. O helaklerin içinden kurtarılmış da değillerdi, onlar azabın başından itibaren söz konusu helak pozisyonlarından uzak tutulmuşlardı.
b) Leyl sûresinin bu bölümünde, cehennem ateşinden uzak tutulacak kişilerin niteliklerinden söz edilirken الْاَتْقٰىۙ el-etkaakelimesine yer verilmektedir. En geniş anlamıyla “en duyarlı kişi” anlamını verdiğimiz bu kelime, sûrenin ilk bölümünde de fiil kalıbında yer almıştı. Orada, sahip olduğu mal veya imkânları Allah yolunda infak eden, sorumluluk ve duyarlılığın bir gereği olarak bütün ilâhî görevleri ve gerçekleri kabul edip gereğini yerine getiren kişinin bir özelliği olarak yer almıştı. Zaten Hucürât 49/13’te de belirtildiği üzere, Allah katında en değerli olan O’na karşı en muttakî (duyarlı) olandır.
ıı. Duyarlılık Arınmayı Getirir
اَلَّذ۪ي يُؤْت۪ي مَالَهُ يَتَزَكّٰىۚ “Arınmak için malını verir.” Âyetteki يُؤْت۪ي yü’tî fiili “vermek”, مَالَ mâl kelmesi “mal, servet”, يَتَزَكّٰىۚ yetezekkâ fiili ise “arınmak” demektir.
Bu en duyarlı kişiler, imkânlarını seferber ederek, arınmak isteyenlerdir. Malını Allah rızası için verenler, arınırlar; böylece hem sorumluluktan kurtulmanın hem de geride kalan malı temiz hale getirmenin mutluluğunu yaşarlar. Âyetin metni şu iki anlama da uygundur: Cehennemden uzak tutulan bu kişi, ya dünya hayatında malını günahtan arınmak için veren kişidir, ya da dünya hayatında malını veren kişi hem dünyada hem de âhirette günahtan arınmış olur.
ııı. Tek Hedef Allah Rızası Olmalıdır
وَمَا لِاَحَدٍ عِنْدَهُ مِنْ نِعْمَةٍ تُجْزٰىۙ اِلَّا ابْتِغَآءَ وَجْهِ رَبِّهِ الْاَعْلٰىۚ “Böylesi birisinin nezdinde, Yüce Rabbi’nin rızasını kazanmaktan başka, hiç kimsenin (esas olarak şükranla) karşılanacak bir nimeti yoktur.”[26] Buradaki اَحَدٍ ehad kelimesi “herhangi bir kişi”, نِعْمَةٍ ni‘meh sözcüğü “nimet”, تُجْزٰىۙ tüczâ fiili “karşılık verilmek”, ابْتِغَآءَ ibtiğâ’ kelimesi “beklemek, kazanmak”, وَجْهِ vech sözcüğü “yüz, rıza”, الْاَعْلٰىۚ el-a‘lâ kelimesi ise “yüce, en yüce” demektir.
Bu âyette verilmek istenen mesaj, önceki iki âyetin devamı mahiyetindedir. Cehennemden uzak tutulacak kişi, arınmak için malını veren en duyarlı kişi olarak nitelendirilmekte, bu âyette de ilgili kişi tanıtılmaya devam edilmektedir. Yaptığı arınma içerikli yardım, esasında yardım ettiği kişiden gördüğü bir nimetin karşılığı değildir.
O halde, yapılan yardımın amacı nedir? İşte bu sorunun cevabı 20. âyette “Yüce Rabbinin rızasını kazanmak” şeklinde verilmektedir. Her iki âyeti birlikte değerlendirdiğimizde ortaya şu sonuç çıkmaktadır: Ateş azabından uzak tutulacak kişi, malını arınmak için veren en duyarlı kişidir. Bu duyarlılığı nedeniyledir ki, söz konusu kişi, malını başkasına verirken, ondan gördüğü bir nimetin karşılığı olarak değil, sadece ve sadece Yüce Rabbinin rızasını kazanmak için bunu yapmaktadır. Zaten bu nedenle “en duyarlı kişi” anlamına gelen el-etkaa kelimesiyle anılmaktadır. Yapılan iş, bütünüyle gönülden gelmekte ve bu iş nedeniyle Yüce Allah’ın rızasının kazanılması hedeflenmektedir. Bu doğrultuda, Bakara 2/272’de infakın sadece Allah rızasını kazanmak için yapılması gereğine de dikkat çekilmiş olmaktadır.
Ayrıca İnsân 76/8 ve 9’da da bu konu ele alınmakta, yardımın sadece Allah rızası için yapılması gereğine vurgu yapılmaktadır. Hatta orada, yapılan bir yardımın karşılığında iyilik yapmak bir tarafa, iyilikten sonra bile muhataptan karşılık ve teşekkür dahi beklenmemesinden söz edilmektedir. Durum böyle olunca övgü de büyük olur, ödül de.

b) Hak Edilen Son

Duyarlılık gösterenler ve bunun bütün gereklerini yerine getirmeye çalışanlar, elbette Yüce Allah’ın izniyle verilen nimetlerden ve yaşayacakları akıbetten memnun olacaklardır.
وَلَسَوْفَ يَرْضٰى “(Bunlar, zamanı geldiğinde) elbette memnun olacak(lar)dır.” Âyetteki يَرْضٰى yardaa fiili “razı olmak, memnun olmak” demektir.
Bu âyete “Rabbi elbette ondan hoşnut olacaktır” şeklinde de anlam verilebilir; ancak biz önceki âyetlerle konu bütünlüğü sağlansın diye, memnuniyeti insana ait bir durum olarak anlamayı tercih etmekteyiz. Kulun âhirette memnun ve hoşnut edilmesi, Tevbe 9/72’de de belirtildiği gibi Allah’tan gelen bir razı oluşun sonucudur. Esasında, kişinin memnun edilmesi, Fecr 89/28’de de yer aldığı gibi öncesinde Allah’ın kişiden razı olmasının sonucudur.
Kaynaklarda, bu son grup âyetin Hz. Ebû Bekir hakkında nâzil olduğu şeklinde çeşitli rivayetler mevcuttur.[27] Bu rivayetlerin sağlamlık derecesini sorgulamadan şunu belirtmek durumundayız: “Bir âyetin veya bir grup âyetin ya da bütünüyle bir sûrenin bir kişi hakkında inmesi, mesajının evrensel olmasına engel değildir.” Dolayısıyla bu sûrede ele alınan bütün konular evrensel bir içeriktedir ve durumu buna uygun olan herkesi her zaman ilgilendirmektedir.
Sûrenin 5-7. âyetlerinde sözü edilen güzelliklerin sahibi olan insanlar, Yüce Allah’ın izniyle elbette ateş azabından uzak tutulacaklardır. Çünkü bunlar bir taraftan inançlarını sağlam tutmakta, diğer taraftan inandıkları doğrultuda fedakârlık yapmaktadırlar. Durum böyle olunca, hedefini sadece Yüce Allah’ın rızasını ve hoşnutluğunu kazanmak şeklinde belirleyen bu kişileri Yüce Allah da memnun edecektir. İşte sûrenin son âyeti bu müjdeyi haber vermektedir.
Âyette fiilin öncesinde kullanılan سَوْفَ sevfe edatı, bu memnuniyetin zamanı hakkında her ne kadar ileriyi, çok ileriyi, yani ahireti gösterse de, bu memnuniyetin dünya hayatında zamanı gelince gerçekleşmesini de ifade edebilir.
Unutulmaması gereken asıl nokta şudur: Yönünü Yüce Allah rızası olarak belirleyenleri ve hayatını sadece O’na adayanları, Yüce Allah er veya geç mutlaka memnun edecektir; sevfe edatının başındaki lâm edatı işte bunun garantisini oluşturmaktadır.
Rabbimizden niyazımız odur ki, razı oldukları arasına bizleri de katsın ve memnun edilenlerden bizleri ayrı koymasın.

——————————————–
[1]   “Takvâ” kavramı hakkında geniş izahımız için Nebe’ 78/31 ve Şems 91/8. âyetlerin tefsirine bakılabilir.
[2]   Buhârî, Tefsîr Sûre 92; Edeb, 120; Müslim, Kader 6-8; Ebû Dâvûd, Sünnet, 16; Tirmizî, Kader, 3; İbn Mâce, Mukaddime, 10; Ahmed b. Hanbel, I, 6, 29, 82, 129, 133, 140, 157; II, 52, 77.
[3]   Yazır, age., IX, 261.
[4]   İnsân 76/1-5.
[5]   Mülk 67/2.
[6]   Mü’minûn 23/115.
[7]   Kıyâmet 75/36.
[8]   ‘Ankebût 29/2-3.
[9]   Âl-i İmrân 3/179.
[10]    İbrâhim 14/4.
[11]    Bakara 2/272; Kasas 28/56.
[12]    Yûnus 10/25.
[13]    Şûrâ 42/52-53.
[14]    Teğâbün 64/11.
[15]    Ra‘d 13/27.
[16]    Bu konuda geniş bilgi için bk. Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsîri I, Fâtiha sûresi 6. âyet.
[17]               Râzî, age., XXXI, 202.
[18]               Mülk 67/7-8.
[19]               Kaaf 50/30.
[20]               Kaari‘a 101/11.
[21]               A‘lâ 87/13.
[22]               İnşikaak 84/12.
[23]               Nebe’ 78/24-25.
[24]               Murselât 77/30-32.
[25]               Muhammed 47/15.
[26]               Muhammed Esed, bu âyete metinde şu anlamı vermiştir: “Gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak değil.” Esed daha sonra notta bu defa şu alternatif manayı vermiştir: “O’nun nezdinde hiç kimsenin karşılığı ödenecek bir iyiliği yoktur.” Verilen bu ikinci anlamın hem anlam olarak hem de gramer olarak dayanağı yoktur. (Bk. Esed, age., s. 1276’da 8. not). Bizim tercihimiz ise İslâmoğlu’nun şu tercümesiyle uyumludur: “(Bu yaptığı) herhangi birinden gördüğü bir hayra karşılık değildir.” (Bk. İslâmoğlu, age., s. 1265).
[27]               Bk. Taberî, age., XXX, 228; Râzî, age., XXI, 204-206.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder