10 Ağustos 2017 Perşembe

'Asr Sûresi’nin Tefsiri

Mehmet OKUYAN


1-3. ÂYETLER:

وَالْعَصْرِۙ ﴿1﴾ اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ ﴿2﴾
اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ ﴿3﴾
1-3. Asra yemin olsun ki, iman edip sâlih ameller işleyenler ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç, insanoğlu gerçekten ziyan içindedir.”
Akıp giden zamana dikkat çekilen bu sûrede, ziyandan kurtulmanın ölçüleri verilmektedir. İmam Şâfiî, “Kur’ân, sadece bu sûreden ibaret olsaydı, yeterdi” sözüyle, sûrenin konu ve içerik gücüne dikkat çekmektedir. Sahâbîlerin birbirlerinden ayrılırken bu sûreyi okumaları da sûrenin hayatla iç içe oluşunun göstergesidir.

a) Zaman – Ziyan İlişkisi

‘Asr sûresinin ilk iki âyetinde yemin ve gerekçesine yer verilmektedir.

ı. ‘Asr Nedir?

وَالْعَصْرِۙ “Asr’a yemin olsun.” Sûrenin ilk kelimesi olan الْعَصْرِ el-‘asr, “akıp giden zaman, ikindi vakti, gece-gündüz, tan yerinin ağarması, akşam-yatsı arası, insan topluluğu, aşiret, yağmur, hapsetmek, yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak” gibi anlamlara gelmektedir.
Zaman anlamı itibariyle bu kelime “içinde bulunulan zaman, 80 veya 100 yıllık zaman dilimi” olarak karn kelimesiyle aynı anlamda buluşmaktadır. Asr ile ilgili “Hz. Peygamber’in yaşadığı, peygamber olarak görevlendirildiği zaman, ikindi namazı, âhir zaman” yorumları da müfessirlerimiz tarafından ileri sürülmektedir.
‘Asr kavramı, dehrden farklıdır. Dehr, başı sonu belli olmayan zamanın bütününün adıdır; ‘asr ise başı sonu belli olan, daha çok ortalama “bir insanın ömrünü oluşturan zaman dilimi”dir. Bu son anlamdan hareketle, âyette kastedilenin de bu doğrultuda olması gerektiği kanaatindeyiz. Dolayısıyla ilk iki âyetin mesajını şöyle anlayabiliriz: “Akıp gitmekte olan zamana yemin olsun ki, bunun farkına varmayan insan elbette ziyandadır.”

ıı. İnsanoğlu Ziyandadır

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَف۪ي خُسْرٍۙ “Muhakkak ki insanoğlu ziyandadır.” Âyetteki خُسْرٍ husr kelimesi “zarar, ziyan, kayıp” demektir.
İnsanın ziyanda oluşunun nedeni, zamanın akıp gitmesi ve ömrün boş işlerle tüketilmesidir.
Rivayetlere göre Hz. Peygamber için “Muhammed bir hüsran içindedir” diyen Ebû Cehil’e bu âyetle cevap verilmiştir.[1]Âyetleri belli bir nüzul sebebiyle sınırlı tutmamak için, onları herkesi içerecek şekilde yorumlamayı daha anlamlı ve doğru bulmaktayız.
a) Âyetteki el-insân kelimesi, “insanoğlu” anlamına gelebilir. Bu durumda baştaki el takısı “cins” anlamını verir ve bütün insanları içerir. Âyetin mesajı ise, “insanın potansiyel olarak ziyana düşecek şekilde yaratıldığı” şeklini alır. Şems 91/8’de ifade edildiği gibi, insanın fücûr ve takvâ özelliği vardır. Takvayı terk edip fücûra yatırım yapan insan, hem dünyada hem de âhirette ziyanda olacaktır. Bu tercihimiz, âyetin uyarı anlamını ortaya koyar.
b) el-İnsân kelimesi, “belirli insanlar” anlamına da gelebilir. Bu durumda baştaki el takısı, “belirlilik” manası verir. Âyetin mesajı ise “Akıp giden zamana dikkat etmeyen insanlar ziyandadır” şeklini alır. Bu insanlar ömürlerini boş işlerle geçirdikleri için, âhiret onların felaketlerle karşılaşacağı yer olacaktır.
c) Âyetin hem dünya, hem âhiret için bir felaket habercisi olan yönü de vardır. Buna göre, vahyin ilkelerini dikkate almayanları dünyada dar ve sıkıntılı bir hayat beklemektedir. Tâhâ 20/100 ve 124’te vurgulanan husus budur. Ayrıca Zuhruf 43/36’ya göre de, vahiyden uzak yaşayanları şeytanın arkadaşlığı beklemektedir. Dünyada şeytana arkadaş olanların âhiretteki durumları ise gitgide artan azaba uğratılmalarıdır. Cinn 71/17’de hatırlatılan husus da budur.

b) Ziyandan Kurtulmanın Yolu

Yüce Allah, ikinci âyette sözünü ettiği ziyandan kurtulmanın yolunu maddeler halinde göstermektedir.

ı. İman ve Sâlih Amel

اِلَّا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “İman edip iyi ameller işleyenler hariç.” Bu âyetteki istisna cümlesi, bu dinde ümitsizliğin yerinin olmadığını göstermektedir. Bu ifade aynı zamanda, ziyanda olmanın veya ziyanda kalmanın bir kader olmadığını da ortaya koymaktadır. Çünkü insan iradesi bu durumdan çıkabilmenin en önemli karar noktasıdır. İradesini ilâhî bilgilendirmeler doğrultusunda şekillendirenler, kayıpta olmamayı başaracaklardır. Kur’ân’da bu konudaki bütün istisna cümleleri, insanlara çıkış yolu göstermeyi amaçlayan kullanımlardır.
İman-amel ilişkisi anlamında yaşanan mezhep tartışmalarına girmek istemiyoruz. Şu kadarını söyleyelim ki, sâlih amel diye isimlendirilen değerler, aslında imanın gerekleridir. İmanın, ışık-gölge, ateş-ısı, güneş-ısı ve güneş-ışık gibi birbirlerinden ayrılmaz sonuçları vardır. Ölüm tehdidi gibi çok büyük bir tehlike hali hariç, kişinin imanı varsa sâlih ameli de olmalıdır.
Bu yaklaşımın doğru olabilmesi için, metnin de müsait olması gerekir. Tîn 95/6’da da açıkladığımız üzere, الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا “İman edenler” ifadesinden sonra gelen وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “İyi ve yararlı işler yapanlar” cümlesi, ziyandan kurtuluşun imanla beraber sâlih amellerle mümkün olacağını göstermektedir. Baştaki vâv “maiyyet” anlamına alırsak, bu durumda sâlih amelin imanın ayrılmaz parçası olduğunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşımın imanı daha doğru, daha aktif, verimli, üretken, hayatın içinde ve kapsamlı bir şekilde anlamaya katkı sağlayacağını düşünmekteyiz. Esasında sâlih amelin imandan ayrılamaycağı Tâhâ 20/75’te açıkça ifade edilmektedir. Sâlih amel yoksa inanç “iman” olmaz; iman yoksa da davranışa “sâlih amel” denmez. Bu iki kavram birbiyle içiçe, birbirini tamamlayan, biri olmadan diğeri anlamını kaybeden değerlerdir. Bu ikisini birbirinden ayırınca bugün olduğu gibi, amelden yoksun bir iman anlayışının toplumu ne hale getireceği görülmektedir.
Ziyandan kurtulmanın ilk şartı “iman”dır. İman, “inanılması gereken bütün değerlere inanmak, inanılan değerlere güvenmek, güvende olmak ve çevreye güven vermek” demektir. Bu dört anlama sahip imanın doğal sonuçları, bu âyette “sâlih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye” olarak belirlenmektedir.
İmandan yoksun bir davranış “ibâdet” veya “hasenât adını alamayacağı gibi, bunlara “salih amel” de denemez. Bu nedenle, bir davranışın değerlendirmeye tâbi tutulabilmesi için, onun inanarak, yani Allah’ın rızasını kazanmak için yapılmış olması şarttır. Zaten Yüce Allah’a inanmayan insanın, bu anlamda bir beklentisi de olamaz. Bir okula kayıt yaptırmadan oradan mezun olmak mümkün olmadığı gibi, iman etmeden de sâlih amel sahibi olunamaz. Bu nedenle, ilâhî kayıtta olumlu anlamda yer almanın yolu, davranışların Allah rızasına uygunluğundan ve o niyetle gerçekleştirilmesinden geçer. İmandan yoksun davranışlar, âhirette sahibine yarar sağlamaz. İmanlı olmak, hüsrandan kurtulmanın ilk şartıdır; hatta olmazsa olmaz şartıdır.
Ziyana uğramamanın “iman”la beraber ikinci şartı “sâlih amel”dir. Sâlih amel, bir insanın iman iddiasının sadece gönüllerde ve dillerde kalmadığını, hislerine, aklına ve bütün davranışlarına yayıldığını göstermesi demektir. Bu durumda sâlih amel, namaz, oruç, hac, zekâtgibi dinî pratikleri içermekle beraber, toplumsal anlamda kötü giden işlerin düzeltilmesi, bir anlamda ıslah faaliyetleri yapmak anlamına da gelmektedir.
Sâlih amel, iman iddiasının pratikte faaliyet alanlarına veya toplumun yaralarına merhem yapılmasına dönüşmesidir; bir bakıma mümin olma iddiasının ispatlanmasıdır. Bu ispat, eğer sadece ferdin Yüce Allah’a yönelik davranışı ve bir emrin yerine getirilişi ise, buna “ibadet” veya “hasenât” denir; topluma yönelik bir bozulmuşluğun düzeltilmesi veya ıslahı ise, o zaman bu davranış “sâlih amel” adını alır. Sâlih amel, bütün yararlı işlerin ortak adı olarak da anılabilir. İşte, ziyana uğramamanın imanla beraber ikinci esası budur.

ıı. Hakkı Tavsiye

وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ “Birbirlerine hakkı tavsiye edenler.” Âyetteki تَوَاصَوْا tevâsav fiili “karşılıklı olarak tavsiyeleşmek” demektir.
Ziyandan kurtulmanın üçüncü şartı “insanların birbirlerine hakkı tavsiye etmeleri”dir. Burada tavsiyeye konu edinilen ilk değer hakktır. “Hakk”, bâtılın zıddı olması itibariyle Yüce Allah’ın insanlığa ulaştırdığı ve yapılmasını emrettiği bütün değerlerin ortak adıdır. Bu durumda, birbirine hakkı tavsiye etmek, bütün azimlerini Hakk’a yöneltmek, iman, amel ve sözlerini hep Hakk’a yönlendirmek demektir. Hakk’a götürmeyen her şey bâtıldır, sonu hüsrandır. Ziyan olmayacak iman ve amel de ancak Hakk’a iman ve Hakk yolunda çalışmaktır.[2]
Âyette hatırlatılan hususu daha iyi kavramak için, el-Hakk kelimesinin anlamlarına daha yakından bakmak gerekmektedir.
a) el-Hakk, Yüce Allah’ın isimlerinden biridir. Bu durumda tavsiyeye konu olacak ilk değer, elbette “Yüce Allah”tır. Burada insanlara, imanlarına şahit tuttukları Yüce Allah’ı davranışlarına da şahit tutmaları öğütlenmektedir. Hak yolda ve Hakk’ın yolunda fedakârlık yapılması için karşılıklı olarak tavsiyelerde bulunulmasının önemi âyette vurgulanmaktadır. Asıl söylenmek istenen şey, insanların bütün davranışlarında Yüce Allah’ı unutmamalarını birbirlerine tavsiye etmeleri ve O’ndan bağımsız bir alanın olmadığını öğütlemeleridir. Böylece Müslümanların gündeminde sürekli olarak Yüce Allah’ın bulunması sağlanmış olacaktır.
b) el-Hakkkelimesinin bir anlamı da “Kur’ân”dır. Yûnus 10/108’de belirtildiği üzere Kur’ân’ın isimlerinden birisi de el-Hakk’tır. Bu durumda hakkın tavsiye edilmesi demek, insanların birbirlerine Kur’ân’ı hatırlatmaları, onun farkına varılmasını istemeleri ve dinî hayata Kur’ân’dan bakmayı öğütlemeleri demektir. En‘âm 6/70 ve Kaaf 50/45. âyetlerde açıkça ifade edildiği üzere, insanlar muhataplarını Kur’ân ile uyarmalı ve onlara Kur’ân’ı sunmalıdırlar. Çünkü gerçek ve en güzel öğüt Kur’ân’dır;[3] insanlara da öncelikle ve özellikle onun ilkeleri öğütlenmelidir. Yüce Allah’a davetin yolu Kur’ân’dan geçtiği gibi, Kur’ân’ı anlatmak da Yüce Allah tarafından cihâdın en büyüğü olarak ilan edilmektedir.[4] Geçip giden ömrün ziyana dönüşmemesinin en kısa yolu, Kur’ân’ın ışığıyla aydınlanmaktan geçmektedir.
c) Âyetteki mesajın “hakkın tahakkuku” şeklinde de bir anlam boyutu vardır. Müslümanlar, karşılıklı olarak hakkı tavsiye ederlerken, bu arada hakkın gerçekleşmesine de yardımcı olduklarını bilmelidirler. el-Hakk kelimesinin başındaki harfine “sebebiyet” anlamı verilerek bu sonuca ulaşılabilir; aynı durum son cümle için de geçerlidir.

ııı. Sabrı Tavsiye

وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ “Birbirlerine sabrı tavsiye edenler.” Ziyana uğramamanın dördüncü şartı ise “karşılıklı olarak sabrın tavsiye edilmesi”dir. Sabır, insanın her sıkıntıya boyun bükmesi olarak algılanmışsa da, bu yeterli bir yorum değildir. Sabır bazen “göğüs germek”, bazen “dayanmak”, bazen “boyun bükmek”, bazen de “inandığı değerlere sadakatle sarılmak” anlamlarına gelmektedir. Bu âyette bu anlamların tümü vardır.
Ziyana uğramamak için iman etmek, bununla birlikte iyi ve yararlı işler yapmak, hakkı ve sabrı tavsiye etmek son derece önemlidir. Lokmân 31/17. âyette de belirtildiği gibi, bunları yapanlar bilmelidirler ki, başlarına sabır gerektirecek bazı sıkıntılar gelebilir. Hatta Hz. Peygamber “Cennet, zorluklarla çevrilmiş, cehennem de arzularla”[5] buyurarak, ödülle buluşmanın yolunun zorluklara karşı sabırlı, kararlı ve dirençli davranmaktan geçtiğini belirtmektedir.
Şu husus hiç unutulmamalıdır: Kur’ân’ın yarıdan çoğunu oluşturan kıssaların anlatılma gerekçesi, geçmiş nesillerin hayatlarındaki olguların ve sonuçlarının iyice bilinmesi ve morallerin bozulmamasının sağlanmasıdır. Hak yolundaki insanların başına elbette bazı sıkıntılar gelebilir; ancak yine akıldan çıkartılmamalıdır ki, Yüce Allah’ın yardımı daima bu tür insanlarla beraberdir. Pek çok âyette Yüce Allah, kendi rızasını kazanmak için hayatını seferber edenleri yalnız bırakmadığını ve onların destekçisi olduğunu ifade etmektedir.[6]


[1]    Râzî, age., XXXII, 87.
[2]    Yazır, age., IX, 432.
[3]    Nahl 16/125.
[4]    Furkaan 25/52.
[5]    Müslim, Cennet, 1
[6]    Bakara 2/153, 155, 157, 214; Mâide 5/56; En‘âm 6/34; Yûsuf 12/110; Sâffât 37/172; Zümer 39/10; Muhammed 47/7; Mücâdele 58/21; Münâfikûn 63/8.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder