17 Ağustos 2017 Perşembe

Tekâsür Sûresi'nin Tefsiri

Mehmet OKUYAN

1-2. ÂYETLER:

اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ ﴿1﴾ حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَۜ ﴿2﴾
1-2. Çoğaltma hevesi sizi o kadar oyaladı ki, sonunda mezarlıkları dahi ziyaret ettiniz.”
Tekâsür sûresinin ilk iki âyetinde yersiz bir tutkunun insanları ne hale getireceği bildirilmektedir.

a) Mala Aşırı Düşkünlüğün Sonucu

Yüce Allah, dünya malına aşırı derecede düşkün olmanın sonucunun felaket getireceğini bildirmektedir.

ı. Mal Biriktirme Tutkusu Felakettir

اَلْهٰيكُمُ التَّكَاثُرُۙ  “Çoğaltma hevesi sizi oyaladı.” Âyetteki اَلْهٰي elhâ fiili “eğlemek, meşgul etmek, oyalamak”, التَّكَاثُرُ et-tekâsürkelimesi ise “çokluk kuruntusu, gururu, iddiası, mal, makam ve şan şöhret çokluğu ile övünmek” demektir.
* Âyetlerin Nüzul Sebebi
Bu âyetlerin iniş sebebi olarak, şöyle bilgiler nakledilmektedir: Rivayete göre bu âyetler, Sehm ve Abd-i Menâf oğulları hakkında inmiştir. Onlar birbirlerine kalabalık olma konusunda övünürlermiş. Abd-i Menâf oğulları diğerlerine göre daha kalabalık imiş. Sehm oğulları ise onlara şöyle dermiş: “Bütün dirilerinizi, ölülerinizi bizimkilerle karşılaştırarak sayalım.” Sayım işlemi yapılınca Sehm oğulları daha kalabalık çıkmış, âyetler de işte bu olay üzerine inmiştir.[1]
Elbette bu nüzul sebebi hakkında fazlaca söylenecek bir şey yoktur; hem olay, hem de kullanılan uslüp âyetlere uygundur. Ancak âyeti bir tek nüzul sebebine indirgemek, âyetin mesajını sadece nüzul sebebiyle sınırlı tutmak doğru bir yaklaşım değildir. Önemli olan, burada verilmek istenen mesajdır.
İnsanlar mal veya çocuk bakımından ya da makam ve şan-şöhret bakımından birbirlerinden üstün gibi görünebilirler. Ancak, âyetten anlaşıldığına göre, bu tür üstünlüklerin insana hiçbir yararı yoktur; hatta insanın ziyanını artırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’e göre, “İnsanların en üstünü, Allah’a karşı en duyarlı, yani takvaca en ileride olan”lardır.[2]
İnsanlar mala düşkünlükte birbirlerini geride bırakmayacak şekilde, yararsız bir yarış içine girmektedirler. İnsanın bu yönünü Hz. Peygamber şu şekilde ifade etmektedir: “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsa üçüncüyü ister… İnsanoğlunun karnını (gözünü) ancak toprak doldurur.”[3] İşte hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, insanoğlunun mala düşkünlüğü ortadadır. Bu düşkünlük bir de sahip olunan geçici dünya malıyla övünmeye dönüşürse, işte o zaman durum daha sıkıntılı ve tehlikeli bir hal alır.
Yüce Allah, yersiz şekilde övünmeyi,[4] özellikle insanlara kendisinin verdiği çeşitli nimetlerle övünmelerini hoş karşılamadığını bildirmektedir.[5] Tekâsür sûresinin ilk âyetinde dile getirilen övünmenin insanı oyalaması, onu mezarlıkları ziyarete ve ölüleri dahi saymaya kadar sürüklemesi sonucunu getirecektir. Bu durum, insanın iflası demektir.

ıı. Bu Tutku Kişiyi Mezarlıklara Sürükler

حَتّٰى زُرْتُمُ الْمَقَابِرَ “Ta ki mezarlıkları ziyaret ettiniz.” Âyetteki زُرْتُمُ zurtüm fiili “ziyaret etmek, gitmek”, الْمَقَابِرَ el-mekaabir kelimesi ise “mezarlıklar” demektir.
a) Tercümeyi bu şekilde vermemizin nedeni şudur: Genellikle “kabirleri ziyaret ettiniz” tercümesine göre الْمَقَابِرَ el-mekaabirkelimesi “kabirler” anlamına alınmış olmaktadır. Oysa el-kabr kelimesinin çoğulu el-kubûr şeklindedir. el-Mekaabir ise el-makbera’nin çoğuludur. “Ta ki mezarlıkları ziyaret ettiniz” ifadesi, nüzul sebebinde de aktardığımız üzere, mezarlıklara gidip ölüleri saymak ve onların çokluğuyla övünmek anlamına gelebilir.
b) Bu âyetler şöyle de yorumlanabilir: “Çokluk ile övünmeniz sizi o kadar oyaladı ki, sonunda mezarlıklara gittiniz”, yani ölünceye kadar bu durumunuz devam etti. Sözünü ettiğimiz bu izah, âyetteki “kabirleri ziyaret”in mecaz olduğunu ortaya koyar. Bu anlamın doğal bir sonucu olarak tekâsür, yani çoklukla övünmenin ölünceye kadar devam etmesi, insanı Allah’a itaatten ve ibadetten de alıkoyması anlamına gelmektedir. Bu tercümede muhatap “ölüler” gibi görünse de, asıl maksat dirilerin böyle davranmamasını sağlamaktır.
Şimdilerde, kendileri bir şeyler yapmayıp atalarıyla veya onların eserleriyle övünenler de bu âyetin kınama mesajından paylarına düşeni almalıdırlar.

b) Kabir Ziyaretinin Amacı

Kabristanlıkların ziyaretinden söz eden bu âyeti izah ederken elbette “kabir ziyareti” konusuna da değinmek gerekmektedir. En başta şunu hatırlatalım: Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Sizi kabir ziyaretinden engellemiştim (onu size yasaklamıştım); artık kabirleri ziyaret edebilirsiniz; çünkü bu ziyaret, size âhireti hatırlatır.”[6] Önceleri insanların kabir ziyaretindeki aşırı tutumları, onlardan yardım dilemeleri veya ölülerle övünmeyi devam ettirmeleri, bu tür ziyaretlerden uzak durulmasını zorunlu kılmıştı.
Daha sonraları, söz konusu tehlike ortadan kalkınca Hz. Peygamber bu yasağı kaldırmış ve “âhireti hatırlama vesileleri”nden saydığı mezar ziyaretini devam ettirmeleri için, uygulamayı özendirici ifadeler kullanmıştır. Rivayetteki “çünkü bu ziyaret, size âhireti hatırlatır” cümlesi, ziyaretin gerekçesini ortaya koymaktadır. Anlaşılan o ki, mezar ziyaretlerindeki asıl kazanç, ziyaret edenleredir; ölüler için de dua edilir ve elbette onların da bundan yararlandırılacağı Yüce Allah’tan beklenir.
Kabir ziyaretinde, ölüleri bağışlasın diye Yüce Allah’a dua edilir; onlara selâm verilir, yani esenlikleri için niyazda bulunulur. Mezarlıklarda Fâtiha okunmasının sağlam bir referansı yoktur. Ancak, eğer Fâtiha okunursa, bu sayede ibadet edilip sevap kazanıldığı inancıyla, ölülerin bağışlanması için daha içten niyazlarda bulunulmalıdır. Sevap dağıtımı veya sevap transferi çok yanlış bir davranıştır. Yapılması gereken şey, ölülerin bağışlanması için dua yapmaktır.
Kabir ziyaretiyle ilişkilendirilebilecek bir âyeti, ardından da çok meşhur bir rivayeti burada hatırlatmak gerekmektedir.
“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[7] İşte geçmiş ölülerimiz için yapmamız gereken en önemli şey, bu âyette de ifade edildiği gibi “dua”dır. Ayrıca namazlarda okuduğumuz rabbenâ duası da aynı mesajı vermektedir.
Burada çok önemli bir husus daha bilinmelidir: Müşrikler ve imansız ölenler için, Yüce Allah’tan bağışlanma dileğinde bulunulamaz. Çünkü Tevbe 9/113’te Yüce Allah bunu yasaklamaktadır.
Konuyla ilgili aktaracağımız rivayet de şudur: İbn Abbâs anlatıyor: Rasûlüllah (sav), Medine ehlinin mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek: “Esselâmü ‘aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiniz. Biz de arkadan geleceğiz” buyurdu.[8] Bu ve benzer rivayetlerde yer alan selâm kelimesi, kanaatimizce “rahmet ve esenlik dilemek” anlamına gelmektedir. Böylece hem âyetin anlamı, hem de rivayetteki mesaj aynı noktada buluşturulmuş olur. Ölen Müslümanlar için dua ve istiğfarın yapılabileceğine dair pek çok rivayet, eserlerde yer almaktadır.[9]
Kabirleri ziyaretin, ölüden ziyade diriye, yani kabri ziyaret edene faydası olacaktır. Çünkü kabir ziyareti insana ölümü, âhireti, yargılanmayı, cennet veya cehennemi hatırlatır ve âhireti için ibret almayı sağlar.[10] İnsanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir.[11] Kabir ziyareti, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Ziyaret, insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine de yardımcı olur.
İnsanlar bu tür ziyaretlerde, bağışlanma ve istikamet için Yüce Allah’a dua ederler ve geçmişlerini böylece yâd etmeye çalışırlar. Öyle anlaşılıyor ki, kabir ziyaretlerinde asıl ve öncelikli amaç, ziyaret edenin öğüt alması ve âhireti hatırlamasıdır. Yoksa kabirdekilerden yardım almak kesinlikle söz konusu değildir.

3-7. ÂYETLER:

كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَۙ ﴿3﴾ ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَۜ ﴿4﴾
 كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ ﴿5﴾ لَتَرَوُنَّ الْجَح۪يمَۙ ﴿6﴾ ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَق۪ينِۙ ﴿7﴾
3. Hayır! (Bunun doğru olmadığını) ileride bileceksiniz! 4. Elbette ileride bileceksiniz! 5-6. Gerçek, sandığınız gibi değil! Eğer kesin bilgi ile gerçeği bilmiş olsaydınız mutlaka ateşi görürdünüz. 7. Sonra âhirette onu çıplak gözle göreceksiniz.”
Bu âyetlerde Yüce Allah, gerçeğin mutlaka fark edileceğini beyan ederek, gerçek bilgiyle bakılması halinde hakikatin görülebileceğini bildirmektedir.

a) Gerçeğin Fark Edilmesi

Sûrenin 3 ve 4. âyetlerinde aynı ifadeler iki kez yer almakta ve farklı amaçların söz konusu edildiği anlaşılmaktadır.
كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَۙ ثُمَّ كَلَّا سَوْفَ تَعْلَمُونَۜ “Hayır! (Bunun doğru olmadığını) ileride bileceksiniz! Elbette ileride bileceksiniz!” Kellâ edatı hakkında Fecr 89/17’de geniş açıklamalar yapmıştık.
Bu âyetlerdeki kellâ edatlarının ilkine, Esed’in de tercih ettiği gibi “ama, ancak”, ikincisine “ve bir kez daha” anlamı verilebilir. Elmalılı’ya göre ise her iki edata “hakikaten, gerçekten” anlamı da verilebilir. Bu iki tercihte de maksat, yapılan hataya karşılık, gerçeğin bir süre sonra farkına varılacağıdır. Müfessir Dahhâk’a göre, ilk âyette bileceği söylenenler kâfirler, ikincisinde ise müminlerdir.[12] Bu durumda, âyette bir tekrar veya vurguya gerek yoktur; çünkü muhataplar farklı kişilerdir.
Bu iki âyette hatırlatılan husus, çokluk yarışının ve övünme işleminin sonuçta yanlış olduğunun iki defa vurgulu şekilde bildirilmesidir. Bir anlayış eğer çok yanlış ise, ona yönelik uyarılar da benzer şekillerde güçlü ve vurgulu olarak getirilir. Maksat, dünya malıyla övünenlerin kınanması olarak kabul edilirse, bu durumda tehdidin ilki, dünyada başlarına gelebilecek bir sıkıntı, diğeri ise âhirette karşılaşacakları azap olarak anlaşılabilir.
Âyetlerdeki سَوْفَ sevfe edatı “gelecek, uzak gelecek” anlamı verdiği için, ilkini “dünya”, diğerini “âhiret”e yönelik anlamlandırmakta bir sakınca yoktur. İnsanlar er veya geç, yaptıkları hataların yanlışlığını anlayacak ve yaptıklarının sonuçlarına katlanacaklardır. Âyette vurgulanan husus budur.

b) Dünyayı Cehenneme Çevirme Yarışı

Yüce Allah, bu âyetlerde çok önemli bir sosyal ve ekonomik felâkete dikkat çekmektedir.

ı. Gerçek Bilgi Öngörü Sağlar

كَلَّا لَوْ تَعْلَمُونَ عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ لَتَرَوُنَّ الْجَح۪يمَۙ “Gerçek, sandığınız gibi değil! Eğer kesin bilgi ile gerçeği bilmiş olsaydınız, mutlaka ateşi görürdünüz.” Âyetteki تَعْلَمُونَ ta‘lemûne fiili “bilmek”, عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ ‘ılme’l-yakıın tamlaması “kesin bilgi”, تَرَوُنَّ terevünne fiili “görmek”, الْجَح۪يمَ el-cahıım kelimesi ise “cehennem, ateş” demektir.
a) Sûrenin 5. âyetinde üçüncü defa kellâ edatı kullanılmakta ve edat “gerçekten, samimiyetle” anlamına gelmektedir. عِلْمَ الْيَق۪ينِۜ ‘ılme’l-yakîn tamlaması “sağlam bilgi, şeksiz-şüphesiz bilgi” demektir. Bu durumda âyetin anlamı, “eğer sağlam, gerçek ve şeksiz-şüphesiz bir şekilde hakikati bilseydiniz, yani ona inansaydınız” demektir.
Genellikle âlimlerimiz, bu cümledeki lev edatının cevabının gizli olduğu kanaatindedirler. Oysa bizce bu edatın cevabı bir sonraki cümledir. Söz konusu cümlede Yüce Allah “ateşi görürdünüz” buyurmaktadır.
b) Buradaki لَتَرَوُنَّ الْجَح۪يمَۙ “Ateşin görülmesi” iki farklı şekilde anlaşılabilir.
Âyetteki الْجَح۪يمَۙ el-cahîm kelimesi, Kur’ân’daki genel kullanımı doğrultusunda “cehennem” anlamına alınabilir. Bu durumda, onun “görülmesi”, fiilen dünya gözüyle ve dünyada gerçekleşmiş olamaz. Çokluk yarışına giren ve birbirlerine karşı bu yönleriyle övünen, oyalamanın sonucunda Hakk’ı unutanlar, hem bu dünyada hem de âhirette “gerçeğin farkına varacaklar”dır. 3. ve 4. âyetlerde bu durum dile getirilmektedir.
Bu tür insanlar, eğer sağlam bilgiyle gerçeğin takipçisi olsalardı, henüz bu dünyadayken, cehennemin gerçekleşeceğinin farkına varabilirlerdi. Başka bir ifadeyle, sağlam bilgiye ulaşabilselerdi, cehennemin varlığını hissedebilecekler ve adeta onu görmüş gibi bir tutuma girebileceklerdi. Buna göre âyetteki لَتَرَوُنَّ leteravünne fiili, “gerçeği görmek” şeklinde anlaşılmış olur.
الْجَح۪يمَۙ el-cahîm kelimesi, Sâffât 37/97’de olduğu üzere “ateş” anlamına da alınabilir.[13] Nitekim nâr kelimesi asıl olarak “cehennem” için kullanılsa da, zaman zaman dünyevî ateş anlamında kullanılmaktadır. el-Cennet kelimesi genellikle “müminlere vaad edilen nimet yurdu” anlamına gelse de, zaman zaman “dünyadaki herhangi bir bahçe” anlamında da kullanılmaktadır. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. İşte bu türden olmak üzere, yorumunu yaptığımız Tekâsür sûresindeki el-cahîm kelimesi de “âhiretteki cehennem” değil, dünyadaki ateştir.
Bu tercihe göre, âyetlerin anlamı şöyledir: “Kesin bilgiye ulaşsaydınız, ateşi mutlaka görecektiniz.” Âyetteki لَتَرَوُنَّ leteravünne fiilinde iki tane anlam güçlendirici vardır: İlki fiilin başındaki lâm edatı, diğeri ise sonundaki şeddeli nûn harfidir. Bu iki katkı, söz konusu gerçeğin mutlak surette görüleceğini beyan etmeyi amaçlamaktadır.
Ekonomik yarışların dünyayı nasıl cehenneme çevirdiğini, bugün çok daha net olarak görüyoruz. Ortalık kan, şiddet, felâket ve ateşten geçilmiyor. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini kapmak için kıyılan canların, yakılan ateşlerin ve cehennemi andıran görüntülerin haddi hesabı yoktur. Bu cinayetleri de en çok -sözüm ona- medenî olduğunu söyleyenler yapmaktadır. İnsanlık tarihinde belki de hiç bu kadar bir zulüm yaşanmamıştı. Yüce Allah işte bu âyetleriyle bütün insanları uyarmaktadır. Âyetlere böyle yorum getirilince, mesajların evrensele taşınması ve âyetlerin anlam olarak güncellenmesi mümkün olmaktadır.
Bu yorum doğrultusunda ilk âyetlerdeki mesaj daha net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Mal biriktirme tutkusunun oyaladığı ve sonunda ölüme giden insanlar, neler yaptıklarına baksalardı veya davranışlarını kontrol edip akıl süzgecinden geçirselerdi, nasıl bir ateş yaktıklarını görebilirlerdi. Esasında, 3. âyette de vurgulandığı üzere, dünya hayatlarının ileri bir döneminde ya da ölümleri esnasında bu gerçeği fark edeceklerdir. Onlar için daha ileri bilgi ise, 4. âyette dile getirildiği üzere, âhirette söz konusu olacaktır. Ancak ister ölürken, isterse âhirette sahip olunacak bu tür bilgilerin insana hiçbir yararı olmayacaktır.

ıı. Âhirette Gerçek Görülecektir

ثُمَّ لَتَرَوُنَّهَا عَيْنَ الْيَق۪ينِۙ “Sonra (âhirette) onu çıplak gözle göreceksiniz/bizzat müşahede edeceksiniz.” Âyetteki عَيْنَ الْيَق۪ينِۙ ‘ayne’l-yakıın tamlaması “bizzat müşahade etmek, görmek” demektir.
Bir önceki âyetteki ‘ılme’l-yakîn sonucu sahip olunan görme hali, olayın “gerçek anlamda bilinmesi ve dünyada görülmesi”yle ilgilidir; 7. âyetteki görme ise sümme edatıyla geldiği için daha sonra, yani âhirette gerçekleşecektir. Âyetteki ‘ayn kelimesi “göz” anlamına geldiği için, cümle “kesin olarak ve fiilen görmek” demektir. Buna göre, görülecek şey, âhiretteki “cehennem ateşi”dir.
Bu âyetlerde ortaklaşa yer alan لَتَرَوُنَّ leteravünne fiili, 6. âyette dünyada yakılan acı, ızdırap, kan, gözyaşı, sıkıntı, felâket ve perişanlık ateşini; 7. âyetteki ise, yine bunların sebep olduğu âhiretteki cehennemi görmeyi ifade eder. Her iki anlamda da “görmek” vardır; sadece görülecek şeyler farklıdır. İşte, uğruna fedakârlıklar yapılan mal çoğaltma ve dünya tutkusunun sonucu budur.
Yorumunu yaptığımız âyette sözü edilen “görmek”, elbette cehenneme girmek değildir; çünkü sorgulanma işlemi son âyette zikredilmektedir. Hayatı dünyadan ibaret sayıp âhireti inkâr edenler, mahşerde bilgilendirilip sorgulandıktan, yargılandıktan ve haklarında kesin hüküm verildikten sonra cehennem ateşine atılacaklardır. Azgınlar yargılanırken kendilerine cehennem gösterilecektir.[14] Bu durum, yargılamada da nasıl sıkıntıların yaşanacağını açıkça göstermektedir.
Cehennemlik insanlar eğer dünyada ‘ılme’l-yakîn, yani gerçek bilgi ile hareket etselerdi, dünyada yaktıkları ateşi göreceklerdi; bunu yapmadılarsa bu defa ‘ayne’l-yakîn olarak âhirette kendi gözleriyle bizzat ateşi görmüş olacaklardır. Yargılama sonrasında ise ateşte yanarak, hakka’l-yakîn şeklinde olayın içerisinde bulunacaklardır. Yüce Allah bizleri bunlardan uzak eylesin.

8. ÂYET:

ثُمَّ لَتُسْـَٔلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّع۪يمِ ﴿8﴾
8. Nihâyet o gün (dünyadaki) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”

Âhiretteki Yargılama

Bu âyetteki hitabın kimlere yönelik olduğu konusunda fikir ayrılığına düşülmüştür. Bazıları sûrenin genel konusunu gözönüne alarak, muhatabın nankörler veya cehennemlikler olduğunu ifade etmişlerdir. Bazıları ise, hesaba çekilmenin herkesi içereceği kanaatindedir. Bizce de buradaki hitap herkese yöneliktir. Yargılama işlemi, sorgulamadan sonra gerçekleşeceği için, nimetlerden hesaba çekilmek de bütün insanları kapsayacaktır. Bu anlamı destekler mahiyette pek çok rivayet vardır. Bunlardan birine göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
“İnsan, dört şeyden hesaba çekilmeden önce yerinden kımıldamaz: Ömrü, malı, gençliği ve davranışı”.[15] Bu rivayette ele alınan dört husus, insanoğlunun hayatının bütün evrelerini ve bütün meşguliyetlerini en ince ayrıntısına kadar zaten kapsamakta, hiçbir şeyi dışarıda bırakmamaktadır.
Hayatta sahip olunan bütün değerler “nimet” kavramına dâhildir. Yüce Allah, hayatın bütününü bir imtihan alanı ilan etmekte,[16] peygamber göndermesini müminlere büyük bir iyilik olarak sunmakta,[17] ölümü ve hayatı yaratmayı imtihana endekslemekte,[18] insanı görebilen ve işitebilen bir varlık olarak şekillendirmeyi imtihan gerekçesine[19] bağlamaktadır. Bu ve daha pek çok âyette konu edilen nimetler ve imtihan, elbette hesaba çekilmek içindir.
Bu nedenle, Tekâsür sûresinin son âyetindeki “nimetlerden hesaba çekilme”nin bütün insanlığa yönelik olduğunu, sorgulama işleminden sonra insanların hak ettikleri yere gönderileceğini belirtmek, Kur’ân’ın ruhuna ve bütünlüğüne uygun bir yorumdur.
Eğer na‘îm kelimesini, Duhâ 93/11’deki gibi “Kur’ân” anlamındaki ni‘met kelimesinin çoğulu olarak alırsak, hesaba çekileceğimiz nimetlerin “Kur’ân’ın sunduğu bütün prensipler” olacağını da söyleyebiliriz. Nitekim Zuhruf 43/44’e göre, bu son ümmetin hesaba çekileceği asıl değer, onlar için şeref ve haysiyet olarak tanıtılan kitaplarıdır; yani Kur’ân’dır.


[1]    Râzî, age., XXXII, 76.
[2]    Hucürât 49/13.
[3]    Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Zekât, 116; Tirmizî, Zühd, 27.
[4]    Nisâ’ 4/36.
[5]    Hadîd 57/23.
[6]    Müslim, Cenâiz, 106.
[7]    Haşr 59/10.
[8]    Tirmizî, Cenâiz, 59.
[9]    Örnek için bk. Ahmed b. Hanbel,  II, 509; VI, 252.
[10]   Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 59; İbn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel,  I, 145.
[11]   İbn Mâce, Cenâiz, 47.
[12]   Râzî, age., XXXII, 78.
[13]   Bu yorumu ve açılımı Mustafa İslâmoğlu’na borçluyum.
[14]   Şu‘arâ’ 26/91; Nâzi‘ât 78/36.
[15]   Tirmizî, Kıyâme, 1.
[16]   Bakara 2/155.
[17]   Âl-i İmrân 3/164.
[18]   Hûd 11/7; Mülk 67/2.
[19]   İnsân 76/2.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder