18 Temmuz 2017 Salı

Kevser Sûresi’nin Tefsiri

Mehmet OKUYAN


1-3. ÂYETLER:

اِنَّآ اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ ﴿1﴾ فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ ﴿2﴾ اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ ﴿3﴾
1. (Ey Peygamber!) Sana Kevser’i veren Biz’iz.
 2. O halde Rabbin için kulluk et ve kurban kes. 
3. Asıl (hayır) soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç/kin besleyendir.”

a) Âyetlerin İniş Yeri ve Sebebi

Genelde âlimlerimiz, 3 âyetten oluşan bu sûrenin Mekke’de indirildiğini kabul ederler; gerekçelerini de sûrenin içeriğine ve üslubuna bağlarlar. Sûrenin iniş nedeni, yeri, zamanı ve Hz. Peygamber’e kimin ebter dediğiyle ilişkili olarak çeşitli görüşler vardır.
a) Bazılarına göre, Hz. Peygamber’in erkek çocukları ölünce Âs b. Vâil es-Sehmîona ebter demiştir. Bazılarına göre bu kişi Ukbe b. Ebî Mu‘ayt, bazılarına göre Ka‘b b. Eşref, bazılarına göre ise Kureyşlilerdir.[1] Şahıslar değişik olsa da anlatılan olayların içeriği birbirine çok yakındır. Hz. Peygamber’in erkek çocukları ölünce, ileri gelen bazı müşriklerin ona “soyu kesik” anlamında ebter dedikleri anlaşılmaktadır. Bu durumda ise olayın Mekke’de yaşandığı ileri sürülebilir.
b) Buraya kadar sanki bir sorun gözükmüyorsa da Hz. Peygamber’in ölen çocuğunun “İbrahim” olduğu iddiaları, olaya farklı bir boyut kazandırmakta ve sûrenin iniş yerinin Mekke değil, Medine olduğu görüşünü kuvvetlendirmektedir. Ayrıca olay, Ka‘b b. Eşref’le ilişkilendirilince de aynı şekilde sûrenin iniş yeri Medine olarak anlaşılmaktadır; çünkü Ka‘b, Medinelidir.
Esasında sûrenin ilk âyeti, bu sûrenin, Duhâ sûresinde Hz. Peygamber’e verileceği vaat edilen bazı ödüllerle ilgili olmasını gerektirmektedir. Orada sözü edilen nimetler, âyetteki sevfe edatı gereği, Hz. Peygamber’e ileride verilecek olanlardır.
Bazı gerekçeler nedeniyle ise sûrenin Medenî olduğu söylenmelidir.
a) Nitekim peygamberliğinin sonraki döneminin, yani Medine’nin Mekke’ye göre daha rahat ve huzurlu geçeceği ve orada çeşitli nimetlerle buluşturulacağı açıklamalarını yapmıştık. Bu durumda, Kevser sûresinin ilk âyetindeki kevserin Hz. Peygamber’e bir süre sonra, yani ileride Medine döneminde verilecek nimetleri ifade etmesi gerekir.
Hz. Peygamber ve müminler, Mekke’nin sıkıntılı ortamından sonra Medine’de huzur bulmuş, zaferler elde etmiş ve çeşitli nimetlere, ödüllere kavuşturulmuşlardı. İşte bütün bunların karşılığı olarak, ikinci âyette emredilen Allah için salâtin (bayram namazının veya tevhid içerikli bütün eylemlerin) ve kurbanın, çok daha sonraki dönemleri ilgilendiren görevler olduğu anlaşılmaktadır.
b) İbn Kesîr’in ifadelerine göre, Enes b. Mâlikkaynaklı bir rivayette, kendisinin de bulunduğu bir ortamda (Mescid’de) Hz. Peygamber’in bir an göğe doğru baktığı, sonra tebessüm ettiği, sebebi sorulunca, “Bana biraz önce bir sûre indirildi” dediği ve Kevser sûresini okuduğu belirtilmektedir.[2] Enes’in Medineli olduğu bilindiğine göre, onun Hz. Peygamber’le ilgili böyle bir rivayette bulunması, sûrenin Medine’de indirildiğinin bir delilidir. Çünkü o mescid Medine’dedir. Hicretten önce Mekke’de bu anlamda bir mescid henüz yoktu.
c) İbn Kesîr, sûreyi tanıtırken sûrenin Medenî olduğunu, bir görüş olarak Mekkî olabileceğini de başlıkta zikretmiştir.[3]Suyûtî, sûreyi “iniş yeri ihtilaflılar arasında” saymış ve “doğrusu Medine’de indirilmiş olmasıdır” demiştir. Bu ifadesinden sonra, Nevevî’nin de Enes b. Mâlik rivayeti nedeniyle Müslim şerhinde bunu tercih ettiğini belirtmiştir.[4]
Öyle görülüyor ki, sûrenin iniş yeri ve zamanı, aslında onun içeriğinden anlaşılmalı ve rivayetlerle sınırlı kalınmamalıdır. Rivayetlere öncelik verilince bu defa âyetlerin farklı anlaşılması veya farklı yorumlanması kaçınılmaz olmaktadır. Bu durum, mesajın doğru anlaşılmamasına neden olmakta ve maksadın farklı yönlere kayması gündeme gelebilmektedir. Muhtemel hatalara düşmemek için sûrenin diğer sûrelerle anlam ilişkisini kurmak en doğru yoldur.

b) Kevser’in Verilmesi Ne Demektir?

Sûrenin ilk âyetinde Hz. Peygamber’e verildiği ifade edilen bir nimetten söz edilmektedir.
اِنَّآ اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَۜ “(Ey Peygamber!) Sana Kevser’i veren Biz’iz.” Âyetteki الْكَوْثَرَ el-kevser kelimesi çeşitli anlamlara gelmektedir.
الْكَوْثَرَ el-kevser kelimesinin asıl ve öncelikli anlamları “bolluk, çokluk, bereket” şeklindedir. Ayrıca “Hz. Peygamber’e verilen vahiy, bilgi, hikmet, iyilik, hem bu dünyada hem de öteki âlemde şerefli, onurlu olmak, iyi fiiller işlemek, bütün canlı varlıklara karşı şefkatli davranmak, böylece iç huzuruna ve tatmine kavuşmak” gibi soyut ve somut anlamda iyi ve güzel olan her şeyden bolca ihsan edilmesi de ilave anlamlar olarak zikredilebilir.[5]
Bunların dışında el-kevser kelimesinin en çok kabul edilen anlamı, “Hz. Peygamber’e cennette verileceği belirtilen ve mahiyeti hakkında çok değişik fikirlerin ileri sürüldüğü bir nehir/havuz oluşu”dur.[6] Bu anlam doğrultusunda, âyette geçmiş zaman kipindeki اَعْطَيْنَا a‘taynâ fiiline gelecek zaman anlamı verilmeli ve “Sana kevseri Biz vereceğiz” tercümesi tercih edilmelidir.
Sûrenin ilk âyetindeki a‘taynâ fiilinin geçmiş zamankipinde oluşu, kanaatimizce verilmesinden söz edilen kevserin verilmiş olduğunu gösterir. Bu durumda, nüzul sebebini söylerken de ifade ettiğimiz gibi Duhâ sûresinde Hz. Peygamber’e verileceği vaad edilen çeşitli nimetler kastediliyor demektir. Bu nimetlerin neler olduğunu listelemeye gerek yoktur. Genel olarak Duhâ 93/4 ve 5. âyetlerini hatırlatmak yeterlidir: “Senin için sonrası öncesinden daha hayırlı olacaktır. Nitekim ileride Rabbin sana (çeşitli nimetler) verecek ve sen memnun olacaksın.” Nimetlerin verilmesi daha çok Medine döneminde gerçekleştiği için, Kevser sûresinin de Medine’de indirildiğini söyleyen görüş yanlış olmasa gerektir.
Biz, sûrenin Medine’de indirildiği kanaatindeyiz. Çünkü kevser denilen ödüllerin dünyada verildiğini düşünmemiz için yeterli delilimiz vardır. Medine dönemi, risâletin ilk yıllarına göre daha rahat ve huzurlu bir hayatın yaşandığı bir dönem olmuştur. Elbette, Kur’ân’da geçmiş zamankipi kullanılmasına rağmen gelecek zamanın kastedildiği pek çok örnek vardır. Ancak burada bu anlamı zorlamaya gerek olmadığını düşünmekteyiz.
Kevser Bütünüyle Medine Dönemi Nimetleridir
Hz. Peygamber’e Mekke’deki sıkıntılı süreçten sonra Medine’de pek çok nimet verilmiştir. İslâm, yörenin en etkili ve büyük dini olmuş, Medine şehri Müslümanların ülkesi olmuş, devlet oluşmuştur. Peygamberimiz davalardaki hükümlerinde üstün hikmetler içerecek kararlar vermiş, halkın memnuniyeti üst düzeye çıkmış, farklı inançtan insanlar dahi Hz. Peygamber’in hakemliğini ister hale gelmiştir. İnsanlık medeniyet alanında yeni ve parlak bir ışıkla buluşturulmuş, çeşitli insan toplulukları savaşsız bir şekilde Müslüman olmuş, zaferler kazanılmış, ümmetin sayısı artmış, saygın bir devlet olarak diğer devletlerarasında yer almıştır. Bu arada İslâm’ın şanı ve etkisi adeta dünyayı tutar olmuş, bütün bunların sonucu Duhâ 93/4 ve 5’teki vaatler de gerçekleşmiştir.
İslâm’ındevlet olmasıyla insanlık bir nefes almış, kadınlar hayatın içine girebilmiş, köle ve mal olmaktan fert olmaya dönüşmüş, erkekle eşit bir konuma getirilmiş, mal gibi alınıp satılırken, kendileri mal ve servet sahibi olabilmiş, mirastan payını alıp miras bırakır hale gelmiş, şahitliği erkekle birlikte kabul edilmiş, seçme hakkına sahip kılınmıştır. Kız çocukları kendi babaları tarafından öldürülmekten kurtarılıp toplumun ayrılmaz birer parçası haline getirilmiştir. Ekonomik alanda faizden ve tefecilikten uzaklaşılmış, toplum hukukunu oluşturan değerler vahyin kontrolünde şekillendirilmiş, adaletten ayrılmamayla ilgili âyetler gelmiş, en yakını hakkında, hatta kendi aleyhinde bile olsa, doğru şahitlik en önemli erdemler arasında sayılmıştır.
Devletlerarası hukukta eşine az rastlanır güzellikte insanca davranış örnekleri sergilenmiş, farklı din mensuplarıyla ilişkiler düzenlenmiş, onlara ibadet hürriyeti tanınmış, saldırmayana saldırılmaması emri getirilmiş, savaşta bile hukuksuzluk yapılmasının önüne geçilmiştir. Çevre bilinci kazandırılmış, hayvan hakları konusunda şimdilerde bile gözlemlenemeyen türden hayat hakkı örnekleri sunulmuş, o kadar ki haksız yere bir cana kıymak bütün insanlığı öldürmekle, bir canı ihya etmek de bütün insanlığı diriltmekle eşdeğer tutulmuştur. İnsanın, önce kendisinin, sonra canlı ve cansız çevresinin ve bu arada Yüce Allah’ın farkına varması, hayatı O’nun “yaşa” dediği yerden yaşaması öğrenilmiş, böylece insanca bir hayatın önündeki engeller kaldırılmış, insanlık adeta kendini bulmuştur.
Hz. Peygamber ve onun şahsında Müslüman toplum, daha burada sayamadığımız nice güzelliklerle buluşturulmuş, belki dünya hayatı için her şeyin en güzeli ve en bereketlisi önlerine serilmiştir. Bütün bu söylediklerimiz nedeniyledir ki, Nebî (as)’a verildiği belirtilen kevser, bu dünyada verilen nimetlerin bütününü kapsamaktadır.
Bütün bunlara ilâve olarak şunu da ifade etmeliyiz: Elbette Hz. Peygamber, âhiret hayatında da ilâhî ödüllendirmelerden payına düşeni fazlasıyla alacaktır. Onun peygamberlik dönemi, risâlet yıllarının öncesine göre nasıl daha hayırlı idiyse, peygamberliğinin son dönemi (Medine) ilk döneme (Mekke) göre nasıl daha rahat ve huzurlu idiyse, elbette âhiret hayatı da dünya hayatından çok daha hayırlı ve güzel olacaktır; Feth 48/2. âyet gereği bunda hiçbir şüphe yoktur. Bizim vurguladığımız husus, bu sûrede verilmesinden söz edilenlerin, dünyadayken bile gerçekleştiğini ortaya koymaktır.

c) Allah İçin İbadet ve Kurban

فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْۜ “O halde Rabbin için kulluk et ve kurban kes.” Âyetteki صَلِّ salli emri “ibadet etmek”, انْحَرْۜ inhar emri ise “kurban kesmek” demektir.
Bu âyette iki emir yer almaktadır: “Salât etmek” ve “nahr etmek”. Âyetteki salât ve nahr kelimeleri hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.
Bazı âlimlere göre, ilgili emirler Hz. Peygamber’in namaz kılmasıyla, bazılarına göre namazda sağ eli sol elin üzerine koymasıyla ilgilidir. Diğer görüşe göre salâttan maksat “farz namazlar”, nahrdan maksat “deve kurban edilmesi”dir. Hatta bazılarına göre buradaki kurbanın Mina’da kesilmesi gerektiği ifade edilmektedir ki, bunun hacla ilgili olduğu anlaşılmaktadır. Bazılarına göre salâttan maksat “Kurban Bayram namazı”, nahrdan maksat ise “kurban”dır.
Bu âyetin iniş sebebi olarak çeşitli rivayetler vardır. Bunlara göre, bazı Mekkeliler namazı ve kurbanı Allah’ın dışında başka varlıklara tahsis ederlermiş; bunun üzerine söz konusu emirler gelmiştir. Bazı rivayetlere göre, bu âyet Hudeybiye antlaşmasının yapıldığı gün inmiştir. Nebî (as) Hudeybiye’deyken hacdan engellenince, Yüce Allah ona (bayram) namazı kılmasını ve deve kurban etmesini, ardından geri dönmesini emretmiş, o da emredilenleri aynen yapmıştır. Bu görüşleri, bütün rivayetleri içerecek şekilde nakleden Taberî, âyetin mesajını şöyle özetlemiştir: Sana verdiği ve sana tahsis ettiği değer ve hayrın bir şükrü olarak, bütün namazlarını ve kurbanını putlara değil, sadece Rabbine tahsis et.[7]
Naklettiğimiz görüşler içerisinde ilk sırada olanı hariç, diğerlerinin hepsi, bu âyetin kurban ibadetiyle ilgili olduğunu, özellikle Hudeybiye ile ilişkilendirilince de Medine döneminin sonlarına yakın bir dönemi hatırlattığını açıkça ortaya koymaktadır. Durum böyle olunca, bu âyette anlatılan hususun kurban ibadetine ilişkinliğini, kurban kesmenin bir görev olduğunu, Hacc 22/34-37. âyetlerinde yer alan “kurbanın bütün ümmetlere bir görev olarak verildiği gerçeği”yle bu âyetin bütünleştiğini belirtmeliyiz.
Kurban ibadetinin ilâhî dinlerin sembolleştirdiği bir ibadet olduğunu vurgulayarak, âyette yer alan salât emrinin, namazı da içerecek şekilde bütün tevhidiçerikli eylemler olduğunu özellikle vurgulamak isteriz. Âyette, salât ve kurban emrinin sadece ve sadece Yüce Allah’ın rızasına uygun olarak şekillendirilmesinin önemine dikkat çekilmektedir.
Âyetteki emir, sadece Hz. Peygamber’e yönelik değildir; onu takip etmek ve onu örnek almak durumunda olan bütün müminler bu hitabın muhatabıdır. Hem namazlarda, hem de diğer bütün ibadetlerde, özellikle kurban kesmede Yüce Allah’ın rızası dışına çıkmamak, put veya başka varlıklar adına kurban kesmemek ve kurban sunmamak, sonuçta her dinî eylemde Allah rızasına uygunluğu aramak, bu âyetin evrensel mesajını oluşturmaktadır. En‘âm 6/162-163’te bu gerçek şöyle ifade edilmektedir: “De ki, salâtım (tevhidiçerikli eylemlerim), kurbanım, hayatım ve ölümüm sadece ve sadece hiçbir ortağı olmayan, âlemlerin Rabbi Allah’a aittir. Ben böyle emrolundum ve ben Müslümanların önde geleniyim.” Evet, Kur’ân’ın vermek istediği ruh,“hayatı Allah’ın dediği gibi yaşamak”tır.

d) Ebter Kimdir?

اِنَّ شَانِئَكَ هُوَ الْاَبْتَرُ  “Asıl soyu kesik olan, şüphesiz sana hınç/kin besleyendir.” Âyetteki شَانِئَ şânie/şene’e kelimesi, “buğzetmek, öfke duymak”,الْاَبْتَرُ  el-ebter/betr kelimesi ise “kökünü kazımak” demektir.
Bu âyette verilen mesaj, sûrenin inişine neden olan olayla ilgilidir. Hz. Peygamber’e “soyu kesik” diyenin, asıl kendi soyunun kesik olduğu hatırlatılmış olmaktadır. Elbette âyetin mesajı sadece inişe neden olan kişi veya kişilerle sınırlı değildir. Kimler ona hakaret ederlerse ve ona düşmanlık beslerlerse bu âyet gereği onlar da ebter olmayı hak ederler.
Kelimelerin yukarıda verdiğimiz anlamları doğrultusunda âyetin tercümesi “bedensel veya fiziksel olarak soyu kesik olmak” anlamında yorumlanmalıdır. Ancak el-kevser kelimesi nasıl “çok nimet ve çok hayır” anlamına geliyorsa, el-ebter kelimesi de onun zıddı bir anlama sahip olmalıdır. Bu durumda ayet, “Senden nefret edenler hayırdan, her türlü iyilik ve güzellikten kesilmiş, tamamen kopmuştur”[8] şeklini alır.
Bu nedenle âyete farklı bir açıdan bakmak ve değişik mesaj içerikli sonuçlara ulaşmak mümkündür:
“Ebter, soyut ve manevi değerler için kullanılır. Tıpkı “Besmeleyle başlamayan bir iş ebterdir” ifadesinde olduğu gibi. Ebter’e kelimenin sonradan kazandığı “soyu kesik” manası verenler, âyetin bu suçlamayı yapanlara iade ettiğinde hemfikirdirler. Oysa Kur’ân’ın kendisi soy-sop ile, evlat ve oğulla övünmeyi şiddetle kınar. Kur’ân’a göre, çocuksuzluk bir eksiklik değil, bir imtihandır. Kaldı ki bu sûrenin iniş nedeni olarak gösterilen Âs b. Vâil’e mukabele ediliyorsa, bu mukabele gerçekleşmemiş demektir. Zira oğlu (Amr b. Âs), torunu Abdullah ve onun nesli yaşamıştır. Eğer ebter ile manevi soyun kastedildiği söylenecek olursa, iman gibi küfrün de hep var olacağı bedihî bir hakikattir. Kâfirler sadece dünyada var olmayacaklar, âhirette de cehennemde var olacaklardır. Yani, küfrün ve kâfirin soyunun kesik olduğu şeklindeki bir anlayış da isabetli değildir.”[9]
Hz. Peygamber’i motive eden, onu onurlandıran bu muhteşem sûre, onun yolunu takip edenler için de bir müjde mesabesindedir. Peygamber misyonunu takip edenler bilmelidirler ki, Hakk’ın savunucuları sürekli olarak saldırılara, hakaretlere ve haksız muamelelere maruz kalırlar. Ancak onuru, şerefi ve itibarı Yüce Allah’ın yanında arayanlar, hiçbir zamanyalnız bırakılmamışlardır. İlâhî irade onları asla yalnızlığa terk etmemiştir, terk etmeyecektir de. Yaşanan birtakım olaylar sadece birer öğretim faaliyetinin parçası gibi algılanmalı, Hakk’ın savunulmasında sabırdan taviz verilmemelidir. Sabır, sözlü saldırılara karşı göğüs germek, hakaretlere rağmen hakta direnmek, Allah için dayanmak, hakkı, hayrı ve doğruyu yılmadan usanmadan savunmak demektir.
Çok nimetle buluşmanın yolu, çok fedakârlıkyapmaktan geçer. Fedakârlık yapmadan, yani hem bedenî anlamda ibadetlerini ve tevhidiçerikli eylemlerini yerine getirmeden, hem de sunacağı sunakların adresini veya niyetini doğru belirlemeden bu yolda ilerlemek mümkün değildir. Kalpte ve gönülde sağlam istikameti olanlar, davranışta zikzaklar çizmez ve dosdoğru yolda bulunmanın huzurunu yaşarlar. İstikametini şaşıranlar hayır ve güzellikten nasiplerini almayı reddedenlerdir.

——————————————————
[1]    Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli Âyi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, XXX, 328-330.
[2]    Rivayet için bk. Buhârî, Rikâk, 53; Müslim, Salât, 53.
[3]    Ebü’l-Fidâ İsmail ibn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, İstanbul, 1986, IV, 556.
[4]    Celâlüddîn Abdurrahmân Ebû Bekir es-Suyûtî, el-İtkân fî ‘Ulûmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1987, I, 26. Nevevî’nin Enes b. Mâlik rivayeti için de bk. Muhyiddîn Yahyâ b. Şeref en-Nevevî, Şerhu Müslim, Beyrut, ts., IV, 112-113.
[5]    Esed, age., s. 1314’te 1. not.
[6]    Taberî, age., XXX, 320-323.
[7]    Taberî, age., XXX, 325-328.
[8]    Esed, age., s. 1314.
[9]    İslâmoğlu, age., s. 1313’te 3. not.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder