5 Şubat 2014 Çarşamba

3 Paşa'nın Kaçışının Ardından EFENDİLER NEREYE ?

             Bu ülkede İttihatçı elebaşıların nesepten gelen torunlarının sayısı pek azdır ama belli ki zihniyet bakımından onların mirasçısı olan çok sayıda kişi var. Özellikle de devletin önemli kademelerindeki bürokratlar, CHP yönetim kadroları ve ulusalcı kesimin her alandan önde gelen temsilcileri tamamıyla İttihat ve Terakki Partisi'nin ideolojik mirasını sıkı sıkıya sahiplenmiş durumdadır. Bunlar bu vatanı koruma adına ölenler hep yoksul ve dindar kesim olmasına karşın ülkenin sahipleri gibi davranırlar. Bu kesmi sürekli aşağılayarak onları küçümser ve sanki onlara hizmet etmekle görevli bir hizmetciymiş gibi görürler. İttihat ve Terakkicileri “atalarımız” diye anmaktan gurur ve özel bir haz duymaktadırlar. Bu zihniyet belki de Anadolu ve Türk tarihinin en beceriksiz, maceraperest yöneticileri olan İttihatçı tayfanın suçlarını örtbas etmeyi, örtbas edilmesi mümkün değilse gerekçe yaratmayı, ona da imkân yoksa o suçları üstlenmeyi bir marifet sanıyorlar. Oysa onlar bu memleketin tarihi için bir övünç değil olsa olsa bir utanç vesilesi olabilirler.

İttihatçılar Babıali baskınında Harbiye Nazırı Nazım Paşa'yı öldürüyor.

         İttihatçıların zihniyet torunları Türk/Türkiye tarihini onların döneminden başlatmayı, o korkunç hezimetler, sonu gelmez facialar, dehşetengiz insanlık suçları, skandallar, hukuk cinayetleriyle dolu karanlıklar dönemini allayıp pullayıp tarihimizin övünülmesi gereken bir kesitiymiş gibi önümüze sürüyorlar. Ders kitaplarında o adamlar Abdülhamit istibdadına karşı mücadele eden özgürlük savaşçıları gibi gösteriliyor. Oysa onların Abdülhamit’i devirdikten sonra kurdukları rejimin Abdülhamit’in baskı günlerini mumla arattığı gerçeğinden hiç bahsedilmiyor. Bakın Şair Eşref bu durumu nasıl veciz bir şekilde dile getirmiş:


"Vakt-i istibdatta söz söylemek memnu idi

Ağlatırdı ağzını açsan hükümet ananı

Devr-i hürriyetteyiz şimdi değişti kaide

Söyletirler evvela sonra s..kerler ananı"

             Her yıl 18 Martta Çanakkale Zaferini kutlayıp, Çanakkale’yi savunmak için yüz binlerce vatan evladının nasıl gözünü kırpmadan ölüme koştuğu anlatılıyor ama o savaşa nasıl sürüklendiğimiz pek anlatılmıyor. Bize kimse saldırmamışken, İttihatçı Enver Paşa delisi ve şürekâsının, iki Alman savaş gemisine Osmanlı bayrağı çektirip Karadeniz’deki Rus şehirlerini topa tutturarak bir oldubittiyle savaşa sürüklediği es geçiliyor. Girilen savaşta da ordunun fiili genelkurmay başkanlığı dahil olmak üzere en kilit mevkilerinin Alman subaylarına teslim edildiği, birçok cephede Osmanlı ordusunun Alman subaylar tarafından yönetildiği skandalı ustaca geçiştiriliyor.
Aynı delinin Çanakkale’den birkaç ay önce yazlık üniformalı, aç çıplak, kimileri silahsız on binlerce askeri Sarıkamış’ta dondurucu soğukta dağlara sürerek düşmana tek mermi atamadan donarak ölümüne sebep olduğu pek hatırlatılmıyor. Yine aynı kadronun Çanakkale’den bir iki yıl önce Balkan Savaşlarında alınan Osmanlı tarihinin en utanç verici yenilgilerinin birinci dereceden sorumluları olduğu anlatılmıyor. Bütün bunların yanı sıra, İttihatçı kadronun bugün hâlâ alnımızda taşıdığımız Ermeni Tehciri/kıyımı utancının da sorumluları olduğu gerçeği görmezden geliniyor.
Bu ne vahşi bir beyin yıkamadır, bu ne utanmazca bir toplum mühendisliğidir ki, dedeleri ittihatçılar tarafından savaş meydanlarında heba edilen tertemiz ülkem insanı bugün İttihatçı şebekenin fanatik bir tezahüratçısı haline gelebiliyor.
O kendi celladına hayran hale getirilmiş kurbanlara Refik Halit Karay’ın aşağıdaki yazısını okumalarını tavsiye ederim. Refik Halit bu yazıyı, İttihatçıların en üst düzey kadrolarından Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Bedri ve Azmi Beyler (polis müdürleri), Dr. Bahaeddin Şakir, Dr. Nâzım, Dr. Rüsuhi Beyler'in (Teşkilat-ı Mahsusa Şefleri) Kuruçeşme'den bir Alman denizaltına binerek yurdu terk ettiği günlerde sıcağı sıcağına kaleme almıştır. 5 Kasım 1918'de zaman gazetesinde yayınlanan bu yazıda bu kişiler nasıl anlatılmış, bakalım kimlermiş bu “ata”larımız?
EFENDİLER NEREYE ?

Enver Paşa ile Cemal Paşa

Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?


Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar... Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?

Kedisiz evlerde fareler vardır; kilerlere girerler, dolapları delerler, şunu, bunu kemirip, sağa sola koşuşup baş köşede gezerler, bir pıtırtı olunca deliklere girerler... Galiba koku aldınız, kedi geliyor; koca fareler nereye?

Dul annelerin haylaz çocukları vardır; sandıkları kırarlar, paraları çalarlar, bohçaları aşırıp Yahudi [eskiciye] satarlar ve sonra korkup sokak sokak kaçarlar... Galiba foyanız meydana çıktı, yakanız ele geçecek, ziyankâr evlatlar nereye?

Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üzerimizden aştılar...
Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?

Siz âmir olmadınız, sergerdelik [kabadayılık] ettiniz... Siz valilik yapmadınız, asesbaşılık [polis şefliği] ettiniz... Efelere, taş çıkardınız; zorbalara parmak ısırttınız...


“As” deyince sıra sıra darağaçları kurulur, “yak” deyince alev alev meşaleler tutuşur, “bas!” deyince tabur tabur jandarmalar üşüşürdü... Elinizde zindan anahtarları, belinizde idam ipleri, sırtınızda darağaçları vilâyet vilâyet dolaştınız... Beş senedir her tarafta kargalara insan leşinden öbek öbek ziyafetler çektiniz; akbabaları çocuk ölüsü ile besleyip kartalları artık Âdem etinden tiksindirdiniz.

Muhalif mi? Al aşağı... Muharrir mi? Vur başına... Türk mü? Sür ölüme... Rum mu? İste parasını... Ermeni mi? Kes kafasını... Arap mı? Çek ipe... Kadın mı? Gönder eve... Haydut mu? Buyurun köşeye... Külhanbeyi mi? Gelsin yanıma... Yahudi mi? Sor fikrini... Kalan kimseye at sopayı... Paraları koy cebine... İşte sizin programınız bu!



Talat Paşa

Palalarla sopalarla işe giriştiniz; sürülerle insanları dağ başlarına götürüp satırlardan geçirdiniz; babaları, evlatları yoktan yere harcayarak Anadolu içerisinde dul kadından, yoksul yetimden başkasını bırakmadınız. Ne oluyordunuz? Bu kanlı işgüzarlıklar, bu canavar akını, bu fitne ve fesat siyaseti ne fayda verecekti? Ne kazanacaktık? Dünyayı mı alacaktık, Mısır’a sultan mı olacak, Hind’e şah mı gidecektik?

Sizin sadrazamlıkla, seraskerlikle, nâzırlıkla gözleriniz doymamıştı, a padişah heveslileri... Şam’da, Halep’te az daha namınıza hutbe okutup, isminize sikke kestirecektiniz. Yiğitlik sizde, kahramanlık sizde, avurt zavurt sizde, caka tavır, hepsi sizdeydi... Şimdi böyle sinsi sansar gibi tavandan tavana nereye?

Evet, nereye gidiyorlar? Mahalle kahvesinden bir adımda sadârete, meyhane peykesinden bir basışta nezârete, tulumbacı koğuşundan bir hamlede vilâyete eren bu türediler nereye gidiyorlar? Kendileri kürklere büründüler, milletin derisini soydular... Anamıza sövdüler, babamızı dövdüler, hulâsa bacağından yakalayıp bu devleti yerden yere vurdular, paçavraya çevirdiler.

İşte milleti artık büsbütün öldürdüklerinden emin olsunlar... kollarımızda bir zerre kuvvet kalmış olsaydı, yakalarından yapışır öcümüzü alırdık... Halbuki kollarını sallıya sallıya, yüzümüze tüküre tüküre gittiler.

Aşkolsun! At da size yaraşır; meydan da. Bizde bu ölü kan, sizde o yaman surat olduktan sonra bir gün olur yine gelirsiniz... Biz size: “Kırk katır mı, kırk satır mı?” diye soramadık; yarın sizin bize:

- Ölümlerden ölüm beğen!

Demek artık hakkınızdır. Lâyıkımız olan paşalar! Topumuzun başını bir kılıçla çıkarmadan [uçurmadan] nereye?




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder